Genelde İbda külliyatı, özelde ise Ölüm Odası, “Merkez her yerdedir.” hakikatinin, neredeyse insan takatinin yetişeceği bütün mevzularda tecellisidir.

İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun 61. eseri olan Ölüm Odası “B-Yedi”-Ebu Süleyman Lûgatı, İbda Yayınları tarafından Aralık 2022’de yayımlandı. Daha önce Baran dergisinde tefrika edilmiş ve hâlen yayınlanmayı bekleyen Ölüm Odası serisinden 5 cilt eser daha olduğunu hatırlatalım. İnşallah bunlar da yakında kitaplaşır.

Giriş ve üç bölümünden ibaret olan bu çalışmamızda, Ebu Süleyman Lûgatı eserinin tanıtılması vesilesi ile “Ölüm Odası” eserlerini ve dolayısıyla İbda külliyatını anlamaya dair lere girilecektir. Birinci bölümde, eseri anlama usulümüz hakkında bazı hususlara temas edilecektir. İkinci bölümde ise kısa bir teknik analiz yapılacaktır. Üçüncü bölüm ise tamamen muhteva analizine tahsis edilmiş olup eserin usulü, ismi, yaratılış sırrı ve Abdülhakîm Koltuğu, “fikir kahramanı” ve “mehdi” kavramları ile sistem-şiir idrakı-akıl mevzuları tahlil edilecektir. Sonuç bölümünde ise kısa bir değerlendirme yapılacaktır.

Giriş

Tamamı on cilt ve fikir kategorisinde olan Ölüm Odası eserleri, tarz olarak İbda külliyatının diğer eserlerinden ayrışır. Bu eserlerde yoğun olarak lugat, ebced ve iştikak kullanılmaktadır. Salih Mirzabeyoğlu’nun önceki eserlerinde de kısmen bu yöntemi uyguladığını bilmekteyiz. Ancak Ölüm Odası eserlerinde bu tarzı neden yoğun kullandığını izah etmeye çalışacağız.

Öncelikle bazı tesbitler yapmakta fayda var. Ölüm Odası eserleri, İbda külliyatının temel veya tamamlayıcı eserleri değil, destekleyici ve sağlama niteliğinde eserlerdir. Tahminen 1995’e kadar İbda külliyatının temel eserleri verilmiş, sistemin çatısı kurulmuştur. Ondan sonraki eserler bu sistematiği tahkime ve güzelleştirmeye yöneliktir. Sefine ve Telegram isimli eserlerin ise zaruret vesilesiyle çıktığını, 4 ciltlik Büyük Muztaribler’in ise Üstad’ın vasiyetine bağlı olarak yazıldığını da hatırlatalım.

Ölüm Odası eserlerinin ilki olan Giriş’in 2012’de basımından yaklaşık 8 sene önce 6. cildi yayımlanarak tamamlanan ruhî roman tarzındaki Tilki Günlüğü eserlerinin sebeb-i telifi üzerinde duralım. Zira bu sebep, Ölüm Odası eserlerini de kapsamaktadır. Üstad Necip Fazıl’ın “Bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetinle görüneceksin!” dediği takdim yazısını, Mirzabeyoğlu’nun “Ben kimim?” sorusu çerçevesinde arayışı, Tilki Günlüğü ve Ölüm Odası eserlerine vücut vermiştir. Mirzabeyoğlu, kendi takdim yazısını ararken bir kâinat muhasebesi yapmış, diğer eserlerine nazaran değişik bir tarzda ve lugat ve iştikak tedaileri zengin eserler ortaya koymuştur. Üstad’ın ona hazırlattığı İstikbal İslâmındır eserine yazdığı kısa takriz yazısının, onun aradığı takdim yazısı olduğu kanaatine sahip olduğunu da belirtelim. Bu takriz yazısının başlığı Dünya Çapında Bir Hâdise olup alt başlığı ise “Kaptan Kusto Müslüman”dır.

Tanıtmaya çalıştığımız bu eserde de bu takdim yazısı irdeleniyor ve “zevken idrak içinde erilemeyen ve hep var olan öteye hasretle”(1) deniyor. Hatırlatalım, “Ufuk” diye bahsedilen Üstad olup hep ötededir. Kavuşmak gaye değil, Sevgili’yi sürekli aramaktır mühim olan. Anlaşılan Mirzabeyoğlu, “Nasıl olsa bulamadım!” diye kulağının üzerine yatmamış, Üstad’ının bu sözünü ömür boyu aramış ve yolda buldukları da önemli bir külliyat oluşturmuştur. Onun Necip Fazıl ve Büyük Doğu’ya bağlılığı, onu tafsil edişi ve fikri takibi, bize de usul, edep ve aksiyon olarak çok şey söylemektedir.

Ölüm Odası eserini yazmaya 1993 yılında karar verdiğini söyleyen Mirzabeyoğlu’na, ilkini yayınlamak ancak 2012’de nasip olmuş.(2) Ölüm Odası eserlerinin, alt başlığı Yılanlı Kuyudan Notlar olan Damlaya Damlaya eseriyle de bir ilgisi bulunmaktadır. Zira, genişletilmiş 2. baskı tarihi 1997 olan bu eserde, Ölüm Odaları’na ilham veren “muhabbet kuşu ve kafesi” hikayesini görüyoruz… “Ölüm Odası” ifadesi tabiî ki sembolik, “Doğum Odası” demek olup “ölmeden önce ölme” sırrını da kapsıyor.

 

1. İbda Külliyatı ve Bu Eseri Anlama Usulüne Dair

Az kitap okuma ve mücerret tefekküre uzak olma gibi önemli zaaflarımız bulunmaktadır. Bu zaaflarımızı yendikten sonra da Ölüm Odası eserlerini anlamakta zorlanıyorsak, bunun sebepleri üzerinde durmalıyız! Hem bunun sebepleri hem de eserin anlaşılmasına dair bazı tesbitlerde bulunmak istiyorum.

