Kâinat ritimden ibarettir. Her şey ritmini kaybettiği zaman hastalıklar da artıyor, huzursuz bir toplum doğuyor. Müzikte, sanatta aranan aslında insanın kendi iç sesinde yaratılıştan gelen âhenktir. Necip Fazıl’ın bütün fikriyatı bu âhengin açığa çıkmış hâli, usta bir bestesidir.
İki bölüme ayırdığımız bu çalışmamızda önce Necip Fazıl’ın sanat anlayışını sonra ise mûsiki ile ilgili görüşlerini inceleyeceğiz.
1. Necip Fazıl’ın Sanat Anlayışı
Sanat denince resim, mimarî, mûsiki, edebiyat gibi güzel sanatlar akla gelir. Ancak geniş mânasıyla sanat, ruhî oluş ve imâna taalluk eder. Necip Fazıl’ın sanatçı yönünü de bu açıdan değerlendirmemiz gerekir. O’nun şiir için söylediği “duygulaşmış fikir” tanımı da sanat anlayışını gösterir. Ona göre, ahlâk ve fikir iç içedir ve sanat, “üstün fikirden süzülmüş üstün duygu”dur.
Necip Fazıl’ın ortaya koyduğu Büyük Doğu İdeolojisi’nde insan ve kâinat, bir şiir bir âhenkli beste olarak görülmektedir. Onun şiirindeki vezin, kafiye ve mûsikiyi de sadece sanatlı bir söyleyiş olarak değil de, kâinat nizamındaki ritme iştirak etme duygusu ve onu yakalama iştiyakı olarak görmek gerekir. Necip Fazıl her ne kadar sanatın edebî türleriyle ilgili olsa da, kâinat nizamındaki sanatı yakalamak hususunda dikkatli bir göze, derin bir fikre, eşsiz bir duyguya sahiptir. Öyle ki, bir çift kuşun âhengine bakarak çok güzel bir makale yazabilmektedir. Necip Fazıl, kendi iç nizamında aradığı birlik ve düzeni kâinatta da görmek ister.
Çileli hayatında ve bütün eserlerinde, “âhenk ve birlik sırrı”nı yakalamaya çalışan bir mütefekkir olarak karşımıza çıkan Necip Fazıl, Âhenk ismini verdiği söz konusu makalesinde, kumruların âhenkli ses çıkarışlarını, “kâinattaki ezelî ve ebedî vahdet ve nizam senfonisinden ılık ve içli bir flüt sesini örgüleştirmeleri”(1) şeklinde müzik kavramlarıyla tasvir eder. Onun dünya görüşü bir müzik âhengiyle işler. Öyle ki, Necip Fazıl’ın temel eseri olan İdeolocya Örgüsü’nde “Adımız, Dâvamız, Mânamız” bölümündeki bir bahsin adı, “Orkestra, Senfonya ve Biz”dir.
“Sanat bir milletin iç mayalaşmasını ifade eder.” diyen Necip Fazıl, bu hususta cemiyetçi bir mütefekkir olarak, hakikî sanatı üstün aksiyon ile bir tutarak yeni bir gençlik yoğurur. Çünkü sanat damarı tıkanmış bir milletin büyük eserler vermesi, soylu nesiller yetiştirmesi mümkün değildir. Dışımızdan bir örnek verelim. Batı resimde, heykelde, mimarîde vs. önce büyük sanatkârlarını çıkararak rönesansını yapmıştır.
İslâm’da sanat ve bediî idrakı, “Allah güzeldir, güzeli sever.”(2) hadisinde tecelli ettiği gibi, “Kur’ân’ı sesinizle süsleyiniz. Çünkü güzel ses, Kur’ân’ın güzelliğini artırır.”(3) hadisiyle de bunu kurumsallaştırmıştır. Bilal-i Habeşî, güzel sesiyle Hz. Peygamberin müezzinidir. Aynı şekilde ses ile birlikte yazı devreye girer ve hat sanatına vücut verir. Demek ki ses ve yazı sanatlarının kaynağı Kur’ân-ı Kerim olup bunu öbür tezyinî sanatlar (Kur’ân kitaplarının süslenmesinden bütün taş işçiliğine kadar) takip eder. Çil çil kubbeler ile güzel seslere mekân olan minareler İslâm medeniyetine vücut veren mimarî eserlerdir.
