İstiklal caddesinde gerçekleştirilen saldırı, şekli olarak pek az “örgütün” yapabileceği adilikte bir “eylem”dir. Muhalif siyasi grupların birbirlerinin toplandığı lokallerine karşı “silahlı eylem koymaları” tarih boyunca görülmüştür. Yine gösteri veya mitinglere karşı, pek sık olmasa da bu tür eylemler görülmüştür. Fakat sıradan insanların gezdiği, dolaştığı, alışveriş yaptığı açık alanlarda bombalı eylemler pek görülmez. Veya önce bir “uyarı” ilan edilir, ardından eylem gerçekleşir; meşhur IRA eylemlerinde bunu gördük mesela.
Bu gözle bakıldığında, İstiklal saldırısını haysiyetsizce yapılmış, nefretten başka bir karşılık göremeyecek eylem olarak nitelendirmek mümkündür. O halde, “maksatı nedir bu eylemin?” sorusu ortalık yerde dolaşma hakkına sahiptir.
*
Saldırıyı gerçekleştirdiği açıklanan kadın şüphelinin çıkarılacağı mahkemede vereceği ifade ve ortaya konulacak deliller, eylem hakkında bilgi verecektir. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun eylemcinin Suriye-Afrin’den geldiğini açıklaması, ABD’nin taziye mesajını reddetmesi, elde önemli deliller olmadan söylenemez diye düşünmek gerekiyor.
Bu açıklamanın “tek taraflı” bir açıklama olduğunu, emniyet kaynaklı olduğunu, şüphelinin savunmasını içermediğini unutmamak lazım. Dolayısıyla emniyetten sonra götürüleceği savcılık ve mahkeme ifadelerinin, ortaya çıkarılan delillerin ve avukatının da dinlenmesi, okunması gerektiği açık. Bunlar da ortaya çıktıktan sonra “resim netleşir”, şimdi ne söylense boşa kürek çekmek olacaktır. Emniyetin ve ondan “beslenenlerin” veya “muhaliflerin” yaptığı açıklamalar, “yıllanmış tescilli terörist” olarak, gözümde böyle.
*
Eylem yapmak kolaydır aslında “eylemci-ler” açısından. Hedef bellidir; gider, yapar gelirsin veya kalırsın. Zor olan, bu yapılan eylemin manalandırılmasındadır! “Bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış” lafı, tam uygundur burada.
Elini sallasan “bis’sürü” terör, güvenlik ve istihbarat “uzmanı”na denk gelen asri zamanlarda hele, çok daha zordur. “İlk ben söyledim” kibri sebebiyle ortaya o derece uçuk şeyler atılır ki, kabul etsen olmaz, reddetsen yine olmaz, bir “bağ” kurularak söylenmiştir çünkü. Uçuk, der çıkarsınız.
Misal Engerek’on operasyonları başladığında “örgütün kökeni”ni Agartha’lara, Tibetli Yüksek Rahiplere bağlayanlar çıkmıştı; aynı tipler “Fetö” operasyonları başladığında da -yine- Agartha’lardan, Moon Tarikatı’ndan bahsetmişlerdi. Bahsediyorlar da halen.
Burada en önemli mesele, “gerekçe”dir, “maksat” yani. Engerek’on da, “Fetö” de, İstiklal’deki “şüpheli kadın” da, Atlantis Yüce Rahiplik Konsülü’ne bağlanabilir, onlarla temasta oldukları anlatılabilir ama “maksat” kısmı açıkta kaldığı müddetçe “dosya kapanmaz.”
O “uzmanlar” da afili cümleler ile yaptıkları konuşmalarda hep “bu noktayı” es geçerler veya “kaos için” der, yine geçerler. Kaos için, yani “istikrarsız’lık” için yapılmış olsa da, bunun “amacı” yine cevapsız kalmaktadır. Cevap verilmeyen ama cevap verilmiş gibi yapılan sorularla dolu program ve yazılarla milletin beynine “sirke” dolduran uzmanlar işte diyelim!