Modern eğitim sisteminin şekilci-şabloncu ve zâhirci anlayışı, yeni bir dünya görüşünün bilhassa irfanî dilini anlamakta bize ayak bağı olmaktadır. Eğer mücerret fikre de yatkınlığımız azsa, bu dünya görüşünün tefekkür ve hikmet derinlikli eserleri bize hepten sıkıcı gelebilmektedir. Ancak İbda eserleri sabırla okunursa onun sistematiği kavranır ve kavram diline âşinalık kesbedilince de anlama kolaylaşır. İbda külliyatının zengin kavram haritası bir müddet sonra zihni açacak ve bu bize zevk vermeye başlayacaktır. Anlamadığımız bir şeyden hemen yüz çevirmek veya red tavrına girmekten ziyade soru işareti koyup okumaya devam etmeliyiz. Zira çetin ceviz yemişini zor verir, demişler. Ölüm Odaları’nın anlaşılması üzerine daha önce kaleme aldığım (Baran Dergisi, 344. sayı, 18.8.2013) “Bu Ceset Kime Ait?”  yazısını da bu minvalde hatırlatmak isterim.

İbda külliyatını veya kaliteli bir eseri okurken nerede mecaz, nerede hakikî mâna var, dikkat etmeliyiz! Nerede esere, nerede müessire, nerede şekle, nerede ruha bakacağımızı bilmeliyiz! Akla veya gönle hitap edilen yönleri veya her ikisi birlikte hakikate giden yolu/yolları bilmeliyiz. Aklın şablonlarını aşmak için de doğrusal değil, dairevî düşünebilmeliyiz. Fikirlerde iç içe katmanlar olabilir, onların üst üste gelmeleri de söz konusu olup bütün bunlar bizi şaşırtmamalı. Kelime ve kavramlar arasındaki geçişleri ve tedaî zenginliklerini de ıskalamamalıyız.

Hemen damgalamaktan, kolay yoldan ve klişe olarak anlamaktan da uzak olmalıyız. Mesela, “büyük” veya “küçük”, “uzun” veya “kısa” gibi zâhirî ve şabloncu bakışın geçerli olmayacağı mevzular vardır. Hâsılı, sığ bakıştan kurtulmalı ve “sır idraki”nin temel ölçümüz olduğunu unutmamalıyız! Bizde öyle bir fikir bünyesi oluşmalı ki karşılaştığımız her fikri süzgeçten geçirmeli, Mirzabeyoğlu’nun “Zehir yese, şifaya tahvil eder.” dediği bünyeyi oluşturmalıyız!…

İbda diyalektiğinin kuvvetli dilini, taklit olarak ve tükenmez bir sermaye gibi de kullanmamalıyız! Mühim olan İbda’yı yürütücü şuurdur, tekerleme olarak tekrar değil. Bu hususta çile ve kuluçka dönemine razı olacağız ki ortaya bir şey çıksın. Çok bilmişlik veya sloganik ifadelerle bir yere varılamayacağını idrak edemezsek, eleştirdiğimiz sığ ve yobaz anlayışlara biz de düşeriz!.. Ufkumuz dar, hayallerimiz sığ olduğu müddetçe karşıt fikirleri kendimize gıda yapamayız, aksine onlara yem oluruz.

İbda Diyalektiği’nin temel ölçülerinden Sır İdrakı yanında Dışa Bakış’ı da bilmemiz Ölüm Odaları’ını anlamakta bize kolaylık sağlar. Dışa Bakış’ı şöyle özetleyebiliriz: Küfür ve bütün bid’at kolları Allah’ın “mudill-yoldan çıkaran” ismine teslim olarak, tersinden İslâm’ın hakikatini gösterendir. Tez ve aksiyon İslâm olup ona antitez ve reaksiyon olarak bâtıl yollar sayısızdır. İnsanda bile ruh-nefs zıtlığı içinde bu çeşitliliği görüyoruz. Zira her şey zıddıyla kâimdir. Mirzabeyoğlu’nun eserleri bu diyalektiğin üstün örnekleridir. O, takdim yazısını yaşadığı olağanüstü bir macera ile ararken, kütüphane inşa eder ve onun bu arayışı “kâinatı Tevhid Akidesi merkezinde nisbetlendirebilme”(3)  dediği bahse de misal olur. Bu ifade aynı zamanda onun dışımızdaki kültür ürünlerine el atış amacını da vermektedir. 

Kâinat ağacının bazen sarmaşık gibi birbirine dolanmış, bazen zıt noktalara açılmış, bazen de kurumuş dalları vardır, ancak hepsi bir gövdede toplanmaktadır. İbda fikriyatında da bütün bâtıl yollar en ince noktasına kadar tahlil ve kritik edilerek Bütün Fikir-Mutlak Fikir’e bağlanır. Böylece ayrık otlar ayıklanır, imanın arınma kurnası olarak bütün bâtıl yollar süzgeçten geçirilir. İmanın selameti ve tahkikî için bu gereklidir. Ölüm Odası eserlerinde zıtlar birleştirilip mevzular arasında hızlı geçişler yapıldığı için bağlantı kurmakta zorlananlar bir müddet sonra eserden kopabilir. Bundan dolayı yeni okumaya başlayanlar için Ölüm Odası ve Tilki Günlüğü tarzı eserlerin uygun olmadığını da hatırlatalım. Zordan kolaya doğru gidilmez, kolay gelen eserlerden başlanılır...

İbda’nın yeni bir dünya görüşü olması hasebiyle yeni bir dili ve tarzı olduğunu biliyoruz. Keza onun Büyük Doğu’dan tevarüs ettiği “yeni nizam-yeni insan” davasını da. Yeni bir sistemin yeni bir dünya tablosu olması da çok doğaldır. Gelenekle bağı koparılmış ve belki de ondan daha kötüsü idraklerin iğdiş edildiği bir ortamda yaşadığımız için duygu ve düşünce dünyamızı yeniden kurmamız icap etmektedir. Bunun için yeni bir dil ve bunun yeni alışkanlıklarını kazanmamız ve sabırla bunu içselleştirmemiz gerekir ki, eşya ve hâdiselere İslâm’ı nakşedelim.

