Hasan Elik ve Muhammed Coşkun’un ortak çalışmaları neticesinde vücut bulan “İndirildiği Dönemin Işığında Kur’ân Tefsiri” isimli eser ilk olarak 2013 senesinde neşredilmiştir. Bizim tedkike esas aldığımız baskı, eserin 2016 yılında gerçekleştirilen üçüncü baskısıdır.(1) Eserin kapağında yer alan “Tevhit Mesajı” alt başlığı Kur’ân’daki âyetlerin itikadî cephesiyle ilgili daha fazla, özenli bir malûmat bulacağımız intibaını uyandırmaktadır. Bu beklentiyi arttıran bir başka husus ise merhum Bekir Topaloğlu hocanın esere takriz yazmış olmasıdır. Eserin Hasan Elik tarafından kaleme alınan sunuş yazısında yer alan, tefsir yazmaya 2000 senesinde razı olduğu ve ilk baskıyı da 2013 tarihinde gerçekleştirdiği yönündeki bilgileri göz önüne aldığımızda çalışma 13 senelik bir mesainin hasılası olarak karşımızda durmuş olmaktadır. Söz konusu hususiyetleri itibariyle henüz başında beklentiyi yükselten tefsir ile ilgili olarak ne yazık ki umduğumuzu bulamamanın ötesinde hüsrana uğradığımızı söylemekle zannediyorum ki mübalağa yapmış olmayız. Söz konusu tefsir, itikadî muhteva açısından son derece problemli, Ehl-i Sünnet’e âdeta her noktada muhalif bir çizgiyi takip etmektedir.

Tefsirin ismi olarak seçilen ve vurgulanan “İndirildiği Dönemin Işığında” ifadeleriyle müellifler aslında tefsirin Tarihselci bir okuma biçimiyle kaleme aldığını ilan etmektedirler. Bu durum ister istemez itikadî muhtevadaki âyetlerin izahında belli sınırlamalar ve sıkışıklıklar yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Kur’ân’ın, ilk muhatapların anlamayacağı hiçbir şey barındırmadığı şeklindeki Tarihselci tezi sık sık dile getiren yazarlar, pek çok âyetin izahı olarak sundukları beyanları ise tefsir tarihinde hiçbir kaynakta bulamadıklarını ikrar etmek durumunda kalmış ve bu yorumlarıyla kendi tezleriyle birçok yerde tenakuza düşmüşlerdir. Öte yandan Cumhuriyet sonrası telif tefsirlerin müelliflerinin çoğuna bulaşmış bir hastalık olan “mucizeleri reddetme ve/veya makulleştirme” durumu söz konusu çalışmada âdeta ifrat derecesine varmıştır. R. İhsan Eliaçık’ın kaleme aldığı “Yaşayan Kur’ân” isimli tefsirin itikadî izahlarından son derece etkilenmiş görünen müellifler; mucizelerin te’villerinde birebir aynı yorumları, neredeyse aynı kelimelerle paylaşmakta; fakat söz konusu çalışmaya herhangi bir atıf yapmamaktadırlar. Neticede hem müelliflerin hem de Eliaçık’ın tefsiri mucizelere karşı ifrat derecesindeki te’vil gayreti ile hiçbir peygamberin hiçbir mucizesi olmadığı hükmüne ulaşmıştır.

Yazımızda itikadî muhteva tetkikine sadakat gösterme arzusu taşımakla birlikte, itikadî izahlardaki arızanın da sebeplerinden olan bir usûl-i tefsir problemine temas etmek kaçınılmazdır. En temel tefsir usûlü kaidesi olan “sözde esas olan zahiri mânâdır, ta ki zahiri mânâyı anlamaya mâni bir saik buluna” ilkesi daima ve keyfî olarak çiğnenmiş, sık sık şahsî değerlendirmelere kurban edilmiştir. Eserin usûl-i tefsir, tarih, siyer ve fıkıh sahalarında da tefsir birikimine uygun olmayan pek çok beyanını tespit etmiş olmakla birlikte kendi çalışma sınırımıza sadakat gösterip sadece itikadî başlıklarla iktifa edeceğiz.