Sanat ve telkin dili olmadan ne din ne de herhangi bir dava anlatılır. Din ölçülerine imân ve sanat tavrıyla yanaşıp onları telkin diliyle aktaran Necip Fazıl, İman ve İslâm Atlası eserinde usulünü şöyle açıklar: “Öğretme içinde benimsetmenin, belletme içinde sindirmenin, anlatma içinde sevdirmenin, tarife bilgisi içinde mânaları yaşatma ve ruh avlamanın eseri…”(4)
İman ve Sanat İlişkisi
İmân ve sanat birbirleriyle yakın alakalı olup her ikisi de ruhî arayış ve inanış temellidir. Necip Fazıl, sanatı da imân davası için bilmiş bir fikir adamıdır. Allah Resulüne sanat tavrıyla yanaştığı Çöle İnen Nur eserinin girişinde şöyle bir not düşer: “Bu bir ilim değil, sanat eseridir ve ilmin içini ve dışını tahkik selâhiyetinde olmadığı mukaddes kapıya, ancak inanmış ve teslim olmuş sanat tavrıyla sokulmaktan başka çare yoktur.”(5) Bu eserin etkileyiciliğinin yüksek oluşunun sebebi ise, onun yazılışındaki temel faktör olan imân ve sanat müşterekliğidir. İmân ve sanat tavrına derin fikrin iştirak ettiğini de ilave edelim. Aynı hususu Peygamber Halkası eserinde şöyle ifade eder. “Bizim taraf ve tesbit üslubumuz ilim üstü bir vecd dilidir ve lügat paralamalarla alâkasızdır.”(6)
Batı’da yaygın olan ve oradan bize intikal eden sanatı beş duyularla sınırlama anlayışına şiddetle karşı çıkan Necip Fazıl şöyle der: “Ben, dindar olmayan, Allah’ı her yerde hissetmeyen sanatkâra sanatkâr gözüyle bakmam!.. Muhakkak ki, mavera’dan, büyük “niçin?” ve “nasıl?”dan bir raşe bir titreyiş sahibi olmalıdır sanatkâr…”(7)
Taş, halı, gergef ve kâğıt üzerine aksetmiş bütün İslâmî ruh plâstikasını, mümkün olduğu kadar kaba ve bayağı müşahhastan uzaklaşmış ve namütehahî mücerrede yaklaştıkça aslî gayesine varmış olarak niteleyen Necip Fazıl, Batının duyumcul sanat telakkisine karşı olduğu gibi bizdeki ham softaların hiçbir şey bilmeksizin resim, mûsiki gibi sanatlara karşı oluşunu da özellikle eleştirir.(8)
Necip Fazıl’ın İslâma yol açma geçidi olarak Büyük Doğu ideolocyasını kurduğunu, bunun ise asrın meselelerine İslâmı tatbik eden bir dünya görüşü olduğunu ve böylece sanat görüşünü de (sanatın ahlâkla içiçe oluşu ve ahlâkın fikri de doğurucu yönü hatırlanmalı) bu fikrî manzumeden hareketle inşa ettiğini belirtelim. Böylece duygu-düşünce ve iradî davranışlardan ibaret olan insanı da bütünlemiş olur. Onun meşhur beytinde de, sanat görüşünün yanında, Allah-insan ve âlem ilişkisi bir âhenk içinde yerine oturur:
Anladım işi, sanat, Allah’ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış…
Sanat ve Aksiyon Birlikteliği
Önce “sanat için sanat” anlayışına mâlik olan Necip Fazıl, mürşidi Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleriyle tanıştıktan sonra içine ulvî davanın cemiyete nakşı ateşi düşmüş olup sanatın da bir amacı olduğunu idrak ederek “Sanat kendi için olduğu kadar cemiyet için, cemiyet için olduğu kadar kendi için…”(9) anlayışına erer.