 Genelde bizler İbda’nın siyasî diline âşinayız, biraz da ideolojik dilimiz var. Onda bile taraftar havasında takım tutar gibi, biraz da hamasî ve duygusal oluyoruz. Muhakkak bunlara da ihtiyaç var, ancak yeterli değil! İbda’nın temel dili irfanî-hikemîdir. Yani İbda, Büyük Doğu’nun tecrit tavrı ve “niçin” buududur. Siyaset ve kavga dilini de mükemmel yapar, eline su döken yoktur! Ancak o, siyasî dilden ibaret değildir. Bu durumu şöyle de ifade edebiliriz. İbda, söylemde bir İslâmcılık olmadığı için onun dili tebliğ dilinden ziyade telkin dilidir. Onun diyalektiği gereği, tebliğ dilinde bile ona sinmiş bir telkin dili vardır. Öncelikle bunu idrak edelim!..

 “Şiir idrakı” diyor Mirzabeyoğlu. Tabiî ki bu tâbir şiir okuma mânasına değildir. Bu mevzuyu ileride müstakil bir başlıkta inceleyeceğiz. Burada şöyle bir misal verelim. Necip Fazıl büyük şairdir, ancak o şair olmak için şiir yazmamıştır; şiir onda bir âlet, bir vasıtadır. O, bir iman ıztırabı yaşamış ve ülkenin bulunduğu noktayı ve İslâm ümmetine ihaneti görmüş ve şiir, nesir, tiyatro vs. her türlü âletle yeni bir dünya görüşünü ve bunun his dünyasını inşa etmiştir. Ölüm Odası’nda Salih Mirzabeyoğlu’nun Üstad’ın şiirlerini yeri geldikçe nasıl kullandığına dikkat edersek hem o şiirlerin neden yazıldığını hem de nasıl anlaşılması gerektiğini daha iyi anlamış oluruz!..

Ölüm Odası eserlerinde farklı mevzular arasında bağlantı kurmak bizi zorlasa da birçok mevzuun şifre/hap şeklinde de verildiğini görmekteyiz. Hatta bunu Ebu Süleyman Lûgati eserinden sayfa numaraları vererek bazı misallerle göstermek isterim. Esatir ve Mitoloji eserinin sebeb-i telifi (s.145), Üstad’ın Bir Adam Yaratmak eseri hakkında özlü tesbitler (s.171), bazı peygamberlerde tecellî eden hikmetler (s. 107-114, 161, 188, 199), kendi usulüne dair bazı ipuçları (s. 14, 36, 54, 234, 249, 261, 264) eserde çok açık olarak bulunabilir.

Eserde lugat, ebced ve iştikaklar bolca kullanılmakta, ancak bunların yanında belki de onlardan daha evvel mâna intikallerine dikkat etmeliyiz. Mesela bir yerde tüccar kelimesi geçiyor. Hemen peşinde ve tırnak içinde ise “Kârlı ticaret, cihâd” (s. 454) denilerek, Allah’ın bir âyette (Saf Sûresi, 61/10-11) cihadı kârlı bir ticarete benzetmesine atıf yapılıyor. Başka bir misal: Katl-öldürmek’in ebcedinden Selmet-taş’a ve oradan da mâna ilgisi bakımından tırnak içinde “Sin, mezar taşı, şâhide, insan”a (s. 452) geçiliyor, yani mâna akrabalığı olanlar tırnak içinde veriliyor. Bu ve benzeri mâna akrabalıklarına dikkat etmemiz ve bir dünya görüşü olarak İbda’nın diğer eserlerinde açıklanmış mevzuları her zaman hatırda tutmamız gerekmektedir.

Mirzabeyoğlu’nun kadro zaafı olarak işaretlediği üç hususu özetle aktarmak istiyorum: 1) “Mücerret fikir istidadı yani varlık şiarının körletilmesi.” 2) “Başkasına iletmek istediklerimizi, kendimizle ilgisi olmayan, dışımızdakilere iletilecek bir şey olarak karşılamak. Aynı, İslâm’ı dışımızdakilere tebliğ etmekten bahsederken, tebliğ olunacak olandan kendi habersiz olanların hâli gibi…” 3) “İş bölümü içinde çalışılması hakkında söylediklerimizi, alelâde işlerin bölümü olarak anlamak” “Teslimiyet edasında şuurlanma çabasından kaytarış.”(4)

Demek ki fikir ve fikir meselelerini sevmeliyiz. Şuur seviyemizi yükseltip her dem hakikî imanın zevkini duymalıyız. Ayrıca, olmadan oldurmaya çıkmamalı, başkalarından bir şey beklemek yerine öncü olmanın çabasına girmeliyiz. Üçüncü uyarı ise branşlaşma üzerine olup ilgimiz olan bir alanda yoğunlaşıp mevzu ve mesele sahibi olmalı, genel takılmanın ve toptancı olmanın rahatlığına sığınmamalıyız…

Anlama problemi hakkında, Hikemiyat eserinde işaretlenen şu hususları da vermekte fayda bulunmaktadır:

“Yapılan büyük yanlışlıklardan biri, sebebin neticeye, yay’ın ok’a yakın olduğu kadar yakın bulunduğunu düşünmemizdir… Bunun gibi, bir hikmet ve karşısında “dış-yüz anlayışları”, doğrunun yanlışta kullanılması, dış’a açıldıkça iç’e nüfuz şartını anlamama, fikir üretememe ve tabiî ki ifade dilini bulamama durumuna düşüyorlarsa, sebeplerden biri “kuru mantık” ve hâdiseye yanaşan şuurun muhteva yokluğudur.”(5)

Ölüm Odası eserlerini anlamakta zorluk çekme ve İbda eserlerini sathî olarak anlamanın sebeplerini yukarıdaki alıntıda görmemiz mümkündür. Kafa konforumuzu bozmaktan rahatsızlık değil, rahat duyduğumuz an, anlamaya da adım atmışız demektir. Şunu da unutmayalım ki şuur seviyemiz kadar müslümanız ve kendi oluşumuzu/şuurlanmamızı ancak kendimiz yerine getirebiliriz. Bu iş tıpkı sınava girip kendi kağıdımızı doldurmak veya doğmak-evlenmek-ölmek gibi şahsa sıkı sıkıya bağlı haklar gibidir. Yani kimse bizim için şuurlanamayacağı gibi kimse bizim için ölemez de!

