Hazret, zorlu ve çetin bir yolculuğun nihayeti olarak gösterdiği bu makamın her Müslüman için mümkün olup olmadığını, yoksa Allah’ın Müslümanlardan istediği tevekkülün özü itibariyle kulların gücünü aşan bir iş; yani “teklif-i mâ lâ yutak” mı olduğu düşüncesini/şüphesini atlamaz ve bunu orijinal bir nazariye ile cevaplandırır.
İbn Atâullah el-İskenderî (ö. 709/1309) Hazretleri, tasavvuf tarihinin seçkin simalarından, Şazeliyye Tarikatı şeyhlerinden, âlim bir sûfîdir. Onun en meşhur eseri “el-Hikemü’l-Atâiyye” nâmıyla bilinen ve şeyhin hikmetli sözlerini ihtiva eden bir derlemedir. Fakat söz konusu eser haricinde İbn Atâullah, bilhassa tasavvuf sahasında ciddi bir teveccühe mazhar olmuş pek çok eserin de müellifidir. Bu eserlerden bir tanesi, “et-Tenvîr fî İskâti’t-Tedbîr”dir. Tevekkül ve teslimiyetin özüne dönük bir anlatıma sahip olan eser, ortaya koyduğu esasları birçok orijinal nazariye ile sunması bakımından dikkate şayandır. İşbu dikkatleri cezbeden özelliği sebebiyledir ki farklı dillere tercüme edilmiştir. Eseri, Müttakî el-Hindî “Risale-i Kifayet-i Ehl-i Yakîn” adıyla Farsçaya, Fatih Mehmet Albayrak “Tevekkülün İncelikleri” ismiyle Türkçeye tercüme etmiştir. Biz de bu yazıda hazretin mezkûr eseri özelinde tevekkül anlayışını ve bu anlayışı takdim ederken konuyu genişlettiği alanları, orijinal nazariyeleri ele almaya çalışacağız.
İbn Atâullah, tevekkül ve teslimiyet anlayışını bir bütün hâlinde, Allah’ın esmâsı ile ilişkili olarak ele alıyor ve konu hem genel hem de özel tüm lerde bu ilişkinin anlam dünyası içerisinde açıklanıyor. İnsan, Allah Teâlâ’nın sıfatlarının tecelligâhı olduğu gibi âlem de bütünüyle Allah’ın sıfatlarının ve dolayısıyla esmâsının tecelligâhıdır; fakat insan, aklı vasıtasıyla bu tecellinin farkındalığına malik kılındığı için ayrı bir konuma sahiptir. İnsan, söz konusu farkındalığıyla kendi dışındaki âleme bakarak âlemde nizama mugayir, aksayan hiçbir şey olmadığını müşahede eder ve bilir. İşbu âlem-i kübradan aldığı bilginin âlem-i suğra için; yani kendi için de aynıyla geçerli olduğunu fark ve idrak etmelidir. Nasıl ki tabiatta Allah Teâlâ’nın takdir ve tedbirine muhalif bir iş gerçekleşmez, hatta bu takdir ve tedbire teslimiyet selâmeti ve nizamı beraberinde getirir; insan, kendisi için de aynen böyle olacağını yani Allah’ın tedbirine karşı bir tedbirin yine O’nun takdirine karşı bir takdirin söz konusu olamayacağını, salim yolun O’nun takdir ve tedbirine teslimiyet olduğunu bilmelidir. İlahî tedbir ile takdire teslimiyetin nizam ve huzuru tesis edeceği şuuruna ancak bu bilgi sayesinde erişilebilir.
Kelâm düzeyinde kolay ifade edilir bu hâle, fiilî ve kalbî olarak ulaşmak kolay değildir. Bu hâl ancak terk basamaklarını tek tek ve ağır ağır çıkmakla başlanan bir seyrin nihayetinde elde edilebilir. Terk, zühd ile ilişkilidir. Dünyaya ve dünyalığa götüren, bizi onlara bağlayan şeylerin muhabbetini kalpten uzaklaştırmak demek olan zühd, muhabbet duyulan unsurları tek tek terk etmedikçe elde edilemez. Söz konusu terk durumu ise ancak riyazet; yani uzaklaşma ve nefs terbiyesi ile mümkün olabilir. Temas edilen hususları hayatına bir şekilde dahil etmeyen; yani nefs terbiyesine ve riyazete talip olmayan bir kimsenin zühde ulaşması, zühde ulaşmayan bir kimsenin de kendince tedbir ve takdirlere temayül göstermekten uzak durması muhal olacaktır. Bir şekilde bu seyri gerçekleştirip basamakları çıkan kimse ise sonunda “terk-i terk” makamına ulaşacaktır. İşte arzu edilen ve tevekkülün özünün yakînen yaşandığı, hissedildiği makam bu makamdır.