Necip Fazıl’da sanat, kendi kendinden ibaret ve sadece görsele hitap eden bir anlayış olmayıp onda fikir, sanat ve aksiyon birlikte ele alınır. Bazıları sanatı, kendi içine kapanma ve dar bir çevreye hitap etme olarak anlar ve halkı da küçük görür. Necip Fazıl ise sanatçılara özgü “fildişi kule”yi kendi elleriyle yıkıp hayatının anlamını imân ve aşka bağlarken, sanatı da imân davası olarak bilir ve siyaset dahil bütün sahalara kendi sanat anlayışının nakşını (aksiyon) vurmaya çabalar. En sevdiği şey olarak, “daima aksiyon” diyen Necip Fazıl, önce bu işin ruhiyatını, kültürünü, irfanını verdiğini ve sonra aksiyona geçtiğini ifade eder. “Fikir, sanat, aksiyon” şeklinde kendi misyonunu da bu üçlü terkipte ifade eder.(10) “Yeni nizam-yeni insan” davası güderek yepyeni bir cemiyet ve gençlik yoğurmaya başlar.
Saf şiir ve sanat bakımından eşsiz bir yeri varken politikaya atılmasının sebebini kendisine soran gazeteciye Necip Fazıl, “Ben şiirimin ruh iklimini inşâ etmek, fert ve toplumunu yoğurmak için dâva ve politika meydanına atılmış bulunuyorum, 40 yıldan beri…” diye cevap verir. Siyasete atılmasının sanatı için bir dağınıklık olmadığını da aynı cevabın devamında şöyle izah eder: “Şiir benim için hissi idrak demek olduğuna göre onun fikri fakültelerini de aynı cevherin içinde görüyor ve dağıldığımı, parçalandığımı sanmıyorum. Tıpkı petrol ve onun yan ürünleri gibi…”(11)
Necip Fazıl, cemiyetin sanatkârı kendi kanunları ve seviyesine göre doğurduğunu, ancak sanatkârların kanunlarına da baş kesmeye ve seviyesine de tırmanmaya mahkûm olduğunu ifade eder. Kop Dağında Bir Dükkân isimli hikayesinde, kendisini ve mücerret sanatçıyı kastederek, “Kop dağında ipekli kadın çorabı satan zavallının azabından bir şeyler duymuş olmak” gerekir, der.
Bahsi geçen hikâyede, “Ebedî hakikat adına, gerekirse Kop dağına çıkacak ve ondan sonra da oraya bütün insanlığı davet etmenin çaresini arayacaksın. Tek kelimeyle kalabalıkların ayağına düşmeyeceksin, kalabalıkları ebedî hakikatin ayağına çekeceksin…” diyen Necip Fazıl, sanat ve estetik anlayışa tâbi olmayı şöyle formüle eder: “Dudağa göre lezzet değil, lezzete göre dudak…”(12)
Sanatın ölçüsü, bizim zevkimiz değil, ergin bir kültürden beslenen seziştir. Necip Fazıl bu ortamı oluşturmak için mücadele vermiştir. Sanat ve aksiyon budur.
2. Necip Fazıl’ın Müzik Anlayışı
Önce bazı kısa bilgiler verelim:
Müzik, hallerin sese giydirilmesidir. Resim renklere, mimarî ise hallerin taşa-mermere giydirilmesidir.
İslâm medeniyeti meşk medeniyetidir. Buna Cibrilî eğitim diyoruz. Cebrail Aleyhisselam Allah Resulüne meşk ediyor. Hz. Peygamber bir nevi onun müezzinliğini yapıyor. Kur’ân yazıyla değil, sesle indirilmiştir.
Meşk usulünün terki, bütün eğitim sistemimizi olduğu gibi mûsikimizi de zayıflatmıştır. Meşk usulü sadece sesi ve bilgiyi değil, hâli de öğrenciye yansıtır ve böylece canlı bir hâl doğar.
Her medeniyette farklı sanat dalları çiçek açar. Kiminde resim, kiminde heykel, kiminde müzik öne çıkar. Görsel olan sanat dalları daha çabuk çiçek açar. Hissî ve ruhî olanların ise ortaya çıkması zordur, uzun zaman alır. Müzik gibi… Osmanlıda müzik, yükselme çağından iki asır sonra duraklama çağında Dede Efendi ve Itrî ile altın çağını yaşar. Mimarî ve şiirde ise Kanuni dönemi zirve sayılır.