Birçok lugate nüfuz ettiği için çok dil bilen, birçok kültürün künhüne vâkıf olan, maddî ve mânevî âlemi tebellür eden kevn-i câmi bir kalemle karşı karşıyayız!.. İdrak seviyemize göre bu mevzuları tahlil edip misallerle göstereceğiz.

2. Teknik Analiz

Eserin tam adı “Ölüm Odası “B-Yedi”- Ebu Süleyman Lûgatı”dır. Eser, her birine sırasıyla birer rakam verilen 38 bölümden ibaret olup toplam 589 sayfa ve klasik kitap ebadındadır. Bölümler genelde bir levha (rüya) ile başlamakta daha sonra onun tâbiri yapılmakta ve bilahare 1-4 arası müstakil açılmaktadır. Kapak ve iç kapakta Mirzabeyoğlu’nun âdeta gözlerimizin içine bakan deri montlu bir fotoğrafına yer verilmiş olup arka kapakta ise onun daha önceki eserlerinde çokça gördüğümüz darp edilmiş fotoğrafı flu olarak verilmiş ve altında da kitabın takdiminden bir pasaj konmuştur. Kitap, baskı ve mizanpaj olarak gayet itinalı basılmış, tashihler de yok denecek kadar az olmuştur. İbda Yayınevi sorumlusu Mehmet Tarakçı ve çalışanlarını tebrik ederiz.

Eserin satırbaşlarında büyük harfle verilen kelime ve kavramların da müstakil bir gibi çok faydalı olduğunu ilave edeyim. Bunların indeks gibi bir yerde gösterilme imkânı olsa iyi olurdu.

 

3. Muhteva Analizi

Bu bölümde, öncelikle eserin usulünden bahsedeceğim. Zira Mirzabeyoğlu’nu anlamak için onun meselelere el atış sebep ve maksadını bilmemiz bizim için faydalı olacaktır. O, eseri yanında eserinin de izahını yapmaktadır. Bir yanda eser, öbür yanda “eser üzerine düşünce-şiar ve ilkelendirme” bir arada. Modern sanatçıda aranan bu vasıf, Mirzabeyoğlu’nda, yeni bir nesil yuğurma amacına da matuf olarak eserlerinde görülmektedir. Her iki açıdan buna dikkat etmemiz gerekmektedir.

Mirzabeyoğlu’nun lugat, ebced ve iştikak gibi mevzuları ideolojisinde (dünya görüşü) dinamik bir yorum ve tasarruf gücü olarak kullanmaktadır. Zira lugat Salih Mirzabeyoğlu için “kâinatın şifresi” demek olup bir mütefekkir olarak bu deryadan inciler toplayıp bizlere sunmaktadır. Bu mevzuyu müstakil bir te tahlil edeceğiz. Zaten eserin adı da Ebu Süleyman Lûgatı’dır.

Ölüm Odası eserlerinde kilit rolde geçen Abdülhakîm Koltuğu mevzu, onun Kürsî’yi ifadesi ve Arş’la ilgisinden dolayı yaratılış mevzu ile birlikte müstakil bir te değerlendirilecektir.

Eserde çokça geçen “Fikir Kahramanı” ve “Mehdî” kavramları üzerinde de müstakil bir te ayrıca duruldu. İbda külliyatının temel vasfı olan “sistem” ve “şiir idrakı” kavramları da yine müstakil bir başlıkta ele alınarak izah edilmeye çalışıldı.

Çalışmamızın tamamı için şunu ifade edeyim ki bizim şuur aynamızda anladıklarımızın yansımasıdır. İbda’yı belli bir kategoriye sokmak ve sınırlamak ise mümkün değildir. O, eskimez klasik bir eser hüviyetindedir ve bir kere okunup kenara bırakılacak cinsten değildir.

3.1. Eserin Usulüne Dair

Ölüm Odası eserleri ile Salih Mirzabeyoğlu ne yapmak istiyor?.. Aslında bu sorunun cevabı basit: Kâinatı bütünlemek istiyor. Eşya ve hadiseleri “Bütün Fikir”in hasrına almak istiyor… Zaten Üstad Necip Fazıl’dan 1979’da, “Mücerred fikir istidadı tamam” notunu alan ilk eserinin ismi Bütün Fikrin Gerekliliği idi. Demek ki Mirzabeyoğlu Ölüm Odaları ile nihayeti bidayete bağlamak istiyor. Peki bunu nasıl yapıyor?

Kâinatta her şey Allah’ı zikrettiği gibi Ölüm Odası eserlerinde de kelimeler dönüp dolaşıp mâna birliğinde kucaklaşıyor, tevhid sırrında âhenge eriyor. Daha önce “Tevhid Akidesi merkezinde nisbetlendirme” diye buna işaret etmiştik. Allah’ın kuluna kâinat planı olarak ihsan ettiği dilin, Ölüm Odası eserlerinde de bir plan-sistem dahilinde anahtar olarak kullanıldığını görüyoruz. Buna, Batı’da “ontolojik metot” denilen, “varlığı varlıkla kavrama” usulü de diyebiliz. Nitekim kâinata bakarak Zorunlu Varlık’ın kabulü zorunludur. Aksi halde yollar hiç’e çıkar ki, o zaman varlık olmaz…Sadece ortada kalan, başı ve sonu hiçlikten ibaret bir varlık anlayışı ise, varlık eşittir hiçlik demektir…(6)

Aslı Vahdet-i Şühud (şuhut birliği) olan Vahdet-i Vücud misali, Mirzabeyoğlu’nun “eser”de “müessir”i göstermesi ve kâinatta her şeyi bir noktada cemetmesinin izahı ise onun kaleminden şöyledir:

“İyi olsun, kötü olsun, hayat esasta ister acı, ister zevk olsun, isterse belirsiz bir şey olsun; kâinatta birlik vardır, olaylar arasında tutarlılık vardır, büyük küçük her şey aynı kaynaktan çıkar, maddenin de, hayatın da, ölümün de bağlı olduğu kanunlar aynıdır…Yani en büyük bedahet, bu birlikte, BİR’de…”(7)

Büyük Doğu’nun ağırlıklı olarak “niçin” buudunu temsil eden İbda fikriyatı, teorik dil alanı ve hikmet dili olmakta ve bu çerçevede iştikak ve ebced usulünü de kullanarak, lugatte toplu mânaları tahric etmektedir. Tasavvufun irfan boyutuna nüfuz etmiş ve İslâm tefekküründe tecrit sahibi bir zattan bahsediyoruz. Mirzabeyoğlu, eşyanın ötesini arayıcı, yapanı yaptırandan gelici ve toplayıcı yönü şiddetli kuvvetli olan ve Üstad’dan, “Sende bugüne kadar yokluğundan en fazla şikâyet ettiğim, ifrat halde tecrit var.” nitelemesini alan bir mütefekkirdir.