Hazret, zorlu ve çetin bir yolculuğun nihayeti olarak gösterdiği bu makamın her Müslüman için mümkün olup olmadığını, yoksa Allah’ın Müslümanlardan istediği tevekkülün özü itibariyle kulların gücünü aşan bir iş; yani “teklif-i mâ lâ yutak” mı olduğu düşüncesini/şüphesini atlamaz ve bunu orijinal bir nazariye ile cevaplandırır. Bu cevap üç kilit öğe üzerine bina edilmiştir: Tevekkül, ef’âl-i ibâd ve tedbir. İnsan terk basamaklarını çıkmak istediğinde bunu evvela zahirden bâtına doğru bir yolda gerçekleştirebilir. Burada onu zorlayan husus, terki arzuladığı hâlde imtihana muhatap olmasıdır. Yani kendi özelinde, özerk bir anlayış ve fiil gücüne malik kılınmış olmasıdır. O, tabiattaki gayr-ı iradî varlıklar gibi Allah’ın iradesine, takdirine ve tedbirine zarureten teslim olmayıp, iradî olarak teslim olması beklenendir. İrade terki arzulasa da terke zahirden başlayan kişi, terke eşlik edecek hakiki tedbiri belirlemekte zorlanır. Hazret bunu Hz. Âdem (a.s.)’ın yasak meyveden yemesiyle misallendirir. Hz. Âdem (a.s.), Allah’ın takdirine boyun eğmiş bir kuldur; fakat tebdir ile terk dengesinin zorluğu onda da görülmüştür. O, Allah’ın kendisi için takdiri olan cennet hayatı ve O’nun ikramlarına ebedî bir şekilde muhatap olma hâlini düşünerek kendince bir tedbir almış, halbuki Allah’ın zaten bu hâl için koyduğu yasak meyve tedbirini aşmıştır. O, kendi arzusu olan ebedî hayat ve ikrama Allah’ın takdir ve tedbirine teslim olmakla zaten erişecekken, kendince bir tedbir ve takdirde bulunarak bundan uzak düşmüştür. İnsanlar da dünyada daima bu hâl üzeredirler.
İbn Atâullah bu noktada konuyu dakik bir noktaya taşır. Terk etme hâlinde “nefsi aradan çekme” düşüncesinin şeriate uygun olan hâlleri arzulamayı gerektireceği ve bunun da terkin mantığıyla uyumlu olmayacağı endişesine karşı, şeriatın olduğu yerde Allah’ın tedbiri olduğu için bunu arzulamanın terke hâlel getirmeyeceğini, aksine terk adına şeriatı da terk etmenin Allah’ın tedbirine teslim olmak adına O’nun tedbirinden ayrı düşmeyi gerektireceğini söyler. Bu incelikli izahıyla şeriatın, terk makamlarının hiçbirinde sakıt hâle gelmeyeceğinin ölçüsünü ortaya koymuş olur: “Tedbir, her şeyi Allah’ın tedbirine râci kılmaktır.”
Teklif-i mâ lâ yutak bahsi üzerinde sunduğu diğer bir orijinal nazariye ise başta belirttiğimiz “esmâ” anlayışı ile ilişkilidir. O, kulun ilahî bir tecelliye mazhar olmadan, bir hâlden başka bir hâle geçmesinin mümkün olmadığını belirtir. Dolayısıyla kul bir imtihana muhatap olmuşsa, orada Allah’ın kula tesir eden birçok esmâsı tecelli etmiş ve bu imtihan için daha önce kendisinde bulunmayan yeni imkânlara malik kılınmış demektir. Bu itibarla her teklif ve imtihan, imtihanı mümkün kılacak tecelliler ile birlikte gelmektedir.
Tevekkül, teslimiyet, tedbir, terk gibi temel kavramlar etrafında ele alınan meselede, konu bütünlüğü kişiyi bir noktada “Cebriyye’nin izahına mı yaklaşıyoruz?” düşüncesine sevk etmektedir. İbn Atâullah Hazretleri, metnin genel yapısından sezilen bu mânâya karşın Cebriyye’yi savunuyor değildir. Meseleyi arka planda daha farklı bir şekilde işletir. Şöyle ki; insanın iradî bir varlık olduğunun ve kendisi için öyle veya böyle bir tedbir yolu seçtiğinin muhakkak olduğunu idrak ve teslim eder; fakat hakiki tedbirin “kendini/nefsini aradan çekip Allah’a râci kılmak” olduğunu ve bununsa iradî bir tedbir olduğunu belirtmek suretiyle aslında tüm sürecin hem imtihanı hem mesuliyeti hem de tüm bileşenleri sakıt hale getirmeden çözümün mümkün olduğunu söyler. Fahreddîn er-Râzî’nin; “İnsan muhtar görünümlü bir muzdardır.” sözünün aksine İbn Atâullah şöyle demiş olmaktadır; “İnsan muzdar görünümlü bir muhtar olmalıdır.”
Ef’âl-i ibâd açısından bakıldığında İbn Atâullah’ın ortaya koyduğu tevekkül anlayışı Eşarîlikle daha uyumlu görünmesine rağmen, teklif-i mâ lâ yutak açısından bakıldığında Mâturîdîlikle daha uyumlu görünmektedir. Bu manzara hazretin klasik yaklaşımları aşan üstün idrakini ortaya koyduğu gibi ihtilaflı meselelerin çözümü için yeni bir pencere de sunmuş olmaktadır.
Aylık Dergisi 185. Sayı Mart 2020