Mûsikî tamamiyle metafizik bir sanattır. İfade ettiği sembole göre onda bâtınî (iç) oluş daha hakikîdir. Melodilerin akışı, ardı arkası kesilmeyen hareketli şuurun akışıdır. Mûsikî bizi çok seri bir şekilde müteal-aşkın bir duruma yükseltir. Mantık ve mekândan kurtularak artistik ve ilahî düzenin esasındaki hürriyeti kavratmış olur. Güzelin heyecan veren duygusuna hızlıca ulaştırır.
Necip Fazıl’ın Müzik Tercihi
Necip Fazıl’ın bütün güzel sanat dallarıyla İslâmî bir zuhuru savunduğunu ve bu hususta öncü eserler ortaya koyduğunu biliyoruz. O’nun sanat ölçüsünün keyfiyet olduğunu ve “Dudağa göre lezzet değil, lezzete göre dudak…” diye bu hususa işaret ettiğini yukarıda belirtmiştik.
Üstad’a, “Alaturka mı, alafranga müzik mi?” diye soruluyor.” O, “İkisinin de soylusunu ve iyisini…”(13) diyerek seçici bir müzik zevkine dikkat çekiyor.
Üstadın klasik Batı musikisini dinlediğini de biliyoruz. Tabiî ki bu kültürel bir tercih değil, oradan hoşuna giden parçaları dinlermiş. Bizzat seslendirdiği 33’lük şiir plağının fon müziklerini klasik Batı müziğinden seçmiş idi. Kullandığı müziklerin şiirlerinin ruhuyla uyuşması onun incelikli bir müzik zevkini gösteriyor… “Beyaz sarayın kaba softa ham yobaz” esnafının daha uhrevî bir hava olsun diye müzikleri “ney taksimi” ile değiştirmeye kalkması ise trajikomik bir yaklaşıma misal olur. Üstadın muradı böyle gayretkeşlikler değildir.
Abdülhamid Han’ın piyano çalıp çalmadığı ve müzikle uğraşıp uğraşmadığını eleştirel bir tarzda soran bir Arap gazeteciye ise Üstad, müziğin dini yönden hükmünü de şöyle açıklar:
“Müzik ilahî tefekküre yaklaştığı kadar mübaha yaklaşır. Fitneye ve kötülüğe iltifat ettiği kadar da harama yaklaşır. Yoksa asla yasak değildir!..
Bu bir fıkhî mesele midir? O zaman Mevlevîleri tekfir etmek lâzım gelir. Yani nefsanî olduğu mertebede yanlıştır. Abdülhamit ise, en büyük diyânetperver padişah olduğuna göre, böyle bir şeyi irtikâb etmez!..”(14)
Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin Rabıta-i Şerife risalesindeki Sema bahsini özetleyen Necip Fazıl işin tatbikatı da içinde şöyle der:
“Muhib’e akşam üzerleri, yüksek sesle okutturdukları ilâhiler, yanık türküler, kulağımda… Allah için İlahî hikmet zaviyesinden âhenkli ses…
Bu teki ölçü, “Râbıta” risalesindedir özü:
“Sema ismi verilen ses ve âhenk, vesile olduğu şeye göre kıymetlenir. Haram ve kötülüğe vesile oluyorsa o nisbette haram ve kötü, ulvilik ve iyiliğe yardımcı oluyorsa o nisbette mübah ve iyi…”(15)
Üstadın İman ve İslâm Atlası eseri ile İdeolocya Örgüsü eserinde de müzik mevzuu incelenmekte ve âhenkli sesin kalbe tesirinin inkâr edilemeyeceği ve ancak kötülüklere yol açan müziğin reddolunacağı ifade edilmektedir.(16)
Büyük Doğu’nun “niçin” buudunu temsil eden Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Doğu hareketi ile sanat hamlesinin iç içe olması hususunu şöyle ifade eder:
“Sanatla, öteler âleminden ses ve işaret alma ve Allah’a inanma davasının birbirini besleyici iki yakın fakülte olduğunu kabul eden Büyük Doğu, yeni İslâm hareketinin mutlaka güçlü bir sanat hamlesiyle yürütülebileceğini ve üstün fikir yanında bir de derin hassasiyet gerektiği tezini savunur… Bu çerçeve içinde mûsiki, iç saiki din alâkası olarak gösterebildiğince makbuldür!..”(17)
