Bediüzzaman Said Nursî’nin (ö. 1960), “İşârâtü’l-İ’câz” isimli tefsirinde beyân ettiği, kâfirlerin azabdan azade olacağını vehmettiren ve daha iki yazıdır üzerinde durduğumuz sözler(1), tarihte ilk defa merhum Said Nursî tarafından dile getirilmediği gibi “İşârâtü’l-İ’câz”ın kaleme alındığı ve tercüme edildiği dönemde de sadece Bediüzzaman tarafından beyân edilmemiştir.
Tarihte farklı argümanlara dayanmakla birlikte cehennemin yahud azabın fenâsı görüşünü direkt veya dolaylı olarak dile getiren isimler arasında Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) ve İbn Teymiyye (ö. 728/1328) gibi tesirli isimler bulunmaktadır. Söz konusu isimlerin ifadelerinin, eserlerinin doğru anlaşılıp anlaşılmadığı, beyanlarında haklı olup olmadıkları hususunda ciddi bir tartışma literatürü teşekkül etmiştir.
Bediüzzaman’ın mezkûr görüşü ifade ettiği dönemde ise muasırı isimlerden İzmirli İsmail Hakkı Efendi (ö. 1942) ve Kazanlı Musa Carullah Bigiyef (ö. 1949) de kâfirlerin cehennem azabından azade olabileceğini dile getirmekte, hatta bu konuda eser telif edip ciddi tartışmalara dahil olmaktaydılar. Dolayısıyla Said Nursî’nin sözleri, nevzuhûr ifadeler değildir. Onun sözlerinin tarihî referanslarını tespit etme ameliyesini ayrı bir yazının konusu olarak görüp ertelerken, bu yazıda beyân müşterekliği hissedilen kendi muasırlarından etkilenip etkilenmediğini yahud onları etkileyip etkilemediğini incelemeye çalışacağız.
İzmirli İsmail Hakkı, sadece kâfirlerin azabının fenâsını değil topyekûn cehennemin fenâsını konu edinen “Nârın Ebediyyet ve Devamı Hakkında Tedkikât” başlıklı risalesinde(2), cennet ve cehennemin fenâsı-bekâsı meselesinde sekiz ayrı görüş olduğunu belirtir. Aslında İzmirli’nin söz konusu risalesi, kendisi ifade etmese bile telif bir eser değildir. Risale aslen, İbn Teymiyye’nin talebesi İbn Kayyim el-Cevziyye’nin (ö. 751/1350) “el-Hâdi’l-Ervâh” isimli eserinin ilgili konu başlığına hasrettiği “fî ebediyyeti’l-cenne ennehâ lâ tebîd” isimli bölümünün başarılı bir şekilde özetlenmiş tercümesidir. İzmirli, risalenin herhangi bir yerinde İbn Teymiyye’yi ve İbn Kayyim’i ismen anmamış olsa da risalenin muhtevası onun tercüme olmadığına yönelik bir tereddüte mahal bırakmamaktadır.
Risale, Allah Teâlâ’nın rahmetinin gazabına galebe çaldığını ortaya koyan nasların aktarılmasıyla başlar ve ardından asıl odak noktası olan ve cehennemin/azabın fenâsını bildiren hadis-i şeriflerin aktarımına ve izahına geçer. Bu sunumun ardındansa cehennemin, azabın bekâsına hükmedenlerin delilleri olarak paylaşılan altı ana argümanın tenkitine geçilir. Risalenin muhtevası ile ilgili bu genel manzara bile, Said Nursî’nin, söz konusu paylaşımlardan etkilenmediğini ispata kâfidir. Evvela Said Nursî’nin ifadelerinden azabdan azade oluş anlamı çıkmaktaysa da bu satırlarda cehennemin fenâsından kesinlikle söz edilmemekte sadece cehennemde de olsa bir varlık nimetini elde etmiş olmanın âdeta “rahmetin gazabı aşmasının” tefsiri olduğuna işaret edilmektedir. Bu görüntü konuya yaklaşım açısından iki isim arasında temel ve ciddi bir ayrılık olduğunu göstermektedir. Öte yandan Said Nursî’nin, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim’e karşı müspet duygular içerisinde olmadığı, bilhassa Şeyh-i Ekber tenkitleri ve mutasavvıfeye hücumları hasebiyle bu isimleri eleştirdiği bilinen bir husustur.(3) İşbu hususlar Said Nursî’nin İzmirli ile aynı tezi savunmadığını gösterdiği gibi aynı referans noktasından beslenmediğini de ortaya koymaktadır. Dolayısıyla zahirî bir benzerlik ve yakınlıktan bahsedilebilir olsa da hakikatte İzmirli İsmail Hakkı ile Said Nursî’nin konuya dair pozisyonları birbirlerinden oldukça farklıdır. Bu itibarla iki isim arasında karşılıklı ya da tek taraflı bir etkileşimden bahsetmek -incelediğimiz konu özelinde- makul görünmemektedir.
