İktisat, hayati önemi haiz bir mevzu… Ruhumuzun tasarrufu altına alamayacağı hiçbir mevzu olamayacağına göre, ahlâkî sisteme bağlı alt sistem olarak gördüğümüz iktisadın da hakkını vermeliyiz. Öyle ki, maddesine hâkim olamayan ruh bir müddet sonra maddeye boyun eğer ve ruhçuluğunu yitirir. Bunun için ruha bağlı bir zaruret olan iktisadı, ihmal edilemez bir mevzu olarak görürüz.
Bir toplum nizamı için gerekli üç unsurdan biri de iktisattır. Ruhî ve ahlâkî unsur, siyasî ve hukukî unsur, iktisadî unsur. Kısaca söylersek, iktisada hâkim olamayan topluma hâkim olamaz.
İktisat kapsamlı bir mevzu… Sisteme bağlı bir alt sistem olarak; hem sistemle uyumlu, hem kendi içinde sistematik… İktisat, kendi içinde bir bütün olarak ele alınmalı…
İktisadî ilişkilerin, insan ve toplumun yaşaması için zaruret belirtmesinin yanında, hukuka, içtimaiyata, ahlâka taalluk eden birçok yönü var… Yani ruh ve ahlâk bozukluğu iktisadî ilişkilere yansıyabileceği gibi, iktisadî meselelerin çözülememesi de ruhî, ahlâkî ve içtimaî bozulmalara yol açar.
İnkılap kadrosunun iktisadî mevzulardan pay alması gerek. İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu “İktisat ve Ahlâk” ile “Parakuta’” eserlerini bunun için kaleme aldı. Hayatî mevzuda herkes fikir sahibi olurken, iktisadı branş olarak seçenler de, ipuçlarından hareketle iktisadî mekanizmanın unsurları üzerinde gerçek fikirler üretebilmeli, bunun yolunu bulmalı…
Medyada siyasî hadiseler görmezden gelinerek veya çarpıtılarak verilirken, ekonomik hadiseler de sansürden geçmekte veya tozpembe olarak gösterilmektedir. Hâlbuki Türkiye’nin ekonomik temelleri sağlam değildir ve Türkiye borç ile faiz batağındadır. Gelir dağılımında korkunç adaletsizlikler vardır, 3000 imtiyazlı aile Türkiye’nin kaymağını yemektedir. Dünyada da korkunç bir iktisadî adaletsizlik vardır. Dünyanın ekonomik kaynaklarının %80’ini %20’si yerken, %80’e %20 düşmektedir. Hatta küreselleşme ile beraber bu makas daha çok açılmıştır.
İktisat mevzuunda allameliğe gerek yok, teoriler içinde boğulmaya gerek yok; zaten iş allameliğe döküldüğü için sorunlar daha da içinden çıkılmaz oluyor. Aslında birazcık bilgi ile bir parçacık zekâ yeterli… İnsan ve toplumu tanıyarak, ekonomik kaynaklara ve dağılımlarına dikkat ederek, hayatın içinden pratik çözümler üretmek… İktisadın sanat tarafı olduğu hiçbir zaman unutulmamalı ve “bilgi” ile “marifet” arasındaki farka dikkat edilmeli. Yani ikisi mezcedilmeli, ilim ve sanat birlikte yürümeli. “İş bilenin, kılıç kuşananın” demiş atalarımız. Bilgi ile aksiyonun (sanatın) birlikteliği görülüyor. Aksiyon adamı tavrı, her mevzuda olduğu gibi iktisat mevzuunda da geçerli.
İktisadın meseleleri, felsefenin meselelerinden ayrı değil… Dünya görüşüdür iktisadı belirleyen, ilk çıkış noktası olarak iktisadı gören Marksistlerin aksine… Mirzabeyoğlu’na ait “Necip Fazıl’la Başbaşa”da şöyle deniyor: “İhtiyaçları alet doğurur ve ilk alet ruh ve fikirdir… Hani söyleyip duruyorlar, “ihtiyaçların karşılanması” filân diye… İhtiyacı neye göre tesbit ediyorsun?.. Kendini empoze eden ihtiyaç, hangi ruhî ve fikrî muhtevanın tezahürü?” Evet, hangi dünya görüşüne göre nasıl bir hayat tarzı ve bunun belirlediği ihtiyaçlar?
Ekonomimiz, dış piyasalarla rekabet edene kadar içe kapanmalı, rekabet edecek şartlara ermeye bakmalı. Onlar “ortak”, biz “pazar” olmayalım diyoruz. Bugün kapitalist ülkeler bile gerekli gördüğünde koruyucu tedbirler alıyor, dış pazarlara kapılarını kapatıyorlar. Rekabet edecek seviyeye gelmeden dış piyasalara açılmak, başkalarına yem olmak demektir, emeğini ve kaynaklarını kurda teslim etmek demektir… “Globalleşme” masalı, bizim dışarıya peşkeş çekilmemiz anlamına gelir. Bundan güçlü olan ülkeler kazançlı çıkar, zaten globalleşmeyi dayatan da emperyalistler.