*
Bakın “örgüt yanlısı” Amed Dicle İstiklal saldırısı için ne demiş:
“- Kısa bir süre önce Kobani sınırında yapılan askeri tatbikat ile Taksim saldırısı aynı planın parçası. Bahçeli’nin konuşması da bunu teyit ediyor. Amaçları ilk etapta Kobani ile Minbic arasında bir hat çekmek ve kent merkezini kuşatmak. Bunun için zemin hazırlanıyor.”
Saldırıyı “özel harb unsurlarının” gerçekleştirdiği kabulü üstünden bunu söylüyor. “Erdoğan rejimi” kantonları ezip geçmek için bahane üretiyor, diyor.
Oysa bunun için bahaneye gerek yok ki! Sınırda “güvenlik zafiyeti oluşturan kantonlara” yönelik her askeri operasyon, şu veya bu şekilde “uluslararası sahada” makul görülebilecektir zaten; hoş, görülmese ne olur?!
Üstelik daha Mersin saldırısının dumanı tütüyor, o zaman niye girmedi, “o saldırı bahane sayılmaz mı?” gibi lafalaf cevaplar yeterli bu “gerekçeyi” çöp kutusuna fırlatmak için.
Yine “troll” Emre Erciş’in, saldırıya dair “istihbarat zaafiyeti” vurgusunu yapanlara yönelik “İstiklal caddesi saldırısı ve önleyici istihbarat” başlıklı uzun, upuzun tivit dizisinde yazılanlar da bahse değer olarak görülmeli.
“- Önleyici istihbarat hakkında en ufak bilgisi olmayan şahıslar uzman kesiliyorlar. Sadece komik duruma düşmüş olsalar sorun değil lakin kitleleri yanlış yönlendirdikleri gibi aynı zamanda devlete ve istihbarat birimlerine suçlayıcı bir dile dönüşen düşmanlığa neden oluyorlar.”
Burada haklı Erciş. Ama kendisi de itham ettikleriyle aynı kategoriye giriyor esasta. Şöyle ki;
Erçiş, yirmi tivit atarak “istihbarat zafiyeti var-yok” sorusuna cevap vermiyor; aksine internette de bulunabilecek “istihbarata dair” bilgileri, “önleyici istihbarat” kategorisinde peşi sıra diziyor sadece.
Bu bilgilerden sonra, “Dünyanın hiçbir istihbarat birimi, karar aşamasından eylem aşamasına kadar bir elin parmaklarını geçmeyecek kişinin bildiği bir saldırıyı, örgütün yönetim kadrosu veya taşeron örgütün yönetiminde yardımcı istihbaratı olmayanı yoksa tespit edemez.” diyerek de işin içinden çıkıveriyor!
İçerden bilgi alınamadığından eylemin gerçekleştiğini söylüyor kısaca. Tamam. Ama buna zaten “istihbarat zafiyeti” denir terminolojide işte!
Mersin saldırısı da, İstiklal saldırısı da aynı şekilde “istihbarat zafiyeti” olarak görülmeli; istihbarat birimlerinin “sızamadığı” bir “yeni birim” faaliyete geçmiş ki, o kanaldan “eylemler gerçekleşiyor” denmesi tercih edilmeli.
Tersi, kibirdir ve adına faaliyette bulunulan millete “hesap vermemek” demektir.
Üstelik, yeni yeni, 11 Eylül’den sonra Amerikan servislerinin ortaya attığı “önleyici...” başlıklı kavramlar, sadece maske/kılıftır. Yapılan işin milyon sene de geçse, ismi tektir: İSTİHBARAT!
Bunun başına gelen “ÖNLEYİCİ” kelimesi işin “keyfiyetine” yönelik tanımlamadır; içeriği de “hukuksuzluk” ile doludur. Aynı “Önleyici Savaş Doktrini” gibi.
“Önleyici Savaş Doktrini” olarak 11 Eylül ertesinde eşkıya George W. Bush idaresi tarafından ilan edilen şey’in, her sahada tatbiki neticesinde de eski kavramların başına “önleyici...” getirilip, eşkıyalığa kılıf uyduruldu.
Bu “eşkıya doktrinin” teorik gerekçesi NSA kayıtlarına göre şudur:
“- Yeni Amerikan Millî Güvenlik Stratejisi”ne göre potansiyel tehdit oluşturduğu ileride problem çıkarabileceği düşünülen her oluşum ya da ülkeye karşı nerede olursa olsun “vurulmadan önce vurma” felsefesi çerçevesinde karşılık verilmeli ve gerekirse düşman devletlerdeki rejimler değiştirilmelidir.”
