Yüreğim Bağlı Değil
Mesnevî hikâyeler başlıklı yazı dizimize devam ediyoruz.
*
Din bilgininin yolu tımarhaneye düşmüştü.
“Gidip bir gezeyim delilerin hâlini göreyim.” diyerek kapıyı çaldı.
Girince, elleri ayakları bağlı bir delinin sevinç içinde bağırıp çağırdığını, keyiften sarhoş olduğunu gördü.
Yanına giderek:
-Yahu... Elin ayağın bağlıyken bu neşe nedir? Tutsaksın, görmüyor musun hâlini? dedi.
Deli:
-Elim ayağım bağlı benim! Yüreğim bağlı değil. Gönlüm özgür olduktan sonra tutsak olmuşum, ne çıkar? İki âlem dediğin nedir? Bir deniz, adı da gönül. İşte o denizde hürüm ben!”
Dünya hayatı kontrol edebileceğimiz ve asla değiştiremeyeceğimiz olgulardan, durumlardan ibaret... Bu ikisinin ayrımını yapabilen insanların gönül zenginliği tarif edilemeyecek kadar büyük ve güzel. Kontrol edebileceği şeylere odaklanan insan, ne durumda olursa olsun mutluyken, iradesi dâhilinde olmayan dışsal sebeplere bağlanan insan, o sebeplerin kölesi, esiri oluyor çoğu zaman. Mutluluğu kazancına, konforuna, yaşam şartlarına yani kontrolünde olmayan şeylere bağlayan insan, genellikle her şeyle problemli oluyor ve çevresindekilere de zarar veriyor. Çünkü böyle insanlar hep kendini önemseyen, kendisini merkeze koyan narsisist kişilik yapısında. “Dünyaya bir defa geldim.” der, çıkarına uymayan bir şey olduğunda “Özgürlüğüm kısıtlanıyor.” der ve maalesef kendiyle birlikte etrafındakileri de tüketir. Tıpkı bir kanser hücresi gibi. Büyür, büyür. Etrafındaki dokuları yutar. En sonunda ölür ama beslendiği vücudu da öldürür. Bu noktada narsisist kişilikleri keskin bir şekilde uyarıp toplumsal yapıda yer edinmelerini engellemeliyiz sanki. Öte yandan cemiyet hayatındaki sosyal sınırlar da burada hatırlanması gereken bir başka önemli konu. Yine aynı şekilde kontrol ve sınırlar mevzuunun izahının olduğu tek yerin Tevhid inancı olduğunu da hatırlıyoruz.
Mevlana Hazretleri bu hikâyesinde bize duygusal özgürlüğün, gönül zenginliğinin insanı mutlu etmek bağlamında fiziksel özgürlükten daha önemli olduğunu vurguluyor. Bir insanın fiziksel özgürlüğüne müdahale edebilirsiniz. Ama duygusal özgürlüğünü asla kısıtlayamazsınız. Bir şeyi zorla yaptırabilirsiniz fakat zorla istetemezsiniz. Tıpkı inancımızın gönül rızasına ve kalpteki iman zenginliğine bağlı olması gibi. İnanç gücüne hiçbir şey karışamaz. Çünkü o yalnız kişinin kontrolünde olan bir şey. Hikâyede geçen deli de özgürlük meselesine gönül zenginliği açısından baktığı için, elinin, ayağının bağlı olmasının önemli olmadığını duygusal dünyasında hür olduğunu söylüyor. Özgürlüğe farklı bir perspektiften bakıyor yani. İnsanların özgürlük adına sorumluluklardan kaçtığı bu günlerde bu hikâye sayesinde asılı görebilir ve gösterebiliriz. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu konferansında şöyle demişti; “Hani diyoruz ya yaşama hakkı falan... Biz dünyaya aslında yaşama göreviyle geldik o hak da o görevden doğuyor.” O sebeple bir görev varsa hak olur. Bir insana bir görev, sorumluluk veriliyorsa, yetki de verilmesi gerekir sanki. Yaradılışımız da bu yönde değil mi zaten? Allah (c.c) Ramazan ayında bizlere oruç ibadetini farz kılıyor. Fakat yeterli güce, sağlığa sahip değilsek, fidyesini vermemizden sorumlu tutuyor. Yapamayacağımız, elimizde olmayan hiçbir şeyi istemiyor.
Özgürlük ve sorumluluk arasındaki dengeyi bozan en büyük etkenin modernizm olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü modernist kurgu özgürlük anlayışını insanlığa zevklerin peşinden koşulması biçiminde telkin ediyor. “Canının istediğini yap, eğer yapamıyorsan özgür değilsin” diyor. Vicdani, etik, toplumsal kuralları hiçe sayan bu durum yaradılış formülünü bozuyor. Dengeyi alt üst ediyor. Sonra psikolojik rahatsızlıklar boy gösteriyor. Bir de kendisine söylenen her “hayır”ı özgürlüğüne vurulan bir ket olarak algılayanlar da var. Bu durumdaki kişiler sürekli kendini koruma psikolojisi ile hareket etmek zorunda hissettiği için her an toplumla çatışmaya giriyor. Kaygılı oluyor her zaman. Bu dünya her daim kaygı duyulması gereken bir dünya mı? İnancımız sayesinde kesinlikle biliyoruz ki; hayır. Çok rahat olunması gereken, hiçbir şeyin ciddiye alınmayacağı, korku ve kaygının sıfır olduğu ya da olması gerektiği bir dünya mı? Yine inancımızın gösterdikleri sayesinde biliyoruz ki; o da hayır. Demek ki, her konuda olduğu gibi bu mevzuda da denge şart. İç dünyamızda olması gereken bu denge bahsinde tek avantajlı olan da biz Müslümanlar... Çünkü Mütefekkir in konferansında bahsettiği hakikati tekrarlarsak bu noktada; “Bizim Mutlak’ımız konuşuyor” demişti. Bizim bir mukaddes kitabımız var. Bize örnek teşkil eden bir Peygamberimiz var. Onun hadisleri var sünnetleri var. Sahabî Efendilerimiz, evliyalarımız, âlimlerimiz var. Asla başıboş bırakmayan Mutlak bir güç var. Ama dünyevileşmenin, sekülerleşmenin haddini fazlasıyla aştığı bu çağda, denge bozuluyor işte. Basit bir akıl yürütmeyle tespit edilecek bu olgu göz ardı ediliyor her seferinde. Ve başka yerlerden medet umuluyor. Üzücü olan da bu.
Sonuç olarak; tevekkül dinimizin önem verdiği bir gereklilik. Fiil, eylem de öyle. Hikâye bize bu ikisinin ayrımını yapmanın, sınırlarını bilmenin önemini düşünmeyi hatırlatıyor. Bununla birlikte yapabilecek hiçbir şeyin kalmadığı zamanda bile aslında şuur seviyemizi değiştirip bakmanın yapılabilecek bir şey olduğunu anlatıyor. Çaresizliğe düşmenin yerine bakışımızı değiştirmenin güzelliğini. Bununla birlikte bazı kurallar performansımıza engel olur. Doğru. İşte kişinin bu noktada karşısına çıkan bu kuralın değiştirilip değiştirilemeyeceğini düşünmesi gerekiyor. Değiştirebileceği bir şeyse değiştirir, fakat değiştiremeyeceği bir şeyse alternatif çözüm yolları bulabilir. Hayattaki tek çaresizlik ümitsizlik değil mi aslında? Hayat olduğu sürece ümit hep olmalı.
Aylık Dergisi 200. Sayı Mayıs 2021