Kişinin kendini tanıyabilmesi ve ifade edebilmesi için elzem basamaklardan biri de “merhamet”... İnsan kendisi için neyin doğru olduğunu, neyin yanlış olduğunu, neyi iyi yapabildiğini, neyden uzak durması gerektiğini, ruhunun neyi çektiğini öğrenebilir, bilebilir.
“Hikmet” bilgelik demek... Tasavvufi kaynaklardaki bir diğer manası da; “Bir şeyi yerli yerine koymak”... “Bir şeyi yerli yerine koyma”nın zıt manası ise “zulüm”... Dolayısıyla, “Nefsimize o kadar zulüm etmeyelim, canımız bir şeyi çok istiyorsa, inandığımız değerlere uymuyorsa bile yapalım” dediğimizde aslında nefsimize zulmetmiş oluyoruz. Çünkü tasavvuf literatüründe nefs, ruhun ham hâli... Biz nefsi ruh seviyesine tekamül ettirmekle sorumluyuz. Nefse her istediğini verdiğimiz zaman onu olması gereken yere götürmüyoruz. Ruh seviyesine erişmesine, olgunlaşmasına engel oluyoruz. Blokaj koyuyoruz. Hikmet sahibi olan taraf değil de, zulüm eden taraf oluyoruz. Bunun gibi birçok kavram anlamını kaybettiği ve içi boşaltıldığı için yanlış sonuçlar doğuruyor. Bu kavramlardan biri de; “Merhamet”...
Merhamet bugün çok kötüye kullandığımız, yanlış öğretilen ve muhtemelen de manasını yitirdiği için hayatımızdan çekip giden önemli bir kavram... Büyük Doğu Mimarının tabiriyle;
“Hava gibi su gibi muhtaç olduğumuz bir iksir, baş aşağı bir cemiyeti baş yukarı edecek bir kudret”...
İnsan dünya hayatında canlı cansız her şeye tesir eden etken bir varlık olduğu için bu kavramın eksikliği insana has olan çoğu özelliği kaybettiriyor. Yaptıklarımızdan ve yapacaklarımızdan ötürü çevremizdeki her şeyi etkilediğimizin ve etkileyebileceğimizin farkında olmamanın sonucunu son 5-6 yıldır yaşadıklarımızla çok net görüyoruz artık. Koşullar iyi, doğru ve güzel yönünde değişime zorluyor bizi. Biyolojimiz bas bas bağırıyor. Bir gemide olduğumuzu düşünelim. Biz kaptan köşkündeyiz ve kazan dairesindeki görevliler diyafonla bize mesaj gönderiyorlar. “Yaptığın işlerin çoğu fıtratına uymuyor, ters giden bir şeyler var, basınç giderek yükseliyor, artık dayanmam mümkün değil, kendine gel!”... Fakat biz bütün insanlık bu sese kulak vermek, ona uygun bir şeyler yapmak yerine diyafonu kapatıyoruz. Halbuki o kazan dairesinden gelen hata mesajını susturmanın kime ne faydası var? O kazan patlarsa o gemi batar. Zihnimizde kurguladığımız şartları (bu arada içinde bulunduğumuz şartların bir çoğunu aslında zihnimizde oluşturuyoruz) biyolojimize adapte etmek yerine biyolojimizi şartlara uydurmaya çalışıyoruz. Bu durumun ortaya çıkardığı arızaya içinde bulunduğumuz medeniyetin her alanında şahit oluyoruz. O sebeple kendini bilmek tanımak biraz biyoloji okumak şart gibi gözüküyor.
Kişinin kendini tanıyabilmesi ve ifade edebilmesi için elzem basamaklardan biri de “merhamet”... İnsan kendisi için neyin doğru olduğunu, neyin yanlış olduğunu, neyi iyi yapabildiğini, neyden uzak durması gerektiğini, ruhunun neyi çektiğini öğrenebilir, bilebilir. Bilgece kararlarla bu yolda ilerleyebilir. Tamam da... Acaba sürekli kendisi için iyi olan yolu tercih etmek en optimal tercih midir? İçinde bulunduğu bütünün işleyişine en fazla katkı sağlayacak olan yolu nasıl tespit edebileceğine dair eksik olan basamaklardan biri de merhamet basamağı gibi görünüyor. Çünkü; merhameti olması gereken yere koyan, doğru biçimde anlayabilen bir insan kendisini daha iyi tanıyabilir.
Neden mi?
Merhamet kelimesine etimolojik olarak baktığımızda Arapça -r, h, m‐ harflerinden türetilmiş olduğunu görüyoruz. Rahim kelimesi ile aynı kökenden geliyor. Dolayısıyla bu iki kelime bağlantılı gibi gözüküyor. Rahim bebeğin içinde yetiştiği Latince uterus denilen kadın bedeninde bir organ. Bu organın görevine yakından baktığımızda içinde “plasenta” denilen bir yapı görüyoruz. Plasenta anneden bebeğe bebekten anneye neyin geçmesi gerektiğini adeta bir gümrük memuru itminanıyla denetleyen hassas bir laboratuvar. Bu laboratuvar madde alışverişini düzenlerken, anneye sadece ve sadece ihtiyacı olan kadarını bebeğe sadece ve sadece ihtiyacı olan kadarını veriyor. Bu şekilde bakıldığı zaman, rahim kökeninden türetilmiş olan merhametin, yüksek koşullarda olanın düşük koşullarda olana duyması gereken acımamsı bir duygu olmadığı anlaşılıyor. Bunlardan yola çıkarak Merhameti “hakkı olana hakkını vermek” olarak tanımlayabiliriz. Bu kavramı bütün çerçevesiyle anlayabilen bir insan kendisinin hakkını sonuna kadar verir. Gereksiz yerlerde başıboş dolaşmaz. Sonunu getiremeyeceği işlere hiç başlamaz. Enerjisini nereye ve ne kadar harcaması gerektiğini bilir. Bu durumun mecburi bir çıktısı olarak da etrafındaki diğer insanlara diğer canlılara diğer her şeye hakkını verir. Diğer insanlardan kapasitelerinin üzerinde bir şey beklemez. Aksiyonları tarafından somut soyut her şeyim zarar görebileceğini düşünür ve hiçbir şeyin hakkını gasp etmez. Dolayısıyla bütüncül bir iyilik anlayışında olabilir sanki.
Aylık Baran Dergisi 31. Sayı, Eylül 2024