Ölüm Odası eserlerinde şifre kelime ve kavramlar olup bunlar çokça geçer. Dikkat edersek eserlerin içinde hülasa/özet açıklamalara da rastlarız. Mesela anahtar kavramlardan olan ve ayrı bir te inceleyeceğimiz Abdülhakîm Koltuğu’nun, yaratılış sırrına giden yönü yanında, onun insan ve toplum meselelerini ilgilendiren yönü ile ilgili özlü açıklamalar da bulunmaktadır. Bunlardan birini burada misal olarak verelim:

“Abdülhakîm Koltuğu, iki zirve, Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şühud arasında kanatlarını açan, İslâm tasavvufu ile Batı tefekkürü arasında bir anahtar dil kürsüsü!” (s.46)

Demek oluyor ki “koltuk” ifadesini, Arş altı Kürsî makamı ile ilgili anlayabileceğimiz gibi “dil kürsüsü” mânasında da algılayabiliriz. Aslında bu “dil kürsüsü” o Kürsî’ye gitmektedir. Bu yolculuğu eser içinde gezerken müşahede edebiliriz.

Ölüm Odası eser serisi zamanı bütünleye bütünleye gittiği için bitmesi mümkün değil. İbda Mimarı’nın âni ölümüyle nihayete ermiş olan bu eser serisinin ona tâbi olanların zamanı bütünleyici iman ve aksiyonları ile süreceğini de söyleyebiliriz.

Tek bir ânda yaşıyoruz ve eser bunu bize şuuraltının derinliklerinde, ileriye ve geriye giderek ve kuvvetli bağlantılarla hissettiriyor. İsterse yeşillikten, isterse Kaf Dağı’ndan bahsetsin, nereye el atarsa atsın, bütün bunları bütünleyecek bir dil ve diyalektiği görmemiz mümkün. BD-İBDA İslâm’a muhatap anlayışının kâinatta tecessüsü ve bunun dil ve eserler ile tecessümü de diyebiliriz.

Onun lugat tiryakiliğinin sebebini biraz tafsil edelim. Kâinat lugatta toplu... Öyle ki insan, geçmiş, hal ve geleceği lisan hazinesinde ve hafızasında topluyor. Gittikçe ve derinleştikçe sonuçta ise tek kelime kalıyor: Allah... Ancak bu kelimeyi tahkik etmek, imanda derinleşmek ve küfrün her türlü saldırısına karşı cevap vermek mevzu oldu mu, birçok şey gerekiyor. Zamanı bütünlemek ve öncelikle bunu lisanla yapmak söz konusu. O zaman Mirzabeyoğlu’nun yaptıklarını daha iyi idrak etmiş oluruz. Zira hayat sürüyor ve her yeni hâdiseyi tasarrufuna alan-alabilen böyle bir dil ve diyalektik gerekiyor; özetle İbda eserlerinde yapılan da budur.

İbda fikriyatının insan ve toplum meselelerinin halli davasında yepyeni bir ideoloji olduğunu ifade etmiştik. Bu açıdan dünyadaki bütün lugatler onda bir fon, bir arka plandır. Mirzabeyoğlu lugatı kullanmasını, “musluk gibi bir merkezden dağılan suyun kanat uçlarına” benzetir ve şöyle der: “Mesele bilmek ve konuşmak, tıpkı “her şeyde parçaların toplamından fazla bir şey vardır!” hakikati gibi, bize Lûgatların Lûgat mânasına bağlı kalarak, Lisanın hikmet ve hakikati derinliğinde “birliğe doğru oluşu”nu değerlendirmede “oynama-yapma, faaliyet, aksiyon, icâd” imkânı sağlıyor...” (s.14).  Esasen Mirzabeyoğlu, “Her türlü verimi, tevhidî bir tecrit usulü içinde unsur kılarak…Teorik dil alanının muhtevasını yapıcı bir şekil ve süzgeç ölçüsüyle…”(8) diyerek bu tarzı uygulayacağını diğer eserlerinde de belirtmişti.

İbda Mimarı’nın hiç kimse tarafından kullanılmamış tâbirler ve mazmunlar kullandığı, icadcı, tagî (taşkın) ve öncü olduğu bilinmektedir… Mirzabeyoğlu’nun baba soyunun, bir nâmı da Ebû Süleyman olan Halid b. Velid Hazretlerine vardığını hatırlatalım… Zihin kontrolünün bir nev’î olan ve ona yapılan Telegram işkencesinin Ölüm Odaları’nın oluşumunda bir rolü olduğunu da ekleyelim.