Bir hususu daha özellikle belirterek tefsirin muhtevasına geçmek istiyoruz ki; müelliflerin ilm-i kelâma dair arka planları oldukça sınırlıdır. Bir-iki misal üzerinden müşahhaslaştıracak olursak, mesela Bakara sûresinin 102. âyetinde düşülen 109 numaralı dipnotta şu ifade yer almaktadır: “Malum olduğu üzere, Allah’ın izni ve kudreti, imkânsızı mümkün kılar.” Allah’ın kudretinin mümküne taalluk ettiği ve söz konusu cümlenin topyekûn hatalı olduğu izahtan varestedir. Bir diğer örnekte ise Fahreddîn er-Râzî’nin; “Allah kimseyi gücünün yetmeyeceği şeyden sorumlu tutmaz.” âyetini tefsir ederken Allah’ın insanlara güçlerinin üstünde şeyler yüklediğini iddia eder(2). Halbuki Eşarî bir mütekellim olan İmam Râzî, aslında tüm Eşarîler gibi bunun sadece “aklen caiz” olduğunu ifade etmektedir. Sözü uzatmayalım…

Mucize bahsi, “Tevhid Mesajı”nın en problemli bahsi olduğu için önceliği ve genişliği ona vermek istiyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de mevcut bazı âyetlerin, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e mucize verilmeyeceğini bildirmesinden hareketle Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hissî mucizesi olmadığını, onun tek mucizesinin Kur’ân olduğunu kabul edenlere şahit olmuştuk. Lakin Hz. Âdem (a.s.)’dan Hz. Peygamber (s.a.v.)’e kadar hiçbir peygamberin aslında mucizesinin olmadığını ilk defa Eliaçık’ın tefsirinde ardında da burada görmek nasip oldu!

Hz. Âdem (a.s.)’ın topraktan yaratılmadığını(3); Hz. Musa (a.s.)’ın asâsını kayaya vurup su fışkırmasının aslında halkını su kaynağına götürmesinden ibaret(4); Tûr dağının yerinden kopartılıp İsrailoğulları’nın üzerine yükseltilmesinin aslında “sanki dağ üzerimize yıkıldı” diye hissetmelerinden ibaret(5); Allah Teâlâ’nın ineğin bir parçası ile ölüleri diriltmesinin aslında çözüm yolu göstermekten ibaret(6); asâsının sihirbazların değnek ve iplerini yutmasının aslında sihirlerin göz boyama olduğunu göstermekten ibaret olduğunu…(7)

Allah’ın dağa tecelli edince dağın paramparça olmasının aslında fizikî değil mecazî bir ifadeden ibaret(8); Ashab-ı Kehf’in 309 yıl uyumalarına dair ifadenin aslında Yahudi ve Hristiyanların mübalağalı ifadelerinin naklinden ibaret olduğunu…(9)

Hz. İsa (a.s.)’ın beşikte konuşmasının aslında “daha dünkü çocuk” mânasına gelmekten ibaret(10); beşikteki çocuğa peygamberlik verilmesinin muhal(11); ölüleri diriltmesinin aslında mecazî bir anlatımdan ibaret(12); hastaları iyileştirmesi ve kuş yapıp üfleyince hayat bulması mucizelerinin ise aslında yine mecazî anlatımlardan ibaret(13); babasız dünyaya gelmesinin ise anlaşılmaz(!) olduğunu(14) öğrenmiş (!) bulunuyoruz.