Musa Carullah, cehennem ve azabın bekâsı konusundaki görüşlerini “Rahmet-i İlahiyye Burhanları” isimli eserinde paylaşmıştır. Onun eseri, neşredildiği vakit, İzmirli’nin muhtasar risalesinden daha tesirli olmuştur. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi (ö. 1954) mezkûr esere, “Yeni İslâm Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyyesi” isimli çalışmasında, âdeta eserden daha çok ses getiren bir tenkit yazısı kaleme almıştır.
Carullah da tıpkı İzmirli gibi eserinde; konu etrafındaki görüşleri, lehte ve aleyhteki argümanları, ilgili nasları aktarmakta ve tartışmakta; fakat eserin ismiyle müsemma olarak temelde “Allah’ın rahmetine” odaklanmaktadır. Musa Carullah, söz konusu eserdeki değerlendirmelerinin nihayetinde cehennemin fenâsına hükmetmekte, bir kısım argüman farklılıklarına rağmen İzmirli ile muvafık düş(ün)müş olmaktadır. Tam da bu sebeple Said Nursî ile Carullah arasında bir paralellikten bahsetmek imkânsız hâle gelmektedir. Çünkü daha evvel ifade ettiğimiz üzere Said Nursî’nin cehennemin bekâsı konusunda gayet sarih ifadeleri bulunmaktadır. Hatta o, cehennemin bekâsının rahmet-i ilahiyye açısından herhangi bir mahzur doğurmadığını “İşârâtü’l-İ’câz”da çeşitli izahlarla delillendirmektedir. Bu durum göstermektedir ki; Bediüzzaman ile Musa Carullah da temel tez olarak birbirlerinden son derece farklı noktalarda durmaktadırlar. Öte yandan Bigiyef’in kaynakları arasında yer alan İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi isimlere karşı Said Nursî’nin daha evvel belirtilen yaklaşımı, istifade edilen referanslar açısından da bir ortak payda olmadığını aşikâr hâle getirmektedir.
Dönemin meşhur isimleri arasında dile getirilen hususlardan biri olmakla birlikte ne Carullah ne de İzmirli’nin beyanları Nursî’nin beyanıyla muvafık değildir. Said Nursî, cehennemin bekâsı ile azabın bekâsını birbirlerinden dakik bir şekilde ayırmış ve dolayısıyla nasların zahirî mânâları ile ilgili oluşan/oluşacak tearuz durumunu böylelikle aşmıştır. İzmirli ve Bigiyef ise cehennemin fenâsını kabul ettiklerinden, nasların zahiriyle kendi kabulleri arasındaki müşkülü aşamadıkları için te’vile gitmek zorunda kalmış ve bir kısım aşırı yorum örnekleri göstermişler, bu nedenle de muhtelif tenkitlerin haklı muhatabı durumuna düşmüşlerdir.
İzmirli İsmail Hakkı ve Musa Carullah’ın ilgili konu başlığındaki kanaatleri ve beyanları münasebetiyle tarihî vetirede muhtelif isimler tarafından tenkit edilmiş olmasına karşın Said Nursî’nin herhangi bir tenkite muhatap olmaması, bizce, onun cehennemin bekâsı ile azabın bekâsının arasını başarılı bir şekilde ayırıp nasların zahirî anlamı ile tearuza düşmekten kurtulmasından kaynaklanmaktadır.
Bediüzzaman’ın, kâfirlerin azabın şiddetinden azade olmalarına dair ifadeleri, “İşârâtü’l-İ’câz Okumalarına Mütevazi Bir Katkı - 2” başlıklı yazımızda ele aldığımız gibi “azabın hafifletilmeyeceğini” bildiren nassın zahirî mânâsıyla tearuzu açısından tartışılabilir olsa da İzmirli ve Carullah’ın ifadeleri gibi cehennemin fenâsını bildiren naslarla tearuz açısından tartışılabilir değildir. Bu noktada Said Nursî’nin izahının iki müellifin beyanından hatta İbn Teymiyye ve İbn Kayyim’in yaklaşımından çok daha başarılı bir muhasebe ve tefekkürü yansıttığını ifade edebiliriz.
1-Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, (çev. Abdulmecid Nursî), Sözler, İstanbul, 1986, s. 90.
2-Bz.; Veysel Kaya, İzmirli İsmail Hakkı’nın Cehennemin Sonluluğu Hakkındaki Risalesi, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2009, c. 18/1, s. 529-557.
3-Said Nursî, Emirdağ Lahikası, s. 152
Aylık Dergisi 183. Sayı Kasım 2019