“Kör ve Mûsikî”
Üstad, “Kör ve Mûsikî” isimli çerçeve yazısında, 15-16 yaşında bir çocuğun soylu müzik çalan bir gazinonun önünde durup madde gözü kapalı olmasına mukabil ruhunda açılan gözlerle huşu içinde nağmeleri dinlemesini, gazino soysuz müziğe geçince ise yüzünü buruşturup oturduğu yerden kalkarak oradan uzaklaşmasını anlatır. Madde ile ruh arasındaki bu paradoksu şöyle bir netice bağlar:
“Gözleri açık körler arasından geçip giden bu çocuk bana öğretti ki, bir çoğumuzda göz, görmenin değil görmemenin aleti… Hakkı verilmeyen alet, görmeye memur olduğu işin aksini yapar.”(18)
Üstad, maddî gözü güya açık bizlere, her şeyden önce gönül gözümüzü açmamızı ve bunu da zevk ve duygularımızın rafine olması ve ince idrak ile yapmamızı öğütlüyor.
Mevlâna’ya veya bir başka bir büyüğe atfedilen şu kıssayı da mevzuya ilave edelim. Gece dama çıktığında, uzaklardan gecenin sessizliğini aşıp gelen bir ney sesini duyuyor ve şöyle diyor: “Yarabbi, nasıl dinleyebiliyorlar?”
Türk ve Batı Müziği Mukayesesi
Büyük Doğu dergilerinde rastladığım mûsiki ile ilgili yazılardan ikisine temas etmek istiyorum.
23 Kasım 1945 tarihli Bülend Tarcan imzalı yazıda, Türk mûsikisinin tek sesliliği ile Batı mûsikisinin çok sesliliği mukayese ediliyor. Bu yazıda, Klasik Türk Mûsikisî’nin, “Şark sanatına, Divan edebiyatına ve İslâm edebine uyarak tekemmül etmiş, birçok şaheserler vermiş ve daima bu diyarın içinde kalan samimî, fakat kapalı bir melodi sanatı halinde bugüne gelmiş.” olduğu belirtiliyor ve “bu sanatın emsalsiz ritim ve usul zenginliğine” dikkat çekiliyor. Batı mûsikisinin çok seslilikle yakaladığı tekamüle de temas ederek Türk mûsikisinin tek sesli olmasına rağmen makam zenginliği olduğu ve makamlardaki çeyrek ses taksimatı ile bazı yeniliklerin yapılacağını ancak Türk mûsikisinin bediî şahsiyetini zedeleyecek yeniliklerin dahiyane olsa da bir aksülamelinin olacağı ifade ediliyor. Halk müziğini ise, kendi eleğinden geçirecek ve samimî ilhamını katacak orijinal eserler ibda eden sanatkarların yenileyeceğinden bahseder. Ancak zannımca böyle bir yenilik zordur. Çünkü türküleri doğuran kültürel ortam kalmadığı için türkülerin yenilenmesi söz konusu olamaz. Türkülerin içten ve samimî tekrarları daha faydalı görülüyor. Söz konusu yazıda yeni Türk mûsikisi için birçok sanat dâvalarını birbiriyle telif etmek mecburiyetinden de bahsedilir. Bütün bu tezat ve olamayışların sebebi olarak ise “her sahada belli başlı ihata ve seziş melekelerine noksansızca ulaşmaktan alıkoyan bir dünya görüşüne bağlı bir cemiyet kuruluşu eksikliğine” işaret edilir. Sanat, fikirden süzülme olduğuna göre dünya görüşü kurulamadan sanat hamlesine geçilemeyeceği açıktır.
30 Kasım 1945 tarihli Büyük Doğu dergisinde ise Nejat Muhsinoğlu bir mülakatında alaturka mûsiki düşmanlığı yapanları eleştiriyor ve buna, o zamanın Kültür Bakanı Hasan Ali Yücel’in, “kendi mûsikisini mânasız ve kültürsüz, Batı müziğini üstün gören” sözleri misal veriliyor. Mâlûm olduğu üzere bu ülkede bir dönem Türk Sanat Müziği ile Halk Müziğinin radyoda çalınması yasaklanmıştı.