Mirzabeyoğlu, belki de eserin anlaşılma zorluğunu veya okuyucuya kolaylık olmasını düşünerek birçok yerde notlar ve parantez içinde hülasa edici açıklamalar koymuştur. Biz de bunlardan çokça istifade ettik. Misal olarak bazı sayfa numaralarını verelim: 78, 79, 80, 164, 185, 199. Bazı yerlerde ise “hatırla!”, “hatırda!” diye notlar koymuştur. Başka bir misal: EZEL kelimesinin iştikakları verilen bir te, “O yokluk ile bu yokluk arasındaki farka dikkat...” (s.362.) denilerek aynı kelime klişelerinin her zaman aynı mânaya gelmeyeceğine uyarı yapılmıştır. Yine aynı te “kısaca ve öz” (s. 360.) denilerek okuyucuya kolaylık sağlanmıştır. Bu tarz öz ve özetleri eserde bulmamız mümkündür. Mirzabeyoğlu şu uyarıyı da başka bir eserinde yapar: “Kelimelerle rastgele oynamadığımıza, hangi mânaların tevafuk ettiğine, aynı münasiblikle yeni mânalar bulduğumuza dikkat edilmelidir.”(9) Demek ki kelime ve kavramlarda ayniyet mi, gayriyet mi veya hem ayniyet hem gayriyet olup olmadığına dikkat etmeliyiz!.. Daire sırrı ve iç içe âlemlerin varlığını nazara alarak sathî ve şeklî düşünmekten kurtulmalıyız!.. “Her sakallıyı dedesi sanma” yanlışına da düşmemek için bunlar gerekli…

Sadece ebced ve iştikak değil, kelimelerin mânalarından geçişler/köprüler kurulduğunu daha önce söylemiştik. Mesela akıl kelimesinin bağ mânası olup bu da ip ve ölüm demektir. Buradan urgan kelimesine gidilir, o da heceye bölünerek ur diye alınır ve o da ses benzeşmesi ile or olur.  Bu arada istenirse ebcede başvurulup başka kelimelere geçilir. Bu bağlantıların rastgele ve saçma olmaması ise aralarında kuvvetli bir örgü kurulabilmesi ve bu da Mirzabeyoğlu’nun düşünce adamı vasfı ile alâkalıdır. Bazen bunlara rüyalar da katılır. Mesela pire ile ilgili ve sıkça geçen bir rüya bulunmaktadır. Pirenin boyuna göre en yükseğe zıplayan olduğu hususu bize ufuk açıyor. Üstad’ın “Minicik gövdeme yüklü Kafdağı/ Bir zerreciğim ki, Arş’a gebeyim.” ve “Öyle bir devim ki, ben, hakikatte pireyim” mısraları bizlere yeterince tedaî veriyor... Pire, bir, piregen, uç, kenar, zirve. Bu mânalar topluca, “Bit, Pire. Nokta. Sıfır. On” (s. 17) oluyor. Pire rüyasından, “dünya çapında bir hadise” çıkıyor. Burada mâna ve iştikak uygun bir şekilde kullanıldığı gibi Mirzabeyoğlu’nun hâl ve makamına uygunluk da söz konusudur. Yani rüyayı kişinin hâl ve makamına göre yorumlamalı!..

 İbda’nın küçük bir hareket olarak doğduğunu, onu boğmak isteyen rejim güçlerinin eline geçmemek için tabiri caizse pire gibi zıpladığını ve devasa yürüyüşünü sürdürdüğünü, Üstad’ın Kumandan’a vermeyi vaad ettiği takdim yazısında da “Dünya Çapında Bir Hâdise” dendiğini bu mevzuda hatırlatalım.

Mirzabeyoğlu’nun rüyalarla ilgilenmesinin sebebi, rüya tabirnamesi yazmak değildir. O, varoluşu ferdî hayatta, ferdî hayatı da ruhî hayatta olarak belirtmişti. Bundan dolayı o, Emr Âlemi ve Halk (İmkân) Âlemi arasında ve sadece yansıtıcı rolde olan Misal Âlemine sık sık seyahat eden ve haberler getiren rüyalar vasıtasıyla varlık ve varoluşumuzun şifrelerini çözmek ister. Kısaca rüyalar, ruhun bir serüveni olarak, varoluşun sırlarını fısıldayan insanî öze ait gerçekliklerdir ve tetkike değerdir.

Aynı kelime klişelerinin farklı mânalarına ve zıtlardan gelerek bir yerde birleştiklerine bir misal vermek istiyorum. Mesela ateş kelimesini verelim. Allah’a uzaklık ateş olduğu gibi Allah’a yakınlık da ateştir. Yakınlığın imtihanı ve çilesi büyük olduğu için ateş olmaktadır. Mesela, Mevlânâ’nın ifrat halde aşka dûçar olması gibi. Bu Üstad’ın şu mısraları ile de demlenir: “Rabbim, Rabbim, Yüce Rab, âlemlerin Rabbi, sen/ Sana yönelsin diye icad eden kalbi sen/ Senden uzaklık ateş, sana yakınlık ateş/ Azab var mı âlemde fikrin çilesine eş!” (s.450)

Mâna intikalleri, lugat geçişleri, iştikak birlikteliği ve ebced tevafukları yanında pek tabiî olarak teşbih ve mecazların da yapıldığını görüyoruz. Ancak bütün bunlar hayatın aslî karakterinin sır olmasıyla örtüştüğü gibi havada da kalmayıp bir mâna birliğine kavuşturuluyor. Yani resim dilinin kavramıyla söylersek, “altın oran” her zaman gözetiliyor.

Mirzabeyoğlu, okurlar için açıklayıcı notlar ve hatırlatmalar yanında, dikkat çekmek istediği kelime ve kavramları da büyük harflerle vermektedir. Aslında dikkatli okununca eserin içinde onu nasıl anlayacağımıza dair usul ve maksadını açıklayıcı bilgiler bulunmaktadır. Bazen, biz esere kendimizi vermeden eserin kendisini bize vermesini bekliyoruz ki, bu hiç de gerçekçi bir tavır değildir. Allah çektirmediği çilenin nimetini kimseye vermez. Nihayetinde bir mütefekkir karşısında olduğumuzu unutmamamız, bizim kârımızadır.

3.2. Ebu Süleyman Lûgatı

İsmi Üzerine

Salih Mirzabeyoğlu’nun yerli-yabancı birçok lugatı süzerek “her şeyde parçaların toplamından fazla bir şey vardır!” hakikati gibi onları kök birliğinde hikmet gözü ile birleştirdiğini ve onun çabasının bildiğimiz mânada bir lugatçe değil, “lûgatlarin lûgatı” tarzında yeni bir şey olduğunu ve bundan dolayı Furkan Lûgatı, Ebu Süleyman Lûgatı gibi isimler verdiğini hatırlatalım. Yani farklı ve yeni bir tarz “lugat” olup mevcutlardan süzme ve seçme yaptığını ve terkipçi olduğunu bilelim ve kafa konforumuzu biraz bozarak, alışkanlıklarımızı da değiştirerek eğer varsa anlama zorluğunu aşalım!.. “Kâinat, Dil. Kalb. Lûgat” (s.31) şeklinde eserde bir hizada geçen kavramları da hatırlatalım. Dilin kalb hakikatinde dönmesi ve kâinatı çözmenin lugatta gizli olması şeklinde yorumlayabiliriz.

