İstanbul’da düzenlenen Sahih-i Buharî Hatmi vesilesiyle İslâm’ın geleneklerinden ve bunların çağımızda nasıl sürdürüleceğinden bahsedeceğim.
Osmanlı’da üç şey hatim tarzında gelenek olmuş. Padişahlar bu geleneğe çok ehemmiyet verirmiş, masraflarını bizzat karşılar ve kendileri de bu faaliyetlerin içinde bulunmaya gayret edermiş Bu üç hatim şunlar: Kur’an-ı Kerim hatmi, Sahih-i Buharî hatmi ve Şifa-i Şerif hatmi. Bu hatimleri yapanlara sırasıyla Tilavethan, Buharîhan, Şifaîhan derlermiş ve bu kişiler makbul görülüp duası talep edilirmiş.
Kur’an’dan sonra dinin ikinci kaynağı olan hadislerin toplandığı en önemli kaynak, Buharî Hazretlerinin el-Camiu’s-Sahih isimli eseridir. Kütüb-i Sitte (altı kitap) diye meşhur olan temel hadis külliyatının ilki Buharî’nin Sahih’idir.
Buharî hatmini baştan sona yöneten zattan bahsedelim. Zira bu işler gönül adamlarıyla yürür. Aşksız meşk olmaz demişler, usta-çırak ilişkisi mühim. Hadis-i Şerif Meclisi’nin üstadı Şeyh Muhammed Ebu’l Huda el-Yakubî el-Hasanî’dir. Kendisi Hz. Hasan soyundan olup aslen Şamlıdır. Daha sonra Fas’a göçmüş, İngiltere’de de etkili faaliyetler yapmış, bir çok kişinin hidayetine vesile olmuş bir zattır. Kendisi ehl-i tariktir ve Şazelî yolundan feyz almıştır. Çocuk yaşta ilme başlamış ve zahir ve bâtında bir seviyeye ermiştir. Hadis kıraatinde Allah Resûlü’nden beri kesiksiz gelen zincirde kendisi 15. halka olup, ondan dinleyenler de bu halkaya eklenecekler. Bunun için sabahtan akşama kadar bütün kıraatleri dinlemek gerekiyor. Hadis aşığı talebeler ve hocalar büyük bir iştiyakla ve aralık vermeden Üstad’ı dinlemeye koşmuşlar. Kadın talebe ve hocalar da bu güzel organizasyonda yerlerini almış. Daha önce Arap ülkelerinde yapılan Buharî hatmi, Muradiye Vakfı tarafından ilk defa Türkiye’de (İstanbul) düzenlendi. 50’ye yakın İslâm ülkesinden bu hadis-i şerif meclisine katılanlar oldu. Allah Resûlü ile meclis kuran ve bunun zevkini yaşamaya koşanlarla cami doldu taştı, diyebiliriz.
Bir fikir ve inanç sisteminin yaşanır hâle gelmesi için geleneksel olması gerek. Fikir zikre, zikir ise hayata dönmeli. “Fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek” mevzu gereği içselleştirilen fikir formunu da bulmalı.
Allah Resûlü’nün “kul peygamber” oluşu, hadislerin pratik hayatla ilgisi ve her ayrıntının hadislerde bulunması gibi sebeplerden hadislerin insana daha yakın bir yönü var. Teşbihte hata olmasın, Kur’an bize gaiplerden seslenen bir ilahî kitap olurken, hadisler bize yanıbaşımızdan seslenen bir beşer sesi olmaktadır. Hadis meclislerinde de bu havayı yakalamak mümkün. Mutasavvıf-âlim olan Üstad Ebu’l Huda Yakubî, kürsüden hadis kıraat ederken arada bir espri yapmayı da ihmal etmiyordu. Akıcı İngilizcesiyle hadis meclisinde bulunan bir Japonla sohbet etti, ona dinî bazı latifeleri izah etti, onu cemaatin tanımasını sağladı. Japonya’daki bir Müslüman’a onun vasıtasıyla selam yolladı ve sözlerini de Japonların selamlaması olan tek hecelik nida edatı ile bitirdi. Kısa bir gülüşmeden sonra hadis okumaya devam etti. Yoruldukça bir yardımcısı devam ediyor fakat peşinden hemen kendi hatmi devralıyordu. Bir ara, “bize şefaat et ya Resûlullah” diye bir ilahî okundu Uzun kıraatin getirdiği yorgunluktan dolayı meclistekiler hem dinlendiler hem de şefaat müjdesiyle de keyiflendiler.