Selahattin Pınar ise Büyük Doğu dergilerinde çıkmış bir mülakatında özetle şöyle diyor: “Bizim müziğimiz için 5-6 saz yeter. Çok sesli olacağız diye Batıdaki gibi enstrüman doldurmaya gerek yok. Bizde ara sesler çok ve makamlar zengin. Bunlar da çok sesliliğe karşılık gelir.”
Necip Fazıl’ın Bestelenen Şiirleri
Üstad’ın birçok şiiri bestelenmiş ve bestelenmeye devam ediyor. Biz hepsini takip edemedik ve dinleyemedik. Şarkı, türkü, ilahî ve senfoni formunda besteler yapılmış. Üstad’ın şiirlerinin çok güçlü bir mûsikisi olduğu için onları bestelemenin de ayrı bir zorluk doğurduğunu ifade edelim. Üstad’ın ezgilerini 1996 yılında İBB vasıtasıyla bir albümde toplayan Türk mûsikisi sanatçısı Mehmet Gültekin bu hususu şöyle ifade eder.
“Üstad’ın şiirleri güfte olsun diye yazılmadıklarından, bestelenmeleri büyük zorluklarla doludur. Hafakanların, sancıların, kaygıların ve korkuların şiiri diyebileceğimiz Necip Fazıl’ın şiirinin, Türk musikisi tarzında bestelenebilmesi ise imkânsız gibidir. Zira musikimizin ruhu ile Üstad’ın şiir dünyası, yolları pek az noktada kesişen iki ayrı ırmak gibidir. Az sayıdaki yakınlaşma alanları ise zaten öteden beri bestekârların ilgilerini çekmiş ve üzerinde Türk müziği yoğunlaşılabilecek çok az sayıdaki eser ortaya çıkarılmıştır. “VEDA”, “KALDIRIMLAR” VE DİĞERLERİ…”(19)
Üstad’ın şiirlerine yapılan besteleri kısaca şöyle değerlendirebiliriz: Yücel Arzen’in senfonik tarzda bestelediği Sakarya Türküsü ön plana çıkıyor. Şiir ile uyum sağlamış ve zenginlik verilmeye çalışılmış. Uğur Işılak’ın senfonik tarzda besteleri bulunmaktadır. Canım İstanbul bestesi dikkatimi çekenlerden. Grup Büyük Doğuş gibi amatör çalışmaları da hatırlatalım. Ayrıca dinleyebildiğimiz ve dikkatimizi çekenleri sayalım: Kaldırımlar (Aykut Kuşkaya bestesi), Kaldırımlar (Orhan Eren ve Yücel Arzen bestesi, seslendiren Funda Arar), Dağlarda Şarkı Söyle (Taşkın Ongunman), Veda (beste ve seslendiren Alaaddin Yavaşça), Uyan Yarim (Fırat Kızıltuğ bestesi, seslendiren Esma Başbuğ).
Sonuç
Müzik ruhun derinliklerinden gelen bir sestir. Bunun için denmiş, “Müzik, ruhun gıdasıdır.” diye. Ruhun acısından özgürlüğü duymak gerekir. İç âlem düzeni tertibi peşinde koşan insan bu acıyı da hissedecek, güzeli de arayacaktır. İç âlem düzeni tertibi gayesi olmazsa insan huzuru da bulamaz, hakikî güzel sesi de yakalayamaz. Önce iç sesini, ruhunun dinginliğini dinlemeyi bilmek gerek, bu husus kalbin ritminde, nefesin sesinde de yakalanır.
Güzeli tanımak, anlamak zordur. Güzel, insan ruhunu acıtır. Güzele ulaşmak uçurumun kenarında yürümek gibidir, aşağıda her zaman uçurum (süflî olan) vardır. Güzeli korumak ve onunla kanatlanmak ergin bir zevkle mümkündür ancak. Bu erginliğe ermeye bakmalı, popülist ve günübirlik zevklerden uzak durmalı. “Dudağa göre lezzet değil, lezzete göre dudak” dâvası. Giyeceği kıyafet için renk seçmek ve sadece duyumcul olana odaklanmak “soylu güzel” değildir. Bütün bunların üstünde acılarla olgunlaşan bir idrak seviyesidir güzel.