Preventive-Önleyici kelimesi, War-Savaş kelimesi ile yanyana konuldu; bu kavramın “bu, benim mahallede bana kabadayılık yapar” denilerek yapılan ilk tatbikinin, Afganistan’da nelere sebep olduğu aşikâr.
Preventive intelligence (önleyici istihbarat) da “hukuk’suzluk” üstüne kurulmuş, meşhur “İnsan Hakları Sözleşmesi” ve ondan hareketle imzalanmış sözleşme ve kanunların “özgür olmak için güvenlik gerekir, güvenlik için de özgürlükten kısıntı gerekir” sarmalında rafa kaldırılması demektir aslında.
Şöyle diyelim: Herhangi bir yerde, herhangi biri/leri size karşı saldırı planı yapıyor olabilirler; bu saldırının niteliği önemsiz. İstihbarat gücünüz varsa, karşı taraftan bu “bilgi”yi bir şekilde alabilmeniz mümkün olabilir. Tam zaman ve mekânı bilinmese de “ihbar”a karşı hazır olabilir, savunma gerçekleştirebilirsiniz.
Preventive inteligence/Önleyici istihbarat ise, ortada bir saldırı PLANI olmadan, “bilgi” kıymetlendirilmeden, “sağlaması” yapılmadan, “işaretler o yönde” varsayımı ile hareket etmek demektir. Bunun ne anlama geldiğini düşünün. İyi düşünün ama.
Hani Minorty Report/Azınlık Raporu filmi vardı 2002 yapımı, suç işlenmeden “kahinler”ce “görülüp” hemen tutuklanıp hapse atılıyordu suçlu, hoş, suç işlenmeden suçlu nasıl olunur ayrı mevzu, işte (Önleyici Savaş Doktrini besleyicisi) Önleyici İstihbarat bundan da beter! Filmde hiç değilse tetiği çekmeden önce yakalama gerçekleşiyordu, bunda ise ortada daha ne tetik ne düşman ne plan varken “iş bitiyor!”
Önleyici istihbarat, tabii ki “şüpheli şahıslar” denilerek ama internet ve akıllı telefonlar sayesinde neredeyse herkesin “dinlenmesi” üzerine kurulu “hukuk/suz” bir istihbarat şeklidir. “Korku imparatorluğu”dur; dinlenenlerden önce dinleyenler için! Korkmaktadırlar çünkü! Oluşturulan “algoritmalar” ile insanların yazdığı, baktığı, gördüğü şeyler üzerinden “profil” çıkartıp, gruplara ayırma ve aralarında “birlik” bulma, ekseri de “olmayan tehlikeyi” tespit etmedir. Tabii ki bu, büyük bir finans ihtiyacı gerektirir. Birilerinde “algoritma” vardır, “satın alınır.” O yetmez doğal olarak, “yeni algoritma”lar sipariş edilir durur.
Aslında “önleyici istihbarat” denilen nesnenin “dümdüz istihbarat” olduğu, fakat 20. Yüzyıl boyunca yerleştirilmeye çalışılan “demokrasi ve özgürlükler” goygoyunun TAMAMEN KARŞITI bir “olgu” olarak ve “güvenlik için kısıtlı özgürlük” maskesiyle gerçekleştirilen “yasak uygulamaların” tatbikiyle ZÜMRE HAKİMİYETİ faaliyeti olarak damgalanması gerektiği aşikâr değil mi?
İşte Erciş’in bahsettiği (tam da bundan söz etmiyor aslında, bahsettiği bildiğiniz düz istihbarat ama başlığı bu) önleyici istihbarat, bu.
Esasta ne var biliyor musunuz?
Ülkemizde her şey “kayıt” altında olsa, bina, mahalle, semt, ilçe, il, ülke şeklinde, kim kimdir çok kolay şekilde tahmin edilebilir olacaktır. Ama “dingonun ahırı” gibi “kayıt/sız ülke” olduğumuzdan her şey “şansa!”