Fatih Sultan Mehmed Üniversitesi’nin İslâmî İlimler Dekanı Ahmet Turan Aslan Hoca da hadis kıraatını dinleyenler arasında idi. Üstad ona ayrıca iltifat etti. Herkesin elinde Sahih-i Buharî olup oradan kıraati takip ediyordu. Yani herkes hazırlıklı gelmişti. Telefonuna Buharî’yi indirip oradan takip eden az sayıda kimse de vardı. Dediğim gibi herkes kitabını alıp gelmişti. Buradan icazet almanın bir külfeti olacak idi. Tabiî ki bu külfet zahiren böyle; ancak bâtınen nimettir. Her gün barkottan da yoklama yapıldı. İsmailağa Cemaati’ne bağlı talebe ve hocalar da yoğun olarak katıldılar. Yaklaşık 500 öğrenciye icazet verildi.
Buharî hatminin ilk günü Üstad Ebu’l Huda el-Yakubî şöyle dedi: “Vehhabî hadisçi Elbani ve onun gibilerin hadisler hakkında zayıf-hasen vs. demelerine inanmayın. Sırf Ehl-i Sünnet akidesine muhalefet olsun diye böyle söylerler ve Buharî’deki sahih hadisleri dahi tartışmaya açarlar. Bunlara dikkat edin!” Bu önemli notu ben de sizinle paylaşayım dedim.
Şeyh Ebu’l Huda hatmin altıncı günü de şu açıklamaya ihtiyaç duymuş: “Buradan icazet alacaklar Ehl-i Sünnet Cemaati’nden olmalı. “Allah göktedir” diyenlere icazet vermiyorum. (Selefî-Vehhabîlerin mücessime görüşlerini kastediyor.) Aramızda varsa, onlar bu meclisi terketsinler.” Bu sözler üzerine meclisten kalkıp gidenler de olmuş. İyi de olmuş. Sonra bu icazeti alıp Buharî ve öbür hadisler hakkında ileri-geri konuşmaya kendilerini yetkin görecekler veya Müslümanlara bu icazetle “Ben de sizdenim, Buhari icazetim var!” havası verip rahat fitne yapacaklar.
Bu mevzu ile ilgili bir ilave yapayım. Selefî-Vehhabîlerin “hadis sevgisi”, onların Vehhabî bakışıyla mütenasiptir. Hadisleri tamamen kendi mezheplerine göre anlarlar, işlerine gelmeyen hadise de kusur bulurlar. Kendi sapkın mezheplerinin anlayışı söz konusu olunca hadise saygıları birden kaybolur. Muhkem bir kaynak olan Sahih-i Buharî’yi bile yeniden tasnif etmekten bahsederler. Bu arada şunu ifade edelim ki, hadislerden hüküm çıkarmak ayrı bir iş olup bu husus müctehid imamların işidir. Ehl-i Sünnet’in dört hak mezhebi (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî) bu açıdan hayatî bir rol oynar. Yoksa her hadis okuyan oradan hüküm çıkarmaya kalkar ki, bunun sonu felaket olur.
Şeyh Ebu’l Huda el-Yakubî’nin sarı sarık sarmasının sebebini sordum. Fas-Cezayir bölgesi yani Mağrip geleneğinde bu varmış. Şamlılar ise beyaz sarık sararmış. Hepsinin bir sebebi, bir kültürü, bir zevki, bir geleneği var. Hz. Hasan’ın torunları Emevîlerden kaçarak Fas’a gelmiş, İdrisîleri kurmuş ve bunlar da İspanya’yı fethetmiş. Fas Emevîleri, Endülüs Emevîleri varmış. Ebu’l Huda’nın ecdadı da Hz. Hasan soyundan olan bu İdrisîlermiş. Daha sonra Osmanlı’ya da bağlı olmuşlar.
Camide restladığım bir arkadaş (Kutbeddin) bana gösterdi. Camilerin halısı Buhara şehrinin motifleriyle bezeli. Bu caminin özelliği Osmanlı’da kıraat camisi imiş, o sebepten dolayı Buharî motifli bu halıları günümüzde de döşemişler. Şimdi de Edirnekapı Camii böyle güzel bir faaliyette ev sahipliği yapıyor. Bu faaliyet Fatih Camii’nde yapılacakmış ama olsun, bu camiye de yakışıyor.
