Her şeyde denge esastır; hukukta, siyasette, ahlâkta, iktisatta ve saire… Müslümanda denge, dünya ve âhiret uyumudur. Ne dünyasını ihmal edecek, ne de âhiretini. Paradoks gibi gözüken iki âlemin muazzam bir denge formülü içinde izahı ise şu hadistedir: “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalışınız!” (1)

Konumuz iktisat olduğu için öncelikle parayı dengeleştirme üzerinde duralım.

Şunu belirtelim ki, sıkı tedbirler iktisadî bakımdan hoş görülmüyor, yani harcamaları tümden kesmek doğru değil. Ancak faydalı mecralarda para kullanımı sağlanmalı ki, iktisadî hayata canlılık gelsin. Bugün denk bütçe de yapmak mümkün değil. Dünyanın her tarafında bütçeler açık veriyor. Devlet bunları daha sonra karşılıyor. Burada mühim olan harcamaların nereye gittiği ve ekonomiye getirdiği faydadır. Borçlanma belli amaçlar doğrultusunda yani bilinçli yapılınca, bütçe açıklarında da bir fayda doğar ve bunu da denge içinde mütalaa ederiz. Çünkü doğru yönde olan harcamalarla iktisadî hayat canlanır ve büyüme meydana gelir. En önemlisi de işsizliğe çözüm olur. Böyle borçlanmalar normal karşılanır, ancak büyümeden doğan gelir toplamı eşit dağıtılıyor mu? Yatırımlar iktisadî ve siyasî bakımdan yerinde mi? Gereksiz teşvikler ve harcamalara yol açılıyor mu? Mesela, tütüne verilen teşvikler ile devlet tütünü alıyor. Sonra tütün depolarda çürütülüyor. Oy avcılığı veya başka çıkarlarla yapılanlar iyi sonuç vermiyor.

Sıkı tedbirleri savunmuyoruz, dedik. Ancak her şey zıttı ile kâim olduğu için yanlış bir bir mâna çağrışım yapmaması için belirtelim ki, başıbozukluğu veya liberal iktisadı savunmuyoruz. “Denge” diyoruz ve bu hususta ahlâkî, siyasî, iktisadî bir tutarlılık içindeki bir dengeden bahsediyoruz. Bunları yeri geldiğinde ifade edeceğiz. Aslında biz “kontrollü serbestlik” diye bir kavramı savunuyoruz.

Evde çocuklarını iktisadî gerekçelerle okutmamak doğru mu? İşte burada denk bütçe yapmaya gerek yok. Çocuğun eğitimi için gerekirse borçlanacaksın. Çünkü geçmiş bir daha geri gelmiyor. Çocukların eğitimde yarış atına dönmesini ve yanlış eğitim sistemini savunmadığımızı da ifade edelim. Sözümüz başka mecralara çekilmesin diye şerh düşmek zorunda kalıyoruz. Söz meclisi kurmak de denge işi. Denge, hassas ve zor bir iş aslında. “Denge” kelimesini kullanmak kolay ve hoş. Ancak “denge” demeyle denge kurulmuyor. Münşeat’ın müellifi (S. Mirzabeyoğlu) “ Söz meydanını/ er meydanı bil” diyor.

Parayı dengeleştirmek, dedik. Para emisyonu, Merkez Bankası’nın kararıyla oluyor. Gayri safi milli hasılaya (GSMH) göre para basılıyor. Yâni, hasıla arttıkça para ihtiyacı artıyor. Hükümete göre değil, hasılaya göre para basılıyor. 2000 öncesi hükümetlerin kitlere ve tahvillere harcamalarına göre para basılıyor idi. 2000’den sonra bu durum kalktı, artık Merkez Bankası hükümetten ayrı olarak para emisyonunu ayarlıyor. Para basılması piyasadaki alım satıma göre oluyor. İhtiyaçlarda, mal ve hizmetlerde artış var. Bu artışa paralel olarak para emisyonu oluyor. Fiyat istikrarını korumak için ne kadar para lazımsa, piyasaya sürülüyor.

