Molla Câmî olarak tanınan Abdurrahman b. Nizâmeddîn el-Câmî rahmetullahi aleyh (ö. 898/1492), Osmanlı Devleti’nin müstesna âlimleri arasında yer alan müfessir, mütekellim, mutasavvıf, dilci büyük bir şahsiyettir. Kaleme aldığı eserlerin hemen tamamı kendi alanında dikkate ve kıymete şayan eserler olarak kabul görmüş, muhalled kaynaklar arasında dâhil olmuştur. Molla Câmî’nin kaleme aldığı eserlerden bir tanesi nâ-tamam bir tefsirdir. Eser, müellifin ömrü vefa etmeyip tamamlanamadığı için tesmiyesi de sabit değildir. İşbu nedenle Tefsîru Molla Câmî denilerek, müellifinin adıyla anılagelmiştir. Tefsir, Bakara sûresinin 40. âyet-i kerîmesine kadar ikmal edilebilmiştir ve görme imkânına mâlik olan herkes tarafından tamamlanamadığı için hayıflanılacak bir eserdir. Eserin öne çıkan en önemli özelliği “işârî tefsir” olarak adlandırılan sahaya dair nitelikli bir numune olmasıdır.
Molla Câmî tefsiri işârî bir tefsirdir lakin âyetlerden mülhem mezkûr işâretlerin layık-ı vechile anlaşılabilmesi için Molla Câmî’nin tasavvufî anlayışının biliniyor olması gerekmektedir. Abdurrahman el-Câmî, özelde tasavvuf genelde varlık anlayışını Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) hazretlerinin çizgisinde sürdürmekte ve “vahdet-i vücûd” nazariyesini benimsemektedir. İbnü’l-Arabî’nin Fusûsü’l-Hikem’i üzerine Nakdu’l-Fusûs adıyla bir ihtisar, sonra bu ihtisarı üzerine Nakdu’n-Nusûs adıyla Farsça bir şerh ve yine Fusûsü’l-Hikem’in Arapça şerhini yapmış olması, onun İbnü’l-Arabî nazariyesine bağlılığını aşikâr kılan müşahhas delillerdendir. Ayrıca Fatih Sultan Mehmed Han’ın talebi doğrultusunda kaleme aldığı ed-Dürretü’l-Fâhire isimli üç nazarî disiplin (felsefe, kelâm ve tasavvuf) temsilcilerinin umûr-ı âmme ve Zât-ı İlâhî hakkındaki görüşlerinin muhakeme ve mukayesesini gerçekleştirdiği -ne yazık ki yine nâ-tamam olan- eseri de onun vahdet-i vücûd kabulünü ne denli benimsediğini zahir hâle getirmektedir.
Tefsîru Molla Câmî, işbu arka plana dayanarak oluşmuş ve vahdet-i vücûd atıfların yoğun olarak yer aldığı bir işârî tefsirdir. Tefsirde lugavî, lisanî, fıkhî ve usûlî izahatlar mevcut olmakla birlikte aslî yoğunluk tasavvufî izahatlardadır. Bununla birlikte tefsirde dikkat çekici bir kısım i’tikâdî izah ve beyanlar da mevcuttur. Biz burada söz konusu i’tikâdî beyanların tamamını enine boyuna konu edemesek dahi önemli gördüğümüz bir meseleye dair notlar aktarmaya çalışacağız.
Tefsirde dikkat çeken önemli noktalardan bir tanesi Cennet ve Cehennemin hâlihazırdaki ahvalidir. Malum olduğu üzere Mâturîdî ve Eşarî mütekellimlere göre Cennet ve Cehennem yaratılmıştır, mevcut durumdadır. Mu’tezilî isimlere göre ise Cennet ve Cehennem ancak kıyametten sonra halk edilecektir. Bu ihtilaf kelâmî fırkalar arasında hilaf başlıklarından biridir. Abdurrahman el-Câmî, “İman edip salih amel işleyenlere, altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Oranın ürünlerinden kendilerine her rızık verilişinde ‘Bu daha evvel verilen bir rızık!’ derler. Halbuki bu rızık ona benzer surette verilmiştir. Onlar için orada tertemiz eşler de vardır. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” meâlindeki (Bakara, 2/25) âyet-i celîlenin tefsiri bağlamında konuyu Cennet ve Cehennem’in durumuna getirmekte ve daha evvel ifade ettiğimiz mezhebi hilafı aktarmaktadır. Kendi kanaatini beyan etmekten ziyade İbnü’l-Arabî’nin, tabir caizse iki görüşü mezceden ifadelerini aktarmakta ve bu görüşe herhangi şerh düşmemekte bilakis onu tasdik etmektedir.