Sahih-i Buharî’nin baskıları arasında bazı farklılıklar varmış. Buharî’yi tek nüsha hâlinde sağlamlaştıran da cennetmekân Abdülhamid Han olmuş. En güvenilir iki nüshayı Ezher’deki 15 kişilik heyete gönderip tek nüsha hâline getirtmiş. “Sultan Baskısı” denilen Abdülhamid nüshası hâlen en doğru baskı imiş. Üstad Ebu’l Huda ve öğrencileri de bu baskının tıpkı basımını kullanıyormuş. Şeyh Ebu’l Huda el-Yakûbî basına yaptığı açıklamada, Osmanlı’nın tasavvuf üzerine kurulmuş bir devlet olarak İslâm’a çok büyük hizmetleri olduğunu belirterek Abdülhamid Han’a yaptığı bu hizmetten dolayı sık sık dua etti. Kürsüden de Abdülhamid Han’ınbu hizmetini sık sık andı.
İstanbul hiç bir zaman boş olmamış. Üstad Necip Fazıl, “O mânâyı bul da bul! İlle İstanbul’da bul!” demiş. İstanbul’da hadis okuyan, zikir çeken, ilahîlerle coşan, ideolojik eğitimle şuurlanan meclisler her zaman olmuştur, olmaya da devam edecektir. Bütün bu faaliyetleri bir çatı altında toplayacak ve onları kartopu gibi büyütecek bir rejime (Başyücelik Devlet Modeli) ihtiyacımız olduğu ise çok açıktır. Duaları ve icraatı bu noktaya teksif etmenin de bir zaruret (farz) olduğunu hatırlatalım.
Abdülhamid Han’ın bastırdığı “Sultan Baskısı Buharî” gibi her işimizi sağlam ve köklü yapmalıyız. Hicrî 1441 yılının başına denk gelen bu hatim vesilesiyle şunları ifade edeyim: Abdülhamid’den beri devletimizi yitirdik ve Cumhuriyetle birlikte geleneğimizde büyük kopukluklar oldu. Kuşatıcı fikir ve nizam hangisidir, sağlam ve sahih gelenek nasıl tesis edilecek? Çözüm bekleyen sorular çözülmezse elbette biz de dirilemeyiz!
Hatm-i Şerif duası ve icazetname töreninden bahsedeyim. Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii tıkabasa dolmuştu. On gün sabahtan akşama yapılan Buharî okumalarının sonuna gelinmiş idi. Hep bir ağızdan söylenen salavat-ı şerifelerle program coşkuyla başladı. Ritm ve melodinin zirve yaptığı anlar da oluyordu, alçaldığı anlar da. İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin torunu da meclisimize gelmişti.
Önce Kur’an tilaveti yapıldı ve huşu içinde dinlendi. Kur’an tilaveti kubbede yankılanırken bu sesin mü’min kalplerde doğurduğu sükûnet ise Allah kelâmına ait muciz bir hususiyet olsa gerek.
Faslı genç bir âlim (Şeyh Mehdi Mansur) heyecanlı açılış konuşmasında, Sahihu’l-Buharî’nin her bakından ne kadar sağlam bir kitap olduğunu, Arapça’nın veciz, dolgun ve vezinli kelimeleriyle anlattı. Öbür baskılarda küçük kelime, harf ve hareke hatası olmasına rağmen Abdülhamid’in Buharî nüshasının en sağlamı olduğunu ifade etti. Hicrî yılbaşına (1441) tevafuk ettiği için Allah Resûlü’nün hicreti gibi ahlâk, fetih ve her alanda Resûle tâbi olup Allah’a hicret etmemizi ehemmiyetinden bahsetti.
Ebu’l Huda el- Yakubî konuşmasında, Arapça kelimelerin yalın ve türemiş hallerini aynı cümlede kullanarak (kendisi şair ama bunu şiir olsun diye yapmıyordu), şükür ve hamdini ifade etti ve hadiste üstadları olan 14 silsileyi (kendisi 15’inci) tek tek saydı. Dikkatimi çeken şu oldu ki, Üstad bir hadis naklederken sanki Allah Resûlü’nün ruhaniyetine, Efendimiz söylüyormuş gibi bir hâle bürünmeleri idi. Bu ise sözün sahibine duyulan derin saygının tezahürü idi. Aynı zamanda edebiyatçı olan Üstad Ebu’l Huda, Hazret-i Peygambere yazdığı 128 beyitlik Arapça kasideyi (İngilizcesi de var) bir gün kürsüden akşamla yatsı arasında okumuş. Bu arada belirteyim ben hatmin ancak son iki gününü takip edebildim.