Düşünün işte, emniyetten aldığı bilgiyle İçişleri Bakanı “dört ay önce Suriye’den gelmiş” diyor, kapı komşusu “bir yıldır burada oturuyor” diyor! Kastettiğim “ahır” temsili, bu: “Bilgi”yi doğrulayacak “veri” (envanter) yok veya şüpheli!
*
İstiklal’deki şerefsizce saldırının ardından Bakan Soylu’nun neredeyse sokak ve bina numarası verircesine Suriye’deki YPG (“Suriye Demokratik Güçleri” şeyi) ve PKK’yi hedefe koyması, ardından da onlara destek veren Amerika’yı ve yakalanmasalardı oraya gideceklerdi diyerek Yunanistan’ı da hedefe eklemesi hatırdadır.
Bu açıklamadan hemen sonra YPG’nin “hiç alakamız yok, sivil öldürmeyiz” demesi de komedi repliğidir. Hayır, YPG yaptı demiyorum, hoş niye yapmasın, Kantonları “öpücük dağıtarak” mı kurdular değil mi, ama açıklamaya itirazım bu “gerekçesi”nden.
Bir de tabii, “İşgalci Türk ordusu masum gerillalara kimyasal silahla saldırdı!” diye daha yeni yaygara koparmışlardı, sivillerin katledildiği İstiklal saldırısını yapmış olsalar da üstlenemezler hem!
Bakan Soylu’nun saldırıdan hemen sonra, şüpheli yakalandıktan kısa süre sonra yaptığı açıklaması da, aynı minvaldedir; hele mahkeme ifadesi ortaya çıksın, bu denilenler doğrulansın, eyvallah tabii!
*
Esasa doğru yönelim:
“Yeni Osmanlıcılık” diye ta Özal’dan bu yana bir kavram icat edildi. Buna göre, TC Devleti içindeki “bazı unsurlar”, Osmanlı Devleti’nin gasp edilmiş topraklarına “nüfuz etme” faaliyetine girişebilirlerdi, buna “demokratik dünya”da asla izin verilemezdi! “Osmanlı bakiyesi” denilen topraklara dair her düşünce açıklama hemen “Yeni Osmanlıcılık” olarak damgalanıyordu, damgalanıyor.
Kumandan Mirzabeyoğlu’nun, 1990’ların başında söylediği, “leyleklerin” anlamadığı, “sivilleşme ve demokrasi” hayaline yattığı dönem, şu söz: “ŞARTLAR TÜRKİYE’Yİ TARİHİ MİSYONUNU ÜSTLENMEYE ZORLUYOR!” Cümleye dikkat ederseniz, “gelin-güvey olma” uyanıklığı YOK, “kelebek etkisi” teorisi gibi, havayı koklama ve akıbetin, gelişen, gelişecek hadiselerle MECBURİYETİ ortaya çıkaracağı vurgusunda. İşte bu noktada hatırlanması gereken, 1986’da, Cumhuriyet gazetesinde, İbdacı yayın organı TAVIR üzerinden “sarı saçlı bir Amerikalının” yaptığı, “BİR İSLAM DEVRİMİNİN EŞİĞİNDE BULUNUYORSUNUZ” vurgusunun “uyarı” mahiyetinde açık edilmesi! Peşinden “demokrasi ve özgürlük getirmek” için Irak’a haçlı koalisyonunun saldırısı ve İBDA’nın “terörize” edilme faaliyeti! Devrin İstanbul Emniyet Müdürü Hasan Özdemir’in yapılan operasyon sonrasında, “BUNLAR (İBDA BAĞLILARI) TÜRKİYE’Yİ BÖLMEYE ÇALIŞMIYORLAR, ORTADOĞUYU DA İÇİNE KATACAK BİR DEVLET KURMAYI SAVUNUYORLAR” açıklaması. Tohumunu Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin attığı BAŞYÜCELİK DEVLETİ SİSTEMİ MÜCADELESİ; herkesin “ıslak rüyalara” daldığı dönemlerde yapılan dişe diş mücadele ve “ufukta” beliren “tehlike potansiyeli”nin “yeni Osmanlıcılık” olarak damgalanması. Strateji ve rota budur; aralarda gerçekleşen “aktüel” işler bu umumi stratejinin gelişmesi veya engellenmesi üzerine “dizayn” edilmiş işler.