Yine Hz. İbrahim (a.s.)’ın ateşe atılıp ardından kurtarılmasının aslında atılmadan kurtarılması(15); oğlunu kurban etmesi emrinin ise aslında kadim yanlış uygulamaları hatırlatan “sembolik” bir ifadeden ibaret olduğunu(16); Hz. Süleyman (a.s.)’ın kuşlarla ve karıncalarla konuşmasının aslında istihbaratı vurgulayan bir mecazdan ibaret(17); Belkıs’ın tahtını getiren Cin’in aslında bir subay yahud emir eri olduğunu(18); göz açıp kapayana değin getirmenin aslında çabukluğu ifade eden bir deyimden ibaret(19); rüzgarın emrine amade kılınmasının ise aslında müthiş gemilere sahip olmasından ibaret olduğunu...(20)

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in İsrâ ve Mi’rac hadisesinin aslında ruhî-manevî bir yükselişten ibaret olduğunu(21); garanik hadisesinin tarihî bir gerçekliğinin olduğunu(22); inşikâk-ı kamer hadisesinin aslında tevhidin açıkça ortaya konmasından ibaret olduğunu(23) mezkûr müellifler sayesinde öğrenmiş (!) bulunuyoruz…

Kur’ân’da yer alan başka herhangi bir mucizeyi işte bu bir mucizedir diyerek te’vil etmediği zahiri üzere kabul ettiği vaki midir diye merak ediyorsanız hemen söyleyeyim vaki değil.(24) Tabi öğrendiklerimiz (!) bunlarla sınırlı kalmıyor.

Kıyamet sahnesinden kesitler aktaran Meâric sûresinden; “O gün gök erimiş madene döner. Dağlar atılmış yün gibi olur.”(25) âyetiyle ilgili de şu izah yapılmaktadır: “…Allah, kâinat düzenini dehşetli bir şekilde toz duman ederek, mükellef dahi olmayan tabii varlıkları cezalandıracak değildir.”(26) Halbuki Allah-u Teâlâ mülkünde sınırsız tasarruf sahibidir, “insanlar yaptıklarından sorgulanır Allah Teâlâ fiillerinden sorgulanmaz” dese bu müşkülü en kısa yoldan, teknik lere sarkmadan aşabilecekler; ama unutulmuş (!) demek ki…

Müelliflere göre, nüzûl-i İsâ (a.s.) diye bir şey mümkün değil çünkü İsâ (a.s.) vefat etmiştir.(27) Bu kabul de 18. yüzyıl sonrası zuhur edip yayılan bir hastalık gibi dönemin telif modernist tefsirlerinde ne yazık ki sıkça karşımıza çıkmaktadır. 18. yüzyıldan evvel herhangi bir kimsenin böyle bir kabule sahip olduğunu gösteren bir kayıt mevcut değildir. Dolayısıyla “İndirildiği Dönemin Işığında Kur’ân Tefsiri” yapılırken, 18. asır öncesi Müslümanlar arasında mevcut olmayan mezkûr kabullerin neden bu tefsirde bolca mevcut olduğu tekrar ve tekrar düşünülmelidir.

Müelliflere göre şefaat, haksız bir kayırma olduğundan(28) böyle bir uygulama söz konusu değildir!(29) Halbuki bir kimseye Allah-u Teâlâ tarafından bir şey hak edildiği için, bir hakkın karşılığında veriliyorsa ona “adalet” denir. Hak edilmediği halde veriliyorsa buna ise “lütuf” denir. Şefaat, Cenab-ı Hakk’ın şefaat edene ve edilene ikramı, lütfudur. Haksız kayırma ile lütuf arasındaki farkın doğru kavranması, şefaat anlayışının da doğru anlaşılmasını sağlayan en önemli unsurdur. Öte yandan şefaatin sadece Allah’a mahsus olduğunu bildiren âyetlerin yanında Allah’ın müsaade ettiklerinin de olacağını bildiren âyetlerin mevcudiyeti müsellemdir. Fakat müelliflere göre bu istisna ifadelerini şefaat için kullanmak, ona hamletmek Kur’ân’ın bütünlüğüne aykırıdır.(30)