Günümüzde eğlenmek ile mutlu olmak birbirine karıştırılıyor. Güzellikten anlaşılan ise mevcut kültürün gıpta ve kıskançlığa dayalı hiyerarşisine kapılmak zannediliyor. Buna katılanın kendi de farkında değil ve maalesef muhafazakârım diyen de bu sürü psikolojisine ayak uydurmuş. Sürü psikolojisine kapılmak ise kolay. Çünkü daha az emek istiyor, insanı arayış çilesinden kurtarıyor. Ancak kolaycı ve ucuz bir nesil doğuyor.
Bir fikrin yayılması için yapısal formlarla taşınması gerekir. İyi müzik, iyi resim gibi. Estetik forma girmeyen bir dâva yaşayamaz, sürdürülemez. Üstad Necip Fazıl şöyle tavsiyede bulunuyor: “Umulur ki, 15. İslâm Asrının yenileyicisi İslâmda estetik plânı başa alsın… Zira güzellik, hesap ve kitap sordurmadan, yakalayıcı, zapt ve feth edicidir.”(20)
“İbadet sanattır” anlayışındaki Müslüman için, başta musikî olmak üzere, temel ahlâkî ve estetik değerlerimizin taşıyıcısı olan İslâmî sanatlar bizi Allah’a ulaştıran bir köprüdür. Ona ulaştırmayan ve bizi güzelliğin kaynağıyla buluşturmayan her eser, müessire perdedir. Dolayısıyla her ameliyle bir eser vücuda getiren insan, amelini yerli yerince ve güzel bir biçimde ifa etmekle mükelleftir. Her an yeniden var olan ve daimî bir devinimle hayat bulan suretler âlemini yenilenmiş, yeni bir bakışla görebilmenin ve güzelliğin kaynağıyla buluşabilmenin yegâne yolu budur.
Netice itibariyle, kâinat ritimden ibarettir. Her şey ritmini kaybettiği zaman hastalıklar da artıyor, huzursuz bir toplum doğuyor. Müzikte, sanatta aranan aslında insanın kendi iç sesinde yaratılıştan gelen âhenktir. Necip Fazıl’ın bütün fikriyatı bu âhengin açığa çıkmış hâli, usta bir bestesidir.
Dipnotlar
1-Necip Fazıl Kısakürek, Çerçeve 3, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2016, s.47.
2-Müslim, İmân, 1/33.
3-Ebu Davud, Salat 355 (1468).
4-Necip Fazıl Kısakürek, Konuşmalar, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2017, s.203.
5-Necip Fazıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2009, s.8.
6-Necip Fazıl Kısakürek, Peygamber Halkası, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2012, s.8.
7-Kısakürek, a.g.e., s.156.
8-Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2017, s.253.
9-Necip Fazıl Kısakürek, Konuşmalar, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2017, s.102.
10-Necip Fazıl Kısakürek, Konuşmalar, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2017, s.232.
11-Necip Fazıl Kısakürek, Rapor 4, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1979, s.14.
12-Necip Fazıl Kısakürek, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2019, s.253.
13-Necip Fazıl Kısakürek, İman ve İslam Atlası, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2017, s.311.
14-Necip Fazıl Kısakürek, Konuşmalar, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2017, s.255.
15-Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1978, s.203.
16-Necip Fazıl Kısakürek, İman ve İslâm Atlası, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2017, s.311; İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2017, s.255.
17-Salih Mirzabeyoğlu, Şiir ve Sanat Hikemiyatı, İBDA Yayınları, İstanbul, 1998, s.176.
18-Necip Fazıl Kısakürek, Çerçeve 1, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2016, s.82.
19-Mehmet Gültekin, Necip Fazıl ve Müzik, Tohum Dergisi, Güz 2016, s. 156.
20-Necip Fazıl Kısakürek, İman ve İslam Atlası, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2017, s. 281.
Baran Dergisi 758. sayı 22.07.2021