Bunu “başın başına” aldıktan sonra, devam:
Anadolu’da gerçekleşecek her hadisenin bir şekilde (tabii ki önce Irak) Suriye ile alakalı olmaması düşünülemez. Bu hiç unutulmamalı. Suriye (ve Irak) meselesi, bu ülkede 2011-2012’den itibaren nice tabela teşkilatları çöpe göndermiş, nicelerini koltuğundan etmiş, şaka değil 15 Temmuz darbesine de sebep olmuştur.
Böyleyken, PKK, YPG, ABD, Yunanistan hedefe konuluyor da, niye SURİYE DEVLETİ, ESED, ONUN İSTİHBARAT TEŞKİLATI, HAMİSİ İRAN VE UYDU TEŞKİLATLARI HEDEFE KONULMUYOR, hiç bahsi edilmiyor?
TC Devletinin “eli biraz rahatlasa”, SURİYE VE IRAK’TA “Şİİ OLİGARŞİSİNİ” darmadağın edecek hareketleri gerçekleştirme ihtimali, “nüfuz hakimiyetini” onları dışlayarak arttırma potansiyeli mümkün değil mi?
Kimse buna “hayır” diyemez. 2021’in ortalarından itibaren tezgahlanan, SURİYE’DE HER ŞEYİ “ESKİ HALİNE DÖNDÜRME” planı ve buna uygun hazırlanmış olan tezkerenin 2021 sonunda Meclis’ten geçmesine rağmen, TSK’nın Suriye’ye harekat yapmamasından veya yapamamasından belli ki, bir üst paragrafta bahsettiğimiz “ihtimali” engelleyenler sadece “dışarı”da değil. İçeride engel olanlar olduğu gibi, “girin!” veya “hayır!” deme cüretini göstermeyenler de var tabii.
Kendi iç sıkıntıları üstünde ortaya çıkan “Suriye iç savaşı”nın on senedir sürmesinin temel sebebi de, bu! Yoksa, gerçekten de, “altı ay sonra Emevi camiinde namaz kılacağız” sözünün doğrulanamaması zordu! İBDA’ya yakınlığı bilinen “Sultan Abdülhamit Han Tugayı”nın Bayırbucak bölgesi harekatları, Lazkiye ve Şam’ın yolunu açmışken NİÇİN ENGELLENDİ, işte bunun cevabı bulunmalı önce! “Uluslararası hukuk” diye tutturucu kibir işin içine girince de, olan oldu. “Uluslararası hukuk” gözetiminde Suriye’de binlerce insan katledildi, milyonlarcası mülteci oldu!
Bunu gerçekleştirenler de Suriye devleti çetesi, İran, Amerika ve Rusya! Amerika ve Rusya “durumdan vazife çıkaranlar” safındalar orada; ama Esed ve İran, ölümün sınırında olduklarından alçakça saldırılar yapmakta bir beis görmediler.
Bu “kitlenmiş” pozisyonda da TC Devleti “günü kurtarıcı işler” ile idare ediyor orada.
&
Mesela, 2021’den itibaren başlayan ama 2022 içerisinde İdlib ve çevresinde oluşan “durum.” Heyet Tahrir El Şam/HTŞ’nin İdlib’den Afrin’e ve Azez’e yönelik harekatları ve bunun karşısında Suriye Milli Ordusu ve “bileşenlerinin”, bu çatıya girip çıkan diğer örgütlerin karşılıklı saldırıları… Unutmadan, Ankara’daki birileri eliyle Bayırbucak bölgesinden “Sultan Abdülhamit Tugayı”nın ZORLA çıkarılması ve yerine Sultan Murat Tugayı’nın getirilme çalışması, HTŞ’nin direnç göstermesiyle bu örgütün Yayladağı karakolunda “konuşlanması.” HTŞ’nin Afrin’den sonra Azez’e ilerlemesi karşısında MİT ve TSK’nın devreye girmesi, zorunlu bir anlaşmaya varılması vs.
Ankara’nın, -kaldıysa- “Suriye masası”nın ve Gölbaşı’ndaki komutanlığın iki senedir “hararetle” uğraştığı mevzu, işte bu! Sorsanız “onlara”, çok önemli işler diye anlatırlar bu durumu!