Eserin ismini açıklama sadedinde kitabın arka kapağında da yer alan şu satırları aktaralım: “Ebu Süleyman: Halid bin Velid oğlu Hazret-i Süleyman’ın “Horoz-Kabadayı-Dil sahibi” namı...” (s. 33) Ebû Süleyman, “Allah’ın kılıcı” lâkaplı Halid b. Velid Hazretleri ile onun oğlu olan ve Diyarbakır’ın fethi esnasında şehid düşen Hazreti Süleyman’ın künyesidir. Ebu Süleyman kelimesi iştikak olarak “horoz-kabadayı-dil sahibi” mânalarına geldiğine göre bu kitap da Dil Sahibi’nin (S.M.) lugatı olarak anlaşılabilir. Ölüm Odası eserleri için çerçeve bir lugat mı, yoksa bu kitaba has mı olup olmadığı hususunda ise küllî düşünmenin ve eserler arasında irtibatları yakalamanın daha doğru olduğunu düşünüyorum.

 Eserin takdiminde geçen ve içinde de sıkça zikredilen şu rüyayı da verelim: “Rahmetli SAİD-İ NURSÎ Hazretlerine âit, 12 sığır yavrusu ile ilgili bir yazı söz konusu…12 sığır yavrusundan birinin mucize beyanı olması…Ben o yazının dergiye girmesine, AHMED Fıçıcı’nın Nurcu olmasından dolayı müsaade ediyorum…Bu arada AZİZ Demirci’nin Nurcu olmasından dolayı o le bir ilgisi varmış!..” Bu rüya daha ziyade Mehdiyi Hâmil On Süvari rüyasıyla birlikte eserin içinde çokça geçmekte ve farklı lerin müşterek noktası veya asılları olmaktadır. Takdimde bu rüyanın tâbiri mahiyetinde olarak Abdülhakîm Koltuğu, İhya, Edep, Sistem, Düzine, Mehdi, Fikir Kahramanı gibi kavramlar üzerinde durulmaktadır.

Mirzabeyoğlu’nun iştikak, ebced ve lugat kullanma usulu ve amacı üzerinde durmaya devam edelim. O, geleneğe bağlı ve aynı zamanda yenilikçi bir mütefekkirdir. Yeni bir dünya görüşü sahibi olduğu için lafızlardan ziyade mânaları bir havuzda toplamayı amaçlaması, iştikak ve ebcedin imkanlarından da bu açıdan faydalanması söz konusudur. İştikak usulünde ses benzeşmeleri, harf değişiklikleri gibi unsurları da kullanmıştır. Ebcedde ise büyük-küçük ebced, rakamların toplamı, bir rakam ileri veya geri gitme gibi usulleri de denemiştir. Her çiçekten bal toplar hesabı birçok lugatı tetkik etmiş, ses benzeşmesi ve anlam geçişlerini yakalamıştır. Zaten bu zenginliklerin çoğunun Arapçanın lisan karakterinde olduğunu da hatırlatalım. Belki de o, lisanları aslına döndürmüş oluyor, zira lisanlar Arapça veya Süryanice kökünden türemiştir. Bir hakîm-mütefekkirin vasfı olarak, kelâm ve mâna toplayıcılığı ile ebced ve iştikak gibi unsurları da kullanarak lugatlardan istifade ettiğini söyleyebiliriz.

İbda bağlılarının ebced ve iştikak kullanıp kullanmayacağı mevzuunda ise şunları söylemek istiyorum. Mirzabeyoğlu’nu taklit eder gibi yapmanın yanlış olacağını, ancak mevzuunda uzmanlaşan ve bir alt sistem kuracak seviyeye gelenlerin zevk idraki halinde iştikak ve ebcede başvurmasının doğru olacağını düşünmekteyim. Bu da alanında piştikten sonra kelime ve kavramların tevafukunu göstermek şeklinde olur. Aslında bizim daha ziyade tefekkür dilini öğrenmeye ve farklı formda olsa bile fikri tanımaya ihtiyacımız vardır. Zira hayatın her alanında farklı formda ortaya çıkan yeni fikirleri gördüğümüzde bazen tanıyamıyoruz. Kendinden zuhur, o fikri kendi formundan başka bir forma aktaranın yaptığıdır aslında. Yorumlamak için ise fikri bünyeleştirmek gerek. O zaman hâdiseleri raksettiren keyfiyeti görürüz, zamanı bütünler, mekânı da fethederiz!..

Lisan ve lugat mevzuunda İbda külliyatında sıkça geçen bir tesbit: “Topyekûn varlık, lisanla çerçevelendi ve insanla mühürlendi.” Bunun yanında, “Allah Âdem’e isimleri öğretti.” (Bakara Suresi, 2/31) âyeti de hatırlanmalı! Bütün lisanlar aynı kökten dallanarak geldiği ve dolayısıyla birinde yakalanamayan hakikatin başka birinde yakalanacağını da Ölüm Odası örneğinde ispatlanmaktadır. Karatay-Malkar, Hakasça, Kıpçakça vs. lugatlar yanında İngilizce, Rusça, Yunanca, Süryanice vs. lugatlar de kullanılmaktadır. Mirzabeyoğlu lugatlarda zâhirî anlamlardan yürüse bile lafızlarda kalmadığı, kâinatın sırlarının lugatta toplu olduğu hakikatinden hareketle lugatları kalburdan geçirdiği, ayrıca ebced ve iştikaklardan da yürüdüğü anlaşılmaktadır. Öyle ki basit görünen mevzular bile yaratılış sırrıyla bağlantılı işlenerek, Su mertebesi, Kamer menzilleri, Felek atlası, Harfler ilmi yanında Arş ve Kürsî makamlarına usta bir diyalektikle bağlanır.