Kâinatın Efendisine imanın ne boyutta olduğunu O’nun sahabîsinden süzelim. Mısır fethine gönderilen Amr b. As Hazretleri, Mısır fethi gecikince, “Beni mancınıkla kaleye atın, içeriden size kapıyı açayım.” der. Komutanlar “Olur mu?” diye itiraz edince de Amr b. As peygamber sözüne teslimiyeti şöyle ifade eder: “Mısır’ı fethedeceğimi Allah’ın Resûlü müjdelediğine göre, fetih tamamlanmadan ben ölmem.”
Bu arada aklımdayken yazayım. Mimar Sinan’ın eseri olan Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii, 1999 depreminde epeyi hasar görmüş Sebebi de, Mimar Sinan’ın caminin temellerini sudan korumak için açtığı onlarca kuyunun caminin bitişiğindeki yapılardan dolayı doldurulmuş olması ve suyun temellere doğru gitmesi imiş. Deprem tadilatında suları toplayan kuyuları tekrar yapmaya çalışmışlar ancak ne kadar başarılı olunmuş bilmiyorum.
Üstad Ebu’l Huda’nın konuşması bitince Allah’a tesbih edildi: “Subhanallahi velbihamdihi, subhanallahilazim” diye. Bu defaatle tekrarlandı. Sayamadım, 99 veya fazla idi. İlim niyetine, cihad niyetine, şifa niyetine ve en başta Allah Resûlü’ne yanaşma ve münacaat niyetine okundu. Böyle hatimler duaların makbul olduğu anlardır. Niyetler tashih edilerek ve samimî kalplerle yapılacak dualara icabet saatidir. Yapılan dualardan: “Ya Rabbi! Senin kavlin hak, Resûlün hak, cennet hak, cehennem hak. Önümüzü, arkamızı, kalbimizi, bizi nurla doldur, muhabbetimizi kâmil et! Sevgili peygamberinin meclisi olan bu meclise rahmet et, O’nun şefaatini bu topluluk üzerinde nasip et. İmam Buharî’ye rahmet et! İslâm düşmanlarına karşı bize yardım ve sebat ver!”
Allah’a Muntakîm ismiyle de dua etmenin gerektiği yerler vardır. Hele günümüzde Kur’an ve hadisleri tartışma mevzuu yapanlar ortalıkta cirit atarken icazet törenindeki bir konuşmada, ilim ehlinin hadiste işaretlendiği üzere ihlasıyla âmil olması hususuna işaret edildi. Ancak ülkemiz için, ilim ehlinin birçoğunun cihad ehlini pek sevmediğini ve mevcut rejimin baskısından dolayı da hemen red yoluna gidildiğini ifade edeyim. Bu ürkek tavır onların İslâm’a içten ve dıştan saldırılara karşı cesaretli tavır almalarına da mâni oluyor. Aslında hadiste işaretlenen ilim ehli tanımının da dışına çıkılmış oluyor. Meselenin, sarık sarmak ve kitapları yalayıp yutmak olmadığı görülüyor. İlim adamının cihad etmesi şart değil ama cihad ruhu taşıması ve hak yolda cihad edenleri sevmesi şart. Cihad ruhu taşıyan ilim adamına bir misal olarak rahmetli Abdülmetin Balkanlıoğlu’nu zikredebiliriz. Keza Şehid Bayram Ali Öztürk Hoca’yı da hakikî ilim adamı olarak (yürek ve akıl birlikte) rahmet ve gıpta ile analım. Olumsuz örneklerin isimlerini ise zikretmeye gerek duymuyorum.
İstanbul’un öbür İslâm beldeleriyle birlikteliğinin göstergesi olarak ortak kurulan korodan ilahîler okundu. İlahîlerden bir cümle: “Gözlerimden akan yaşlar M......d aşkındandır.” İşin hakikati de genelde böyle olmasak bile, gözyaşının hakikati budur mânâsında bu mısraı naklediyorum. Yoksa ne ile dertlenip derlenmediğimizi Allah da biliyor, biz de biliyoruz. Birbirimize güzellemeler de yapmayalım diyorum. Fas ve Endülüs ezgisi taşıyan ilahîler de okudular. Bizi uzak diyarlara taşıdılar. Uzaklar yakın oldu diyebiliriz. Araplar, ilahî ismini pek tercih etmiyorlar ve kaside diyorlar. Akşamla yatsı arası da bol bol kaside okudular.