Gayri safi milli hasıla, bir ülkenin bir yılda A’dan Z’ye toplam üretim ve kazanımı demek. Bugün GSMH’da artış oluyor. Mesela dün iki bin TL yetiyordu, bugün yetmiyor. GSMH büyüdükçe para ihtiyacı artıyor. Enflasyon ise ayrı bir şey, yâni enflasyon ceplerden para tırtıklama hâdisesi olup sunî ve zararlı bir artışa yol açıyor. Bankacılık sektörü ve bazı işadamları ise enflasyon ve faiz sarmalından tatlı para kazanıyor ve bunun argümanı da kapitalist sistemin vazgeçilmezi faiz oluyor. Bir yandan dengeden bahsederken, bütün dengeleri bozan ve güya hak ve vazgeçilmez gibi gözüken-gösterilen faiz belasından bir türlü kurtulamıyoruz. Karma ekonomi de denen bizdeki “kırma kapitalist sistem” faizle bizi sömürmeye devam ediyor. Mesela, evi su basmış bir yandan boşaltıyoruz, ancak alttan veya yandan devamlı su geliyor. Bu olur mu? Bazı iktisatçılarımıza (?) göre olur.

Türkiye’de GSMH 800-850 milyar dolar civarında. Kişi başına düşen ise 10-11 bin dolar seviyesinde. İsviçre’nin nüfusu az ve hasılası çok olduğu için kişi başına 100 bin dolar düşüyor. Türkiye’nin 10 katı.

GSMH hesaplaması için şöyle bir not düşelim. Türkiye’nin GSMH’sı olarak yukarıda verdiğimiz rakamlar nominal olup bütün üretimin dolara göre hesaplanmasıdır. Satın alma gücüne dayanan ve arındırılmış yeni verilere göre ise Türkiye’nin GSMH’sı 2750 milyon dolara çıkıyor. Kurdan arındırılmış bu sistem daha gerçekçi. Satın alma paritesine göre kişi başına düşen gelir ise 30.000 dolar oluyor. Bu açıdan Türkiye ciddi bir ekonomik büyümeye ulaşıyor. Ancak temel bazı sorunları da devam ediyor.

Almanya 4 trilyon dolar üretiyor. Almanya’nın GSMH’si ortalama 4-4,5 trilyon dolar civarında. Bizde ise üretim seviyesi düşük olup ancak 850 milyar dolar üretiyoruz. Burada sadece “çalışalım” demek yetmiyor, katma değerli üretim icap ediyor. Ayrıca şu husus çok önemli: Almanya’nın ekonomi hamlesinin arkasındaki ruhî faktörü irdelemek gerekiyor. İşte ahlâk ve iktisat ilişkisinin zarureti kendini gösteriyor. Alan körlüğüne sahip iktisatçıların görmezden geldiği husus. Batıcı kültür içindeki insan yapısıyla bu mesele çözülemez. Batıdan misal vermemize rağmen bizde Batıcılık idrakleri iğdiş ettiği için bu mesele anlaşılmaz. Batıyı öğrenmek gerek, kuru hayranlık ve dış yüzden kopyacılıktan önce.

Almanya’dan örnek vermeye devam edelim. Almanya’nın yıllık ihracatı bizim bir yıllık toplam üretimimizin iki katı. Almanya’da bir işçi mesela 5-6 bin avro ücret alıyor. Bizde ise asgarî ücrete kadar iniyor. Almanya’da hayat ona göre pahalı, bunu da belirtelim.

Mesele üretim meselesidir. Ancak, “Dünyada bu üretim yarışı niye?” diye teorik ve ahlâkî bir açılabilir. Eğer karşındaki seni ekonomi silahıyla vuruyorsa sen de çaresine bakacaksın. Ancak biz üretimi gayeleştirecek bir felsefeye inanmıyoruz. İktisadı vasıta olarak görürüz ancak hayatî yönleri olduğunu da biliriz. Osmanlı’nın devlet politikalarının iktisadî üç ayağından ve en önemlisi provizyonizm idi. Yâni devletin ve toplumun bütün katmanlarının ihtiyacını karşılamak. İthalat ve ihracat da buna göre ayarlanıyor idi. (2)

Bizim “illa zenginleşeceğiz!” diye bir idealimiz olamaz. Ancak ilim, teknik, mal ve hizmeti de hınzırların (Batı ve ABD) ağzına bırakamayız. Dinimiz bunu emrediyor. Bu şuurla gayret gösteren Müslümanlara ihtiyacımız vardır. İslâm ordusunu teçhiz eden Hz. Osman misali.

Hollanda’nın nüfusu 15 milyon, ancak Türkiye’den daha fazla millî geliri var. Türkiye kadar üretim yapıyor, nüfusuna göre kişi başı millî geliri bizden kat kat fazla oluyor. Buradan “Batı ve Batıcılık iyidir.” gibi bir mâna çıkmaz. Böyle bir mânayı ancak bizdeki mankurtlaşmış Kemalistler çıkarır. Batının gelişmişlik (ahlâkî değil) seviyesine bakıp ilim ve medeniyet kaynağı İslâm’a suç atma akılsızlığını da anlamak mümkün değil. Üstelik bunu Kemalist zümre yıllardır devlet zoruyla yapmıştır. Şimdi de iktidar hayalleri kuruyorlar. Köklerinin tamamen kurutulmasını bekleyen köksüzler bunlar!