İktisadî bağımsızlıkla siyasî bağımsızlığın yakın ilişkisi, bizi iktisadın hayatî önemine daha da inandırır. Ve tarihten bir misâl: Yavuz Sultan Selim döneminde hazine ağzına kadar öyle dolmuş ki, mühürlemekte zorlanmışlar ve bir daha o seviyeye çıkaramamışlar… Ve yine tarihten, bu sefer bozulma döneminden, bozulmanın iktisatla ilgisini gösteren bir misali, Radikal Gazetesi’nden Yiğit Bulut’un 17.06.2004 tarihli yazısından verelim:
“Sevgili dostlar, ‘Efendi’ kitabı ile ilgili saptamaları bir kenara bırakıyor ve ekonomik durumu anlatan bölümlerine geçiyorum: ’16 Ağustos 1838’de Sadrazam Reşid Paşa, samimî dostu İngiliz elçisi Lord Stratford ile ticaret anlaşmasını imzaladı. Anlaşma aynı yıl Avrupa’nın diğer devletleriyle de imzalandı. Bu anlaşma ile Osmanlı devletçi ekonomiyi rafa kaldırdı ve gümrük vergilerini İngiltere ile birlikte saptamayı kabul etti. Osmanlı, ucuz mallar cenneti hâline gelirken, üretmediğini tüketen bir toplum hâline de geldi. En verimli alanlar yabancı sermayenin eline geçti. Bu durumun Osmanlı ekonomisine yansıması uzun sürmedi. 1814 yılında 1 Sterlin 23 kuruş iken, 1839’da 104 kuruş oldu. Bir sonraki adım ne oldu dersiniz? Avrupa devletleri, malî sorunlarına çözüm arayan Osmanlı’ya, “hemen dış borçlanmaya gitmelisiniz” diyerek baskı yapmaya başladı. Londra, Paris, Viyana, Frankfurt borsaları bayram ediyordu. Nasıl etmesin? Zenginleşmeye başlayan Avrupa orta sınıfı, tasarrufları için kendi ülkelerinde %3-4 gibi düşük faiz gelirleri yerine, %11-20 oranında yüksek faiz gelirleri ile İstanbul’a yöneliyorlardı. Alınan borç paralar sarayların yapımına, dekoruna gidiyordu. Ekonomideki yapısal dönüşüm kültürel değişime de neden olmuştu. Osmanlı bürokrasisinin günlük yaşamı değişmeye başladı. Bürokrasi daha fazla tüketebilmek için, daha fazla kirleniyordu; yani rüşvetsiz iş yapılmıyordu. Reşid Paşa, yeni tip devlet adamlığının da yolunu açtı. Eskiden nüfuzlu paşaların himayesine girerek koltuk makam kapılırken, Reşid Paşa yabancı devletlere dayanarak kariyer yapma dönemini başlattı. Sadrazam ve Paşalar İngilizci, Fransızcı, Rusçu gibi isimlerle anılır oldu. Osmanlı aydını spekülasyoncuların, büyük bankaların ve Avrupa devletlerinin elinde şaşkına dönüvermişti. Yabancı ticarethaneler ile bankalar tarafından yönlendirilen çoğunluğu yerli olan tüccarlar, Avrupa sanayi mamullerinin kırsal alana girişinin kolaylaştırılması için aracılık ediyorlardı. Avrupa’nın sermaye grupları, Osmanlı topraklarında komprador tüccardan sonra komprador bürokrasi inşa ediyorlardı.”
Evet… Yıkılış dönemlerinin iktisadî manzarası birbirine benzer… Şu farkla ki TC, Osmanlı’nın hiçbir mirasını kabul etmezken, borçlarını kabul etmiş ve o günden bu yana borç ve faiz batağında kıvranarak dibe doğru ilerlemiştir. IMF ile anlaşmayı bıraktıktan sonra ekonomi kendi ayakları üzerinde durmaya başlamıştır.
Çözüm için kolay ve özlü bir metoddan bahsedelim:
Bozulmanın başladığı yere kadar gidersin, oradan başlarsın; fikirde de böyle, iktisatta da böyle… İktisatta enflasyonun sıfır olduğu 1940’lara gidersin, oradan başlarsın, Üstad’ın dediği gibi… Fikirde de Kanunî dönemine gidersin, oradan başlarsın…
Daha düne kadar dünyanın en değersiz parası TL idi… Adı sanı duyulmamış ülkelerin paralarından bile değersizdi. Şimdi müstakil ve bağımsız politikalar sonucu bu biraz düzeldi. Ama Cumhuriyet rejimiyle birlikte temeldeki bozukluklar ve yapısal sorunlar aynen devam ediyor. Aslında temelde ideoloji ve ahlâk mevzuu var. Dünyada gelir dağılımı en bozuk 3-4 ülkeden biri de Türkiye… Neden? Niye bu hâle geldik veya getirildik? İnsanımızın aşına açıkça su katılırken, ağzımızdaki lokma çalınırken bu duyarsızlık niye? 70 milyon, 3000 imtiyazlı aileye çalışmak zorunda mı? Bu ekonomik adaletsizlik yüzünden birbirini boğazlayan insanlar, aile faciaları, etini satan kadınlar, çocuklarını satan analar-babalar, cinayetler, geçim dertleri, sıkıntılar, intiharlar vs vs… Bir tarafta bir eli yağda bir eli balda tuzu kuru mutlu azınlık; diğer tarafta boğaz tokluğuna kölelik edenler, hatta edemeyenler… “Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar” devrindeyiz! Bu hengâmede bize düşen vazife ise, bu çelişkiyi kıyameti koparacak kadar devamlı işlemek ve kendi nizamımızca çözüm önerilerimizi sıralamak…
Baran Dergisi, 31.07.2017, sayı: 555.