Birçok psikolog ve psikiyatristin tespitine göre; Amerikan psikolojisinin başımıza bela ettiği klişelerden biri de: “Her istediğini yapabilirsin, başarabilirsin, sen yeter ki iste!”...
Kaynaklara göre; psikoloji Almanya'da ortaya çıkan bir disiplin... Buna karşın ağırlıklı olarak Amerika'nın egemenliğinde olduğu için ve Dünya, Amerika'nın ortaya koyduklarını evrensel gerçekler olarak koşulsuz kabul ettiği için olsa gerek, bu tür kişisel gelişim sloganlarıyla zehirlendik çoğumuz. “Başarmak istiyorsan ilk önce kuvvetle isteyeceksin.” “En büyük başarılar istemekle başlar.” Bu sloganları duyunca kulağa güzel geliyor ama acısı sonra çıkıyor. Yalnız istemekle başarmak arasında bir sebep sonuç ilişkisi var zannetmenin bedelini, çok ağır bir şekilde ödeyenler de oldu, hafif kurtulanlar da... Fakat hepimiz zehirlendik. Sürekli isteyip de başarılı olamayanların yaşadığı hayal kırıklığı, çaresizlik, tükenmişlik gibi duygular duygusal dünyada olması gereken koyulamayıp kontrol edilemediği için muhtemelen, öfkeye dönüştü. Ve bugün depresyonun en büyük nedeninin; hayal kırıklıkları, sürekli hayal kırıklığını izleyen çaresizlik, sürekli çaresizliği takip eden tükenmişlik ve tükenmişliği takip eden öfkenin nerelere kadar uzandığını hepimiz görüyoruz maalesef.
Burada yaşamışlığı olan önceki kuşaklardan öğrendiğimiz şu tecrübeyi de hatırlamak faydalı olacaktır. Hayatta hiçbir şey sebep sonuç ilişkisi içinde ilerlemiyor. Her şeyin gözle görülen bir sebebi olmak zorunda değil çünkü “hayatın kökeni sır”... Bunu bu şekilde ifade etmiyorlar veya edemiyorlar belki ama davranışlarından çıkaracağımız ders bu sanki. Hayatı manalandırabilmek için de bu tecrübeden faydalanmakta çok büyük yarar var gibi görünüyor. Öte yandan, Büyük Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'nun eserlerinde geçen tespitlerin birçoğu, 21. Yüzyılda Kuantum Fiziği, Kaos Teorisi ve özellikle izafiyet teorisi gibi alanlarla ispatlanıyor artık. Bu bulgular bize gösteriyor ki; hayat sadece beş duyu ile algılayabileceğimiz somut gerçeklerden ibaret değil, hayat kelebek etkisi ile ilerliyor yani yaptığımız küçük şeyler hayat için büyük şeylere dönüşebiliyor ve her şey ihtimal dahilinde... Ama biz hâlâ bilardo topu gibi zannediyoruz dünyayı. Şuraya vurursam buraya gider, şuna çarparsa böyle olur, mekanik düzenekler... Şu olursa mutlu olurum gibi aklımızın en süfli bölümünde yaşamaktan bir türlü kurtulamıyoruz. Bu sorun da mevzu edilecek ayrı bir mesele.
İstemekle başarmak arasındaki ilişkiye geri dönecek olursak; tabii ki bir konuda başarılı olan insanların hepsi kuvvetle isteyenlerin arasından çıkıyor. Ama isteyenlerin hepsi başarılı olamıyor. Hayalleri ile istekleri arasında köprü kurabilen insanlar hayallerini yaşayabiliyor. Orta ve uzun mesafeli koşu olimpiyatlarında başarılı olan atletlerin çoğu hatta hepsi siyahi. Genetikleri buna uygun şekilde... Burada anlamamız gereken, demek ki beyazlar yeterince istemiyor mu olur ya da kollarını kullanmakta zorlanan fizikî engelli birinin tenis dalında başarısız olması isteyip istememesiyle alakalı olabilir mi? “Herkes yapıyor, sen de yapabilirsin! Senin yapanlardan neyin eksik!” gibi yanlış yaklaşımlara bir de “Beynimizin yüzde 3'ünü veya yüzde 5'ini kullanıyoruz aslında” gibi nereden çıktığı belli olmayan asılsız mesajlar eklenince, zaten bu yüzyılda haddinden çok çok fazla yüklenilen “bilinç” işinin içinden çıkamaz hâle geliyor. Hayaller, gerçekler, özlemler, beklentiler, umutlar vb. birçok duygu zihnimizde birbirine giriyor. Kontrol edebileceğimiz veya edemeyeceğimiz durumları karıştırdık. Her insanın farklı olması için en önemli faktör olan genetik yapısı, büyüdüğü çevre, gelenekleri, inançları kısacası içinde bulunduğu şartlar farklı... İsteyenlerin hepsinin başarılı olması veya isteyenlerin hepsinin yapabiliyor olması ancak her insanın aynı potansiyele sahip olması gibi fizyolojiye ve biyoloji uymayan bir varsayımla başlanmasını gerektirmez mi?
Bir de özellikle son yıllarda hayatı yönetmeye çalışan elbette ki bunu başaramadığı ve kendi hayatında kontrolünde olan durumlara da çaba sarf etmediği için başkalarının hayatlarını yönetmek gibi kendi kendine bir misyon yükleyen insanlar psikolojiye sahte bir disiplin eklediler. Yeni tanıdığınız kişilerden oluşan 5-6 kişilik bir sohbet grubunda mutlaka bir iki yaşam koçu çıkıyor. Bu motivasyonel konuşmacılar(!) da son derece yanıltıcı birtakım sloganlar oluşturuyorlar. Mesela, “Başarmak için ne lazım, kendine güvenmen lazım. Kendine güveneceksin! İnsanların gözüne bakacaksın, postürünü dik tutacaksın, sesine özgüvenli bir ifade vereceksin!” Oysaki hiç kimse kendine güvendiği içini başarılı olmuyor, başarılı insanların özelliği kendine güven duyması... Daha doğrusu o insanlar özgüvenden ziyade öz saygı sahibiler... Zaten bugün biliyoruz ki; kendisine güven konusunda pik yapmış olan kişiler psikopatlar ve narsistler.
Sonuç olarak; buradaki temel sıkıntı şu sanki; karşılaştığımız olumlu-olumsuz her durumun altında mutlaka bir sebep sonuç aradığımız için muhtemelen, bir şeyin birlikte olması ile sebebi olması birbirine karıştırıldı. Mesela, yağmurlu havalarda şemsiye kullanırız ama şemsiye açtığımız için yağmur yağmaz. Zihinlerdeki bu karışıklık sonucu böyle bir durum ortaya çıktı. İsteklerimiz ile hayallerimiz arasındaki köprünün ilk bölümü yatkın olduğumuz işi bulmak ve yapmak. Hangi konuda iyi olduğumuzu hangi alanda potansiyelimiz olduğunu bilmemiz ve bu potansiyelin ancak ve ancak baskı altında ortaya çıktığını da unutmamak gerekir gibi görünüyor.
Aylık Baran Dergisi 29. Sayı, Temmuz 2024