Kendimizi dinleyecek bir zamanımız yok. Halbuki iki dakika hiçbir şey yapmadan durabilirsek, düşünebilirsek o duygusal durumun, o acının bize bir şeyler öğretmek için geldiğini göreceğiz. Bu sebeple de hayata bir ton olarak böyle bakabilmeliyiz sanki. “Ben kendimi sürekli iyi hissetmek zorunda mıyım?”
Her şeyin birbirine karıştığı bu zamanda, doğru yaşamaya dair ihtiyaçlarımızdan birisi de kendi duygusal dünyamızın farkındalığı gibi görünüyor. Bu çıkarım yaşadığımız bu şartlar içerisinde gerekli ve yerinde sanki. Çünkü ortalık çok karışık, psikolojik sağlığımız hiç yerinde değil, her şey laçka olmuş vaziyette, gelişine davranabileceğimiz bir zamanda değiliz çünkü gelen çok şey var.
20. yüzyılda kuantum fiziğinin denkleme girmeye başlamasıyla artık birçok tıpçı uzman hastanın duygusal dünyasını göz ardı ederek tedavi edemeyeceğini belirtiyor. Her türlü problemimizin (sadece bedendeki hastalıklar değil) ne yaşıyorsak yaşayalım maddi sıkıntılar, hayata dair çözemediğimiz sorunlar, ilişkilerimizdeki çatışmalar dahil duygusal sistemde bir karşılığı var ve bu karşılık yüzde 50 artı gibi ciddi bir oran. Utandım, kızdım, öfkelendim, hayal kırıklığına uğradım gibi birçok duygunun fiziksel sistemimizdeki karşılığını düşünebilirsek başta durumumuzu buna göre ayarlayabilir, kendimizi koruyabilir ya da daha verimli bir alanda tutabiliriz gibi. Geri dönüşü olmayan ve ileride pişman olacağımız eylemlerden uzak durabiliriz. Davranışlarımızı bilinçli seçimler haline getirebiliriz.
Türkiye'de psikolojinin gelişimine baktığımızda özellikle 1990'lı yılların kişisel gelişim paradoksunda pik yaptığını görüyoruz. Kişisel gelişim havuzu bize çok büyük bir yanlışın kapılarını açtı sanki. “Sürekli kendini iyi hissetme hâlini kovalama...” Bu hâl zamanla bir hastalığa dönüştü. Artık iki dakika bile canımız sıkılamıyor. Arkadaşımız üzgünse onu hemen coşturmak, moralini düzeltmek zorundayız. Ya da onun üzgünlüğünün bize zarar vereceğini düşünerek yanından kaçmak zorundayız. Çünkü biz kendimizi her zaman iyi hissetmeliyiz. Oysaki zorlanmalı durumlar olmadığında psikolojik dayanıklılığımızın direnci düşüyor. Nasıl ki soğuk algınlığı bağışıklık sistemimizi kuvvetlendiriyorsa, bu tip zorlanmalı durumlarda psikolojik sağlığımızı kuvvetlendiriyor. Ama bunu hiç dikkate almıyoruz. O nedenle de üstesinden gelemediğimiz duygular yaşadığımızda veya yaşamak zorunda kaldığımızda cehennemle karşılaşıyoruz. Çünkü oradan nasıl kurtulabileceğimize, o duyguyla nasıl baş edebileceğimize dair zihinsel bir çalışmamız yok. Çoğu uzman bile işlevselliğin bozulmasın diye hemen acıyı geçirecek ilaçlar veriyor. Mesela kişi yakınını kaybediyor seneler boyunca depresyona giriyor poşet poşet antidepresan yazılıyor. O kişi ile aranda çok büyük bir duygusal bağ olabilir duyguların kuvvetli de olabilir. Ama ölüm gibi hayatın doğal bir parçasına bu kadar yabancı isen neden yaşıyorsun ki? Kimse bunu sormuyor, çünkü iyi hissetme sisteminde yuvarlanıp gidiyoruz. Kendimizi dinleyecek bir zamanımız yok. Halbuki iki dakika hiçbir şey yapmadan durabilirsek, düşünebilirsek o duygusal durumun, o acının bize bir şeyler öğretmek için geldiğini göreceğiz. Bu sebeple de hayata bir ton olarak böyle bakabilmeliyiz sanki. “Ben kendimi sürekli iyi hissetmek zorunda mıyım?”
Psikolojik dayanıklılığımızı, istikrarı, psikolojik bağışıklığımızı korumanın bir diğer yöntemi de şu olabilir: Karşılaştığımız her şeyde bize rol model olan bilge bir insan tipi... Bu konuda en büyük avantajın biz Müslümanlarda olduğu da aşikâr. Başta kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Peygamber Efendimiz... Diğer peygamberlerden her biri... Sahabeler... Veliler... İslâm Âlimleri... Kadınlardan örnek; Peygamber Efendimizin sevgili zevceleri, Sahabe hanımlar yakın tarihten örnek olarak: Üstad Necip Fazıl'ın ve Dünya Çapında Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun eşleri... Yaşadığımız duygusal durumlarda, eyleme geçmeden önce, örnek aldığımız bu bilge insanın nasıl davranacağını düşünmek zihinsel çözümleme açısından çok büyük katkı sağlayabilir. Bu konuda da şu hataya düşmemek gerekiyor sanki. “O koskoca peygamber”, “o koskoca İslâm âlimi”, “o koskoca peygamber zevcesi” cümlelerini sıklıkla kuranların düştüğü yanılgı... Bu insanlar genellikle bunları telaffuz ederler ama karşısındaki insanın Peygamber, İslâm âlimi ya da veli olmasını beklerler. O sebeple bu noktaya dikkat etmek önemli... Bize rol model olan bilge insanın, iyi ve kötü şeyler başına geldiğinde, sarkaç etkisini minimal düzeyde yaşadıklarını görüyoruz. Yani hep ölçülü... Sevinçli bir durumla karşılaştığı zaman biraz seviniyor, üzüntülü bir durumla karşılaştığında biraz üzülüyor. Allah'ın izin verdiği sınırlar içerisinde yaşıyor her şeyi. Mühim olanın da bu olduğuna inanıyoruz. Büyük Doğu Mimarı’nın ifadesiyle; “Hudut içinde hudutsuz” davranabilmek...
Aslında bu iki önerinin de dayandığı nokta şu; hayata dair bir anlamsal çerçeve... Bu yoksa duygusal dünyamızın farkındalığı, bize bir katkı sağlamayacak muhtemelen. İnsan bu dünyaya hazlarının peşinde koşmak için gönderilmemiş, bu çok belli. O yüzden bir an önce,
“Ben bu dünyada neden varım?”, “Nereye gidiyorum?”, “Beni yaradan benden ne istiyor?” gibi o manevi alanın çerçevesi olacak soruların üzerinde düşünmek, çalışmak gerekiyor. Çünkü biliyoruz ki, iyi güzel ve doğru olan hiçbir şey gökten zembille inmeyecek ya da mesaj olarak yağmayacak. Çalışmak demek bir kas gücü demek ve Müslümanın sonuç odaklı değil süreç odaklı olması gerektiğini de biliyoruz ve inanıyoruz.
Aylık Baran Dergisi 26. Sayı, Nisan 2024