“Sana canlar fedadır M......d” diye ilahî okunurken aklıma şu sahne geldi. 15 Temmuz gecesi Akdeniz caddesinden sarıklı-şalvarlı İsmailağa cemaati inerken, o caddenin tam karşısında olan Oğuzhan caddesinden de elinde içki şişleriyle başka bir grup aşağıya iniyor ve bu iki grup Vatan caddesinde buluşup İstanbul emniyeti önünde Allah ve Resûl aşkı için birlikte can vermeye koşuyorlardı. Bu da olmuş ve yaşanmış bir olay. Tabiî ki vatan da fikrimin coğrafyası olan ve uğrunda ölünebilen böyle bir vatandır. Kemalistlerin ve Batıcı şer güçlerin tüm uğraşmasına rağmen bu milletin peygamber sevgisi, hocasından ayyaşına kadar iliğine işlemiştir ve sökülüp atılması mümkün değildir. Amerika istediği kadar, “15 Temmuz darbe girişimi niye başarısız oldu?” diye yerli işbirlikçisi bazı üniversitelere rapor hazırlatsın dursun. Artık suların akışı durdurulamaz (bazen kısa vadeli ters akışlar olsa da), önündeki engelleri aşıp hedefine (Allah Res3ulü) varacaktır. Fuzulî’nin Su Kadidesi’nde Fırat’ın başını taştan taşa vurup kutsal topraklara akışı gibi.
Hadis ezberletilen çocuklar da kürsünün yanına davet edilerek onlara da hadis okutup hediyeler verildi. Bu bir gelenek olup bunu yaşatmaya da dikkat edilirmiş.
Saygın hocalar da gelip birer birer konuşmalar yaptılar. Hepsi candan konuştular. Kelimelerin ne ehemmiyeti var ki burada nakledeyim. Sadece bir cümle nakledeceğim. Şamlı Süheyb eş-Şâmî Hoca hissî ve fikrî konuşmasında “Allah Resûlü’ne sadık olanın korkusu yoktur” dedi.
Uhud Cengi’nde nasıl ki sahabîler Allah Resûlü’nün etrafında cansiperane durdularsa, bugün de böyle davası etrafında cansiperane duran ve gönüldaşlarıyla ruhen kenetlenenler kurtuluş gemisinin yolcusu olacaklardır.
Fatih Sultan Mehmed Üniversitesi hadis hocası Halil İbrahim Kutlay konuşmasında, “100 yıldır özlediğimiz hadis meclislerini şu an yaşıyoruz.” diye duygularını ifade etti. Mihrimah Sultan Camii’nde haftada bir gün açıklamalı Sahih-i Buharî okutmaya devam edildiği bilgisini veren Kutlay şunları söyledi: Kur’an-ı Kerim’den hadislere kadar tartışmalar açıldığı, hadis-i şeriflere, özellikle İmam-ı Buharî’ye hücum edildiği bir zamanda bu faaliyet bir şereftir, berekettir, lütuftur. Allah hepsinden ve üstadlarımızdan razı olsun.”
Üstad Ebu’l Huda el-Yakubî, bu faaliyete izin veren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile İstanbul Müftüsüne teşekkür etti.
Hatim ve dua töreni bitince Müslümanların camide musafahası ve ayaküstü sohbeti sürdü. Yüksek İslâm Enstitüsü’nde aynı dönemde okuduğumuz Halil İbrahim Hoca ile de ayaküstü bir sohbetim oldu. İcazet alan bazı genç hocalarla da fotoğraf çektirdim. Allah Resûlü soyundan gelenler eğer Hz. Hasan’dan olursa biz onlara Şerif, Hz. Hüseyin soyundan olursa ise Seyyid dememize karşın, Araplar bu isimlendirmeden pek hoşlanmaz ve “Hasenî” ve “Hüseynî” demeyi tercih ederlermiş. Demem o ki, Hasenî olan Üstad Ebu’l Huda el Yakubî’nin de bir arada fırsat bulup elini öptüm.
Baran Dergisi 660. Sayı
05.09.2019