Zannediyoruz ki mezkûr tefsirin tüm yanlışlarını dikkate alarak bir tenkid çalışması yapılacak olsa tefsirin kendi hacmini aşmasından korkulur. “İndirildiği Dönemin Işığında” vurgusuyla yola çıkıp Kur’ân’ın indirildiği dönemden bugüne sadece marjinal isim ve zümrelerin kabul ettiği yahud ilk defa dile getirilen şeyleri tevhid mesajı olarak sunan bir tefsir kaleme almak şaşılacak bir iştir. Bu ümmetin 1400 senedir hiç anlamadığı, doğru mâna veremediği bir ilahî kitaba/mesaja iman ettiğini düşünen bir yaklaşım isabetli olabilir mi? Peygamberini ve peygamberlerini, tarihini, ahkâmını, itikadını inzalinden bugüne hemen kimsenin bilmediği bir din tasavvur etmek mümkün ve makul olabilir mi? Bizce asla…

Dipnotlar

1-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, İndirildiği Dönemin Işığında Kur’ân Tefsiri, İFAV, İstanbul, 3. Baskı, 2016

2-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 148 (301. Dipnot)

3-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 345 (343. Dipnotun devamında)

4-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 58-59, 422 (109. Dipnot)

5-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 60-61, 439 (155. Dipnot)

6-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 62-63

7-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 423 (113. Dipnot)

8-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 429 (125. Dipnot)

9-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 690-691 (8. Dipnot)

10-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 336

11-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 710 (18. Dipnot)

12-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 337 (122. Dipnot)

13-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 337

14-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 710-711 (22. Dipnot)

15-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 756-757 (19. Dipnot)

16-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 1018-1019 (11. Dipnot)

17-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 868 (15. Dipnot)

18-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 872 (22. Dipnot)

19-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 872 (22. Dipnot)

20-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 1030-1031 (25. Dipnot)

21-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 659 (1. Dipnot)

22-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 778 (37. Dipnot)

23-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 1201-1203 (1. Dipnot)

24-Müelliflerin yapmış oldukları te’villerle ilgili izahları ve delillerini yok saymadığımı ve görmezden gelmediğimi belirtmeliyim. Lakin bu delillerin hiçbiri itminan-ı kalb oluşturacak bir burhan sunmamaktadır. Mesela Bakara suresinin 72-73. âyetinde kesilen ineğin bir parçası ile maktule vurulunca ölünün dirilmesi hadisesine dair te’vilin gerekçesinde şu ifadeler paylaşılmaktadır: “(Âyet Yahudilerle ilgili) Yahudilerin ahireti inkâr etmedikleri, iman ettikleri bilinmektedir. Dolayısıyla bu âyeti lafzen anlamak çeşitli müşküllere sebep olacaktır.” Yani ölünün diriltilmesi neden mucize olsun ki onlarda bunun olacağına, ölünün dirileceğine iman eden kimselerdir. Dolayısıyla ölülerin dirileceğine iman eden kimselere ölü diriltmek mucizesi makul değildir.” Halbuki müellifler şu mânayı yakalamış olsalardı te’vile gerek kalmazdı: Öldükten sonra Allah’ın kendisini tekrar dirilteceğine kesin iman etmiş bir kimse böyle bir günah işleyip, peygamberine karşı yalan söyler mi?

25-Meâric, 70/8-9

26-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 1324-1325 (6. Dipnot)

27-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 289 (121. Dipnot), 303 (30. Dipnot), 340 (125 ve 126. Dipnot),

28-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 741 (71. Dipnot)

29-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 99, 130-131, 402 (61. Dipnot)

30-Hasan Elik & Muhammed Coşkun, a.g.e., s. 719 (59. Dipnot), 1196 (15. Dipnot)

Aylık Dergisi 180. Sayı Eylül 2019