Oysa, Suriye’deki “vaziyet” böyle devam ettikçe, HTŞ gider, ŞTH gelir, Özgür Suriye Ordusu “gittiği” gibi Suriye Milli Ordusu da gider, Suriye Ulusal Muhafızları gelir, Üçüncü Kolordu gider, Sittin-Altıncı Kolordu gelir, TSK da başlarında “zabıta kuvveti” olarak durur gider!
Bunca “örgütün”, yetişmiş, sınanmış, çelikleşmiş örgütler etrafında toparlanma ve bunlara DEVRİMİN BAŞLAMA SEBEBİ hatırlatılmazsa, “HEDEF ŞAM’DIR!” denilmedikçe ve gösterilmedikçe, gayet tabii olarak bu örgütler kendi “hayat sahaları” için savaşmaya, yani “iç savaş içinde iç savaş” yapmaya mecbur kalacaklardır. Kendisine “dış hedef” koymayan, “yurtta sulh cihanda sulh” diskuruyla yönlenen TSK nasıl “iç”e yönelip darbe üstüne darbe yapmaya başlamışsa, Suriye’de de olan veya olacak olan budur.
Bunun TC Devleti veya Anadolu Müslümanları açısından kabul edilebilir tarafı yoktur. Suriye’de bugün “ESKİ HALE DÖNDÜRME” taktiğini uygulamaya başlasalar dahi, bunun siyasi ve ekonomik tesiriyle en az bir on yıl daha kaydolacaktır. Buna hiçbir devlet dayanmaz, dayanamaz. “Eski hale döndürme”, Türkiye’nin intihara sürüklenmesi demekle birdir.
*
İşte bu noktada geçen Ekim ayındaki Afrin ve Azez’deki hareketlenmenin “uykuya yatırılmasından” sonra Gaziantep’te “güvenlik ve istihbarat birimleri” eliyle yapılan bir toplantıdan bahsetmek gerekmekte herhalde. “İddiaya göre” diyelim, Gaziantep’teki bu toplantıya Suriye “sahasında” yer alan örgütler çağrılmış; HTŞ, SMO, Üçüncü Kolordu, Hamza Tugayı vs. kim varsa herkes yani. HTŞ ve yanındaki SMO “bileşeni” diğer örgütlerin Afrin-Azez harekâtı sonrasında MİT-TSK gözetiminde varılan anlaşmayı nakledelim önce:
“- Türkiye’nin gözetiminde üçüncü tur görüşmede kabul edilen ve 14 Ekim tarihini taşıyan anlaşma metnine bakılırsa taraflar şunları kabul ediyor:
Kapsamlı bir ateşkes ve iki taraf arasındaki anlaşmazlığın sona ermesi… Son olaylarda tutuklananların serbest bırakılması… Üçüncü Kolordu kuvvetlerinin karargâh ve kışlalarına dönmesi… HTŞ’nin askeri alarmını kaldırması… Üçüncü Kolordu ve unsurlarına ait karargâh, silah, teçhizat ve mal varlığının iade edilmesi… Üçüncü Kolordu’nun faaliyetlerini sadece askeri alanda yoğunlaştırması… Hiç kimsenin hizip ve siyasi farklılıklar nedeniyle yargılanmaması… Yolsuzlukla mücadele ve mağduriyetlerin giderilmesinde işbirliğine gidilmesi… İki tarafın sivil kurumları düzenlemek ve reforme etmek için müzakerelere devam etmesi… Bu anlaşma HTŞ’nin Azez, Cerablus ve El Bab üçgenine zorla geçme hamlesini önlese de askeri ve sivil idarede ortaklığın önünü açıyor.”
Görüldüğü üzere, HTŞ (ve etrafındaki örgütler), İdlib’den sınırımıza kadar uzanmayı, hakimiyetlerini veya idarede -önceden olmayan- ortaklıklarını kabul ettirmişler.
İddiaya göre, Gaziantep’te yapılan toplantıda ise bambaşka bir teklif yapılmış tüm katılanlara.
