Son günlerde fark ettiğim fakat pek de yeni olmayan bir videoda Enis Doko’nun, bir Müslümanın hem Müslüman hem de agnostik olabileceğine dair bir beyanda bulunduğunu gördüm. Belki bir başlık hatasıdır diye düşünerek videoyu açıp konuşmayı dinledim. Fakat herhangi bir yanlışlık olmadığını anladım. Daha sonra bu videoya gelen bir kısım tenkitler münasebetiyle cevabî yazılarla ve yeni bir video ile meramını ifade etmeye gayret edişini de takip ettim. İşin nihayetinde Doko ciddi bir hata yapmakta ve bu hatasını da ısrarlı olarak devam ettirmektedir. Bu yazıda söz konusu görüşün neden baştan sona hatalı olduğuna özlü olarak temas etmeye çalışacağım.

İçinde yaşadığımız âlemin bir yaratıcı tarafından yaratıldığını kabul etmek, yaratıcı kabulünde olanları müşterek bir paydaya toplayıp onları “teist” yani “hangi yolla yahud sebeple olursa olsun bir yaratıcının varlığını kabul ve ikrar edenler” zümresine dahil etse de bu kimseleri Müslüman kılmak için -tek başına- yeterli değildir. Nitekim İslâm’ın müntesipleri bir vâcibü’l-vücûd, bir hâlık-ı mutlak kabulü ile teist zümresine dahil olsalar da her teist, İslâm zümresine dahil olamaz. Eğer ki yaratıcıyı, İslâm’ın bildirdiği ve tavsif ettiği hâliyle kabul ve ikrar etmiyorsanız, bu takdirde sizin bir yaratıcı kabulünüz olduğuna itiraz edilmese dahi bu kabulün sizi Müslüman kılmayacağı hemen ifade edilebilir. Söz gelimi Hristiyan, Yahudi, Deist bir kişi bir yaratıcı kabulünde müşterek olup teist olarak adlandırıldığı hâlde bu kişilerden hiçbiri Müslüman olarak nitelenemez. Eğer burada mesele yalnızca bir yaratıcı kabulüne hatta yaratıcı kabulünün nasıl elde edildiğine hasredilirse ciddi bir hata yapılmış olunur.

Allah Teâlâ’ya iman ister aklî yani nazarî ve burhanî yollarla ister vicdanî merhaleler ile tahakkuk etsin, aslolan o mutlakın varlığından şüphe duymamaktır. Eğer burhanî, nazarî bir yolla izah olunmayan fakat pek tabiî vicdanî bir teslim, kalbî bir seziş yahud fıtrî bir idrâk ile kabul olunan marifeti iman olarak nitelemeyeceksek, bu imanı "bilimsel, tecrübi ve hissi" sınırlar içine hapsetmek olacaktır. İslâm’ın müntesiplerinden Allah’ın varlığını bilmek, onu mutlak olarak kabul edip, bunu ikrar etmek dışında, söz konusu tasdike erişme yoluna dair herhangi bir talebi yoktur. Söz konusu marifet burhanî olmuş, vicdanî olmuş, ilhamî olmuş, ne türlü olmuş olursa olsun, kişinin imanını kendisine ikna edecek bir delili, bir yolu olduktan sonra hangi yolla edindiği mühim değildir. Dağdaki bir çobanın tabiatla kurduğu sayısız tecrübe, onun kalbinde bir yaratıcı kabulünü şühûdî olarak temellendirmiş olabilir ki bu, pek çok aklî delilden daha kuvvetli bir iman oluşturmuş olabilir. Burada mesele imanın bir başkasına delillendirilebilir olmasından ziyade insanın kendisine karşı delillendirilebilir olmasıdır. Dolayısıyla klasik kelâm literatüründe Eşarîlerin “mukallidin imanı muteber değildir” görüşünü, “her Müslümanın bir kelâmî, felsefî, bilimsel vb. argümanı bilir, anlatır hâle gelmesi zarurettir” şeklinde anlamak tamamen hatalıdır. Burada aslolan, iman denilen teslimiyet hâlinin aklî, vicdanî, kalbî, ilhamî vb. hangi yolla olursa olsun sahibi tatmin eden bir dayanağı olmasıdır. Yoksa her mü’minin bunu bir başkasına anlatıp ispat edebilecek yetkinlikte, her şüpheyi bertaraf etmeye hazır bir derinlikte olması mevzu değildir. Ezcümle bir yaratıcı kabulüne nasıl ulaştığımız mühim değildir, mühim olan bir yaratıcının var olduğundan “emin, yakîn” olmamızdır.