Piyasada her gün değişen ihtiyaçlara göre işler yürüyor, ona göre mal ve hizmet üretiliyor. İnsan ve toplumlar dinamik olup tüketim alışkanlıklarını belirleyen ise kültür oluyor. Demek ki, üretim ve tüketimde de denge önemli. Hangi kültür ve hangi ihtiyaca göre ekonomik hamle? Dışarıya muhtaç olmadan ve onlarla rekabet edecek seviyede ne üreteceksin? Yine geliyoruz gayeye ve buna göre planlamaya. Hem ideal sahibi hem planlama yönetimi gerekiyor.

Necip Fazıl’ın iktisadî yazılarında üzerinde en çok durduğu mevzu “denge”dir. Onun, İnkılâp Çapında İktisadî Hamle yazısında, “Evvela parayı dengeleştirmek, mutlaka dengeli ihracat ve ithalat ve mutlaka ‘gider’e değil, ‘gelir’ temeline dayalı dengeli bütçe” şeklindeki tekliflerinin dördüncü şartı ise, bütün bunları kararlılıkla uygulayacak bir rejimdir. (3)

Necip Fazıl’ın 1980 tarihli bu makalesindeki, “Bütün kıymetler buğday ve ekmek değeri esas tutularak bundan 40 yıl önceki nispetlere göre birbiri içinde denge hizasında sokulacaktır.” teklifini, parada muvazenenin nisbeten korunduğu ve enflasyon bataklığına düşülmeyen bir dönemi misal vermesi olarak ve bundan daha mühimi denge faktörünü ve bunun için bir mihrak noktayı işaretlemesi olarak anlamak gerek. Bugün gelinen noktada para emisyonunun GSMH’ya endekslenmesi, sabit bir noktaya ihtiyaç ve denge olarak görülebilir.

Türkiye, bugün dış ticaretinde en çok petrol ve doğal gazdan açık veriyor. Almanya’nın petrol ve doğalgazı yok, ancak dış ticarette açık vermiyor. Çünkü ekonomisi ve sanayisi kuvvetli. İkinci Dünya Savaşı’ndan yıkık vaziyette çıkmış olmasına rağmen ekonomisi ve sanayisi nasıl kuvvetli oldu? Burada ruhî faktörler devreye giriyor. Hani kendilerine iktisatçı veya siyaset bilimci denenlerin inkâr ettiği iktisat ve ahlâk ilişkisi önem arzediyor. Zira ekonomik planlamayı yapan ve milletle beraber uygulayan bir ahlâk, bir ruh söz konusu. Almanya’nın yeniden diriliş hamlesi diyelim buna. Çok bilinen ancak icabı yapılamayan mevzu.

En büyük açığımız enerji yani doğal gaz ve petrol. Ancak bugün millete, “gaz almayalım, odun kömür yakalım” diyemeyiz. Ekonomiyi ve sanayiyi geliştirerek, açığı bir şekilde kapatacağız. Batıya bağımlı yani “kapitalist yoldan sanayileşme”den de bahsetmiyoruz. Zira bu yol bir yerde tıkanmayı ve ebedî köleliği doğuruyor. “Hikmet müminin yitiğidir.” ölçüsünce her faydalıya el koyma hakkımız vardır; ancak taklid ile değil bünyeleştirerek bunu yaparız. Teknik tedbirler olarak söylersek, mesela metroyu geliştirecek, bu tür şeyleri cazip hale getireceksin. İnsanları eğiteceksin. Otomobil kullanmayı pahalı gören bir müddet sonra bundan uzaklaşır. Ülkenin başka kaynakları devreye sokulacak ve bir şekilde enerji açığı azaltılacak. Demek ki, bir yerdeki açığı başka yerdeki fazla ile kapatacaksın ve devamlı olarak artıların eksilerinden fazla olacak. İktisadın bu basit kuralı ilk insandan beri aynıdır. İktisatta allamelik yapmak değil, her işte denge.

Dipnotlar

1-İbn Şâhîn, Fevaid, (8); Beğavî, Şerhu’s-Sünne, 14/291.

2-Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 70.

3-Salih Mirzabeyoğlu, Kavgam II, İBDA Yayınları, İstanbul, 1995, s. 261.

Baran Dergisi 762. Sayı

19.08.2021