Türkiye’nin manzarası tam bir kaos arz ediyor. Her şey alt­üst olmuş, her kafadan bir ses çıkıyor, kısaca ortalık toz duman. Bir fetret dönemindeyiz, bir zulüm ve kar­gaşa dönemindeyiz.
Türkiye bin bir parçaya bölünmüş; kurtarıcı bir fikre ve kurtarıcı bir lidere muhtaç; ve dış şartlar bunu ihtar ediyor. Artık bu şekilde gidemez Türkiye; bun­da herkes müttefik. 80 küsur yıllık reji­min sonu geldi; batıcı grup (ulusalcı) gidip, başka bir batıcı grup (küreselci) gelse de bu olumsuz tablo değişmez. Türkiye, büyük bir siyasî dönemeçte; ya olacak, ya ölecek!
Batıcılar bizi batırdı... Kelin merhe­mi olsa kendine sürerdi. Fransa Cum­hurbaşkanı Jach Chirac, görev süresinin bitimine 3 ay kala şöyle diyor: “Libera­lizm, komünizm kadar tehlikeli ve o da çökecek. İkisinin arasında çözüm arıyo­ruz.”
Batı, yeni bir model, yeni bir yol arı­yor; çünkü mevcut sistemleri iflas et­miş. Bizim Batıcılar ise, batının iflas et­miş sistemleri etrafında dolanıp duru­yorlar. Bizdeki Batıcılar, ne Batıyı bili­yor, ne İslâmî; maymunlaşmışlar ve Ba­tının kuklası -oyuncağı derecesine düş­müşler. Bizdeki Batıcılar İslâm hayat tarzından korktukları için, nefslerine hi­tap eden Batı hayat tarzının aşağılık hâline razılar. Yani akılları ile düşün­müyorlar, nefslerinin emrinde çalışıyor beyinleri. Bu peşin fikirlerine (batıcı hayat tarzı) göre değerlendirme yapı­yorlar, tercihte bulunuyorlar. Onun için Batıcıların derdi fikir değildir, hakikât değildir, sahici insan soyu değildir. Ba­tının buhranı ve muztaribleri bizdeki Batıcılar için de emsal olmaz. Bu çap­sızlıkları yüzünden Anadolu toprakları­mızda yeşeren ve Batı Tefekkürünü ve İslâm Tasavvufu kanatları arasında yük­selen BD-İBDA dünya görüşüne de düşmandırlar.
Aslında kaos bütün dünyada; yeryü­zünde ne ruhî, ne fikrî, ne siyasî, ne İk­tisadî, ne İçtimaî bir nizam kalmış. Ta­biat şartlarından tutun da beslenmeden eğitime, üretimden bölüşüme, iklimler­den depremlere her şey kaos ve kıyamet şartlarında.
Hep böyle olmuş; büyük zuhurlar öncesi dünyada büyük alt-üstler yaşan­mış, büyük kaynaşmalar olmuş. Yaşı müsait olanlar bilir, 30-40 sene önce dünya böyle hareketli değildi. Mesela uçak kazaları pek olmazdı, depremler nadir olurdu, bir ülkede 5-10 kişi ölse gazetelerde haberi olurdu. Şimdi ise binlerce kişi ölüyor, gazetelerin iç say­falarında ufak bir yer alıyor. İnsanlar sanki böcek gibi ölüyorlar, ne öldüren öldürdüğünün şuurunda(bir düğmeye basıyor, binlerce kişiyi görmeden öldü­rüyor) ne ölenler de öldüğünün şuurun­da. İnsanın neden yaşadığım ve neden öldüğünü veya öldürdüğünü bilmesi gerekmez mi?
Olumsuz bir tablo çiziyoruz hep. Olumsuz gidişatı olumluya evirecek dünya çapında bir fikir ve aksiyon mih­rakına bağlı olmanın verdiği şuurla şu­nu özellikle söyleyebiliriz: Denizler du­rulmaz dalgalanmadan!
Bir kör dövüşüdür gidiyor Türki­ye’de. Ulusalcısı, küreselcisi, muhafa­zakârları, milliyetçisi, İslâmcısı, İslâmsızı, sağcısı ve solcusu, ne istedi­ğini tam bilmiyor. Çünkü bir dünya gö­rüşünden hadiselere bakılmadığında tu­tarlı bir yön tayini yapmak imkansız. Bu kör dövüşünde, şaşmaz bir şekilde yönünü bilen tek mihrak var, o da İBDA’dır. Her görüş bir bir iflas ederken, yıldız gibi parlayan ise İBDA oluyor; dostları ona göre yön çizerken, düşman­ları ise ona karşı olarak kendilerine yön bulabiliyorlar. Böylece İBDA dilinin de etkisi görülüyor, dostları askeri olurken, düşmanları tersinden de olsa hizmetçisi oluyor.
Demek ki bu kör dövüşü hengame­sinde, tezatsız bütün bir ideolojiye ve bunun tertip plânına (kendinden zuhur ve cepheleşme*vs. ile) sahip olan ve al­ternatif olarak iktidara yürüyen tek ha­reket İBDA’dır.
Ülke bir iç savaşta; bölünmüşlük parçalanmışlık her tarafta hakim ve her grup diğerine diş biliyor, her fert adeta birbirinin kanma susamış. Gelir dağılı­mında en adaletsiz ülkeler arasında baş sıralardayız, dünyada faizin en yüksek olduğu ülke biziz. Yer altı ve yerüstü kaynaklarının harıl harıl satıldığı ülke, “bir koyup üç alma” uyanıklığında çar­pılan ülke.
17 aylık bebelere tecavüz edilen, devlete emanet edilen yurtlarda işlen­medik şenaat kalmayan, hakimi kerha­ne işletmecisi çıkan, bütün üniversitele­ri yolsuzluk içinde yüzen, halkı yoksul­luk ve açlık sınırında gezen, medya çe­teleri ile halka terör estiren, borçlanma ile yabancılara peşkeş çekilen bir ülke­de manzara “saadet” midir yoksa “kor­kulu ve heybetli” mi?
Destanlık çapta mücadelesi ve Salih Mirzabeyoğlu’nu yetiştirmesiyle yolu­nu aydınlatan mütefekkir yetiştiren mü­tefekkir Necip Fazıl’dan bu suâlin ceva­bını verelim:
Dedi:
-İnsan bu vaziyette ümitsizliğe düş­mez de ne olur?..
Dedim:
-İşte bu vaziyette ümitsizliğe düş­meyen insandır ki, insan demeye layık. Kaderin ve tarihin imtihanıdır bunlar. Ümidin bütün şaşaasıyla parladığı bu enfes anlarda değil, fakat her ümidin kaybolduğu kapkara anlarda bile ümidi­ni kaybetmeyen, mutlaka kurtulmuştur.
Dedi:
-Manzara felaketi andırıyor.
Dşdim:
-Manzara saadetin tâ kendisidir. Saadet de başlangıçta korkulu ve heybetli tecelli eder.
 
26 Nisan 2007, 16. Sayı