Enis Doko, kendi ifadelerine referans aldığı Agnostik kavramını şöyle aktarıyor: "İnsan aklı, Tanrı'nın var olduğu inancını ya da Tanrı'nın var olmadığı inancını haklı çıkarmak için yeterli rasyonel gerekçeler sağlayamaz." Aslında bu bir tam tarif değil, tarifin bir kısmı olabilir. Nitekim insan aklına dair bu hükümle agnostisizme dair bir münasebet kurulmadığı sürece söz konusu cümle havada kalacaktır. Sadece bu tarife bağlı kalarak Agnostisizmi “akıl bilemez fakat başka yollarla Allah’ın varlığı inancına dair şeksiz, şüphesiz bir kabul mümkündür” şeklinde anlıyorsa o takdirde ortada bir problem yoktur. Fakat Enis Doko’nun işi böyle anlamadığı ve Allah’ın varlığına dair bir şüpheyle birlikte Müslüman olmanın mümkün olacağına hükmettiği “Tanrı inancı aklı aşar” dediğini iddia ettiği sûfîleri, buhran döneminden geçen İmam Gazâlî’yi delil olarak getirmesinden anlaşılmaktadır.

Halbuki Doko’nun burada iki ciddi hatası olduğunu belirtmeliyiz: Evvela, Allah’ın olmayabileceğine dair bir şüphenin bulunduğu yerde iman yoktur. Şüphe ile iman aynı kalpte bulunmaz. İkincisi ise ne sûfîlerin ne de İmam Gazâlî’nin Allah’ın varlığının aklı aştığı gibi bir kabulü yoktur. Onların ve bütün Müslümanların kabulünde olan husus, Allah Teâlâ’nın zâtını idrakin aklın sınırları ötesinde olduğudur. Allah’ın varlığını bilmek ile O’nun zâtını idrak etmek arasındaki fark ıskalandığında böyle bir hataya düşülmesi kaçınılmazdır. Ayrıca İmam Gazâlî’nin el-Munkız’da dile getirdiği buhran, Allah’ın varlığı ile ilgili bir şekki değil, yakîn hâli ile ilgili bir arayışı ifade etmektedir. Söz gelimi denizi hiç görmemiş ama varlığını bilen birisi ile onu görmüş birisinin “denizin varlığını bilmek” bakımından birbirlerine üstünlüğü olmasa da bilginin keyfiyeti bakımından üstünlüğü elbette vardır. İmam Gazâlî’nin sancısında olduğu şey işbu yakîn hâlidir.

Peki, bir şekilde yaratıcı kabulüne ulaşmak Müslüman olmak için kâfi mi? Elbette değil. En başta da belirttiğim üzere bir yaratıcı kabulü kişiyi teist yapsa da Müslüman kılmaz. Müslüman olmak için Kur’ân’ın haberine, onun hak olduğuna dair şek ve şüpheden uzak bir şekilde tâbi olmak, Allah Teâlâ’yı kendisini kendi kelâmında nasıl tavsif ettiyse öyle tanıyıp öylece inanmak icap etmektedir. Eğer bu hal noksansa, sizin belli menfaatler, belli faydalar, maslahatlar yahud baskı ile Müslüman olmanız, dinî vecibeleri bu saikle ifa etmeniz sizi Müslüman kılmaz. Bu durum tıpkı oruç tutmanın zayıflamaya vesile olduğunu fark ettiği için oruç tutan bir kişinin, Allah’ın rızasını talep kastı olmadığı hâlde sevap alacağını iddia etmeye benzemektedir. Halbuki din-i İslâm’a tabi olmak, ibadetleri ifade etmek, onların faydasından istifade etmek değildir ki! Müslüman olmak; bu dini Allah Teâlâ’nın gönderdiğini, onun var ve bir olduğunu, kemâl sıfatlarla muttasıf olduğunu şeksiz-şüphesiz tasdik ettikten sonra yine “O’nun rızasını kazanma amacına matuf olarak” emir ve yasaklarına tâbi olmak, ahkâmına boyun eğmektir.

Son olarak; Allah’ın varlığının hiçbir yolla gerekçelendirilemeyeceği, şüphe hâlinin makul olduğu ve bu iddia sahibinin Müslüman olabileceği iddiaları Kur’ân’la tenakuza düşmeye de mahkumdur. Yani böyle bir kişi hem Müslüman olup Kur’ân’a ittiba edecek hem de onun âyetlerini hâl diliyle tekzip edecek fakat Doko’ya göre bu bir müşkül olmayacaktır. Bunun pek çok misali getirilebilir olsa da bir tanesi ile iktifa edeceğim. Allah Teâlâ Kur’ân’da peygamberlerin kavimlerine meâlen “Allah’ın varlığından şüphe mi olur?” (İbrahim, 10) derken ne de haklı olduğunu buyuracak. Fakat Doko’ya göre bir agnostik-Müslüman bu âyeti hem kabul edip hem reddetmiş ve Allah’ın varlığında şüpheyi makul bulmuş olacak.

Doko’nun tashihe muhtaç bütün iddialarını tek tek ele alıp cevaplamak oldukça uzun bir mesaiye muhtaç olduğu için sözü burada noktalıyorum. Ezcümle, Allah varlığı hakkında şüpheye mahal veren hiçbir yol, görüş, izah, -izm sahibi Müslüman olamaz. Onun hangi ibadeti yaptığı, hangi mazerete sığındığının da neticede hiçbir kıymeti yoktur.

Aylık Dergisi 207. Sayı Aralık 2021