“el-Fütûhât müellifi [bu konuda] şöyle demektedir:
Bize ve ehl-i keşf ve marifetten dostlarımıza göre Cennet ve Cehennem hem yaratılmış hem yaratılmamıştır. ‘Yaratılmıştır’ ifadesinden kastımız: Bir adam sanki bir mesken yapmak istemiş ve sadece o meskeni kuşatan bütün [hudud] duvarları inşa etmiştir. Bundan dolayı o kimse için ‘bir mesken yaptı’ denilir. Fakat o meskenin içine girdiğinde bir gök ve alanı kuşatan duvarlardan başka bir şey görmez. Bundan sonra ise oturacak kişilerin ihtiyaçlarına göre orada bölümler/haneler kurar.”
Aktarılan bölüm Ehl-i Sünnet ulemâsının genel kabulü dışında yeni bir izahtır. Bir vecihle Cennet ve Cehennem’in mekân ve hudud olarak yaratıldığı ve fakat içeride henüz yaratılmamış haneler bulunduğu ve bu vecihle bakıldığında da yaratılmamıştır denilebileceğini izah eden İbnü’l-Arabî’nin söz konusu izahı meselenin aslî boyutunu cevaplamamakta konuyu başka bir noktaya taşımaktadır. Halbuki Cennet ve Cehennem yaratılmıştır ve halihazırda mevcuttur diyen i’tikâd imamlarının hiçbirisi, “Cennet ve Cehennemin içinde yaratılacak bir şey kalmaksızın tüm unsurlarıyla yaratılmıştır.” iddiasında bulunmamaktadırlar. Dolayısıyla Mu’tezile ile Ehl-i Sünnet arasındaki hilaf Cennet nimeti yahud Cehennem azabı vs. talî konularda değil, bizzat mevcudiyeti üzerinden cereyan etmektedir. Hâl böyle olduğu için ona yaratılmamıştır demek uygun değildir. Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Mi’rac’ta, Cennet ahalisi olan enbiyâ-i kirâmla buluştuğu sahîh nakillerin bildirdiği üzere sabittir. Hâl böyleyken onların nimeti olacak türden mevcudatın Cennette mevcut olmadığı söylemek isabetli değildir. Yine Cennet bineği olarak anılan Burak’ın ve de başka şahit olunan mahlukâtın haberleri de Cennet ve Cehennemin yalnızca mekân ve hudud olarak yaratılmadığını sabit kılmaktadır. Pek tabi bu haberleri dikkate alarak Cennet ve Cehennemde yaratılacak olan her ne varsa yaratılmıştır demek makul değildir. Nitekim Cennet ve Cehennem ebedî olmakla birlikte nimet ve azab cinsinden halk edişler de ebedî olacaktır.
Molla Câmî ilgili işârî tefsiri naklî olarak da pekiştirmek için “Cennet, içinde hiçbir yapının bulunmadığı bomboş bir vadidir. Bu sebeple dünyadayken Cennet için çokça fidan dikin.” şeklinde bir hadîs-i nebevîye yer verilmiştir. Evvela ifade etmemiz gerekir ki muteber hadîs kaynaklarında bu lafızlarla yahud muhtevada bir rivayete tesadüf edilmemektedir. Öte yandan rivayetin devamı niteliğindeki “Ey Allah’ın Resûlü! Cennetin fidanı da nedir?” şeklindeki suale Resûl-i Ekrem’in verdiği “Tesbih ve tehlildir” şeklindeki cevap, Cennetin boşluğu ile kastedilen şeyin manevî bir boşluk olduğu, o boşluğu ancak amel-i salihin doldurabileceğini göstermektedir. Bu rivayetin sahîh olduğu sabit olsa dahi, onun -devamı dikkate alındığında- Cennetin mekân yönünden boş olduğuna delâlet ettiğini söylemek isabetli olmayacaktır. Bâlâda atıf yaptığımız üzere Mi’rac hâdisesinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Cennet ve Cehennem ahvaline dair naklettiği, Sahîhayn gibi, Kütüb-i Sitte gibi en muteber hadîs kaynaklarında yer alan açık rivayetler bize Cennet ve Cehennemin yaratılmış, halihazırda mevcut ve ayrıca fizikî olarak bomboş olmadığını ihtar etmektedir. Dolayısıyla Molla Câmî’nin İbnü’l-Arabî’den mülhem paylaştığı cem’, Ehl-i Sünnet ile Mu’tezile hilafına yeni bir pencere sunmadığı gibi konu açısından yeni müşküller doğurmaktadır. Cennet ve Cehennemin ahvaline dair i’tikâdî kabul ister mütekaddim ister müteahhir olsun Sünnî mütekellimler için ittifakla aktardığımız üzeredir. Bu husus dikkate alınarak okunduğunda Tefsîru Molla Câmî’nin okuyucusuna çok faydalı işârî marifetler sunduğu muhakkaktır. Mevlâ Teâlâ, merhum müellife rahmeti ile muamele eylesin.
Aylık Dergisi 205. Sayı Ekim 2021