Suriye’de yeni bir yapılanmaya gidileceği, örgütlerin SMO çatısı altında toplanacağı söylenmiş. “Suriye sahası”ndan haberdar olan birilerinin böyle bir teklif yapması mümkün değildir veya şöyle düşünmek gerekebilir: O zaman yiyin birbirinizi, kuzeyde belli sahada mücadele edeceksiniz zaten, “sivil” o bölgelerde olmaz o zaman, Esed ve Rus uçakları da “işinizi bitirir!”
Acaba bu mu arzu ediliyor diye sormak gerekiyor Gaziantep toplantısı üzerine. Çünkü çok kısa süren bu toplantıya katılan örgütler, hoşnutsuzluklarını da belirterek toplantıyı terk etmişler.
Suriye’deki savaşçı örgütleri birbirine düşürecek (buna yol açacak) bu karar, Esed’in de hoşuna gider. Esed ve Rusya bunların üzerine yürür, ardından Esed’in de karşı çıktığı Kantonlara birlikte harekât gerçekleştirilir. Gaziantep, “bunu” mu planlıyor?
Baştan beri yazdığımız İstiklal caddesi saldırısının dosyasının, en azından delil ve mahkeme ifadeleriyle ortaya çıkmasının beklenmesi gerekliliği de, “Gaziantep toplantısı” yüzünden.
Bir şey bildiğim yok, iddialar üzerinden bir iddiada bulunuyorum sadece. Çünkü, böyle bir durum varsa, bu “birileri” için fırsattır. Misal, İstiklal saldırısında Suriye sahasında çokça bulunan, girdiği ittifaklar her an değişen 20-30 kişilik bir örgütün, eli değil de bir şekilde “irtibatı” ortaya çıksa?! MHP Güroymak ilçe başkanının adına kayıtlı telefonla “irtibat” nasıl kurulduysa, böyle bir “sahte irtibat” tespit edilse, “ayıkla pirincin taşını!”
Bu noktada elbette “taş” birilerinin üstüne yuvarlanacak! İlk yuvarlanacağı yer de, tahminen Bakan Soylu tarafı gibi… Marinalarda fotoğraf veren birilerinin eline kalan, bırakılan Suriye meselesinde, Sedat Peker’in geçiştirilebilecek iddialarından çok daha güçlü “salvolarla” baş başa kalacağını tahmin etmek gerekir bakan Soylu’nun.
Aynı şekilde Erdoğan da bu “taşın” kendi üzerine doğru geleceğini görecektir. Seçime 4-5 ay kalan zaman içinde bir veya birkaç saldırı daha olursa, gözler de “sahte irtibatlar” ile SMO veya direnişçi küçük bir örgüt üzerine çevrilirse, bu büyük sıkıntı doğuracaktır.
Hülasa, Türkiye’nin “tarihi misyonu” mevzusu için kritik zamanlar içindeyiz. Cüretkâr olmak gerekiyor. Suriye’yi “eski hale döndürme” projesi en cüretkâr haliyle devam ettirilmeye çalışılıyor dense yeridir. Bu ise, “Türk’ün Anadolu’ya hapsi”nin devamı ve karanlık günlerin başlangıcı, “sessiz devrim” yaptığını iddia eden “muhafazakar demokrat-devrimcilerin” de sonu demektir. İstiklal saldırısı ismiyle müsemma olarak “Anadolu’nun istiklaliyle” alakalıdır.
Misliyle karşılık vermekten başka seçenek yoktur. Suriye’de sadece kantonlar değil, Şam eşkıyası da silinip süpürülmeden, ama daha da mühimi Balyoz artığı Avrasyacı ve ağarmış tiplerin Suriye’deki “elleri” kesilmeden Türkiye’ye hayat hakkı yok. Hiçbir “iç politik denge” gözetmeden buna cüret etmek gerekir. “15 Temmuz” Suriye üstünden devam ediyor çünkü.
Notlar:
https://twitter.com/ameddiclet/status/1592438715166601216?s=46&t=reJat5-5iFLZXYVxOk002g
https://twitter.com/e_ercis/status/1592450362262556673?s=46&t=TAh6FFsN70XSK2vfzvkVPQ
https://tr.wikipedia.org/wiki/Bush_Doktrini
https://www.bbc.com/turkce/articles/c89p373089no
Görüş: İbrahim Haceviç