Mirzabeyoğlu’nun, “Kelimenin altında, cümlelerin üstünde”kini yakalamaya mahsus “Külhanbeyi lûgatı” vasfı ve bunun da “Ebu Süleyman”ın “Horoz” mânasıyla örtüştüğünü de hatırlatalım. Buradaki horoz benzetmesini bütün dillerin üstüne çıkan, “üst dil- üst diyalektik” ile irtibatlı olarak da anlayabiliriz. Mirzabeyoğlu’nun lugat tiryakiliği sonucu yaptığını “lugatların lugatı” olarak niteleyebilir ve Ölüm Odası eserlerinde bu kadar geniş ve girift kelime ve kavramların bir araya getirilmesi hikmetini de bu şekilde izah edebiliriz. Kelime ve düşünce dünyamızın darlığından dolayı bağlantılar kurmakta zorlansak bile ifade edelim ki bu normaldir ve öncelikle zihnî ve hissî bariyerlerimizi aşmaya gayret etmeliyiz. İbda’nın, hiç kimse tarafından kullanılmamış tâbirler ve mazmunlar kullanması, onun hem isminin hem de ismiyle müsemma olmasının tabiî bir sonucudur. Büyük Doğu’nun “niçin” buudu ve aksiyonu olarak İslâm inkılâbı demek olan İbda, tabiî olarak bağlılarından emek ve çilelerini isteyecek, ancak herkes gayret ve seviyesi nisbetinde görünecektir. Allah katında da dereceler farklı, mü’min var, mü’min var, İbdacılar da derece içinde. Herkesi fabrikadan çıkma seri malı olarak göremeyeceğimize göre bu ayrım da pek tabiîdir. İbda Mimarı bu ayırımı şöyle ifade ediyor. “Bir fikre iştirak nedir, bir fikri benimseyip onu kuşanmak nedir, bir fikirden hareketle üretmek ve tatbik nedir, vesaire…”(10)

Onun lugatlar dahil dünya kültür verimlerinin üzerine çöküş amacını kendinden dinleyelim:

“Benim ele alış tarzım, eski zamanlara âit kültür formlarını, ibtidaî veya modası geçmiş hammadde cinsinden değil, Âdem Aleyhisselâm’dan Allah Sevgilisi’ne kadar baş ve son İslâm’ın, “İslâm’a muhatap anlayış”ına göre bir tutarlılıkta olmak üzere; İlk İnsan İlk Peygamberdi ve ilk dil ilk insanla vardı... Böyle bir “Kablî-Peşin fikir” ki, bu nisbete karşı olanlar da, hemen her işte bir “Kablî-Peşin fikir” ile başladıklarını, her tümevarımda hâdiseye yaklaşırken bir “Tümdengelim” bulunduğunu-böyle hareket ettiklerini farketmeyenlerdir. Mitoloji ve Şamanizm bahsinde de antitezlerde yozlaşmış hakikatlerin asıllarını işaretle hâlihazırımıza katışımızda, buna dikkat...” (s.25)

Mirzabeyoğlu’nun 6 ciltlik Tilki Günlüğü’nde (1991-1994) “Kusto lûgatı” diye bir isimlendirmede bulunduğunu, ayrıca onun Furkan-Lûgat-ı Salihûn (2006) isimli başka bir eserinde 1’den 999’a kadar olan rakamlara ebcedi denk düşen kelimelerden seçme yapılmış ve bunlar toplulaştırılmış âlet mahiyetinde sunulduğunu belirtelim. Keza onun alt başlığı Büyük Doğu-İbda olan iki ciltlik İnsan (2009) isimli eseri, her bölüm bir rakamla ifadeli olarak 33 bölüm ve her bir bölüm birkaç rüya ve onlardan çıkarılan kelimelerin aynı ebced karşılıklarının toplanması ve bir mâna bütünlüğüne bürünmesi şeklindedir. Tilki Günlüğü’nün devamı ve kalbi mahiyetindeki Hırka-ı Tecrîd (1998) eserinin de rüyalar ve onlardan çıkarılan ebcedler üzerine kurulduğunu da ilave edelim.

3.3. Yaratılış Sırrı ve Abdülhakîm Koltuğu

Ölüm Odaları eserlerinde Abdülhakîm Koltuğu rüyası kilit rolde olup Tilki Günlüğü 4.cildi (1994) ve Hırka-ı Tecrîd (1998)  eserlerinde de bu rüya ve bu isimde başlıklar bulunmaktadır. Koltuk’un Kürsî ile ilgisi ve Allah’ın Arş’a istivası ve onun altında Kürsî’nin oluşu, rüyanın yaratılış sırrı ile ilişkilendirilmesine sebep olmuştur. Tabiî sadece Kürsî ilgisi değil, Abdülhakîm Koltuğu sembolünden varlık ve bilgi felsefesi de çıkmaktadır. Abdülhakîm isminin Necip Fazıl’ın şeyhinin ismi olduğunu biliyoruz. Bu isimdeki Hakîm kelimesi ise en başta, “her şeyi yerli yerince eden” anlamında Allah’ın, sonra Sevgili Resulü’nün bir ismidir. Söz konusu rüyayı aynen vermekte fayda bulunmaktadır:

“Levha: 12 NİSAN 1988... Oturma yeri hasır olan, taştan bir koltuk... Oturma yerinde, oturak koyulabilecek bir DELİK var... Abdülhakîm Arvasî Haretleri’nin koltuğu böyle imiş... Mermerlerine bakıyorum, “Eskişehir” ve “Bursa” yazıyor... Harun Yüksel ve birinin haber vermesiyle, tarikate girmemle ilgili olarak yaptırmışım!”

Ölüm Odası-Tarih isimli eserde bu rüyanın, Abdülhakîm Koltuğu, Şehîd-İlm-i ledün, Değeri ve Pahası, Berzah, Büyük Doğu-İbda, Alpaslan, Lûgat ve İrfan, Ratk ve Fatk lerinde geçtiğini de söyleyelim. Ölüm Odası-Ebu Süleyman Lûgatı’nda ise bu rüyanın yoğun olarak yaratılış leri ile alâkası işlenmiştir. Bilhassa Heba ve Hebaî kavramı ile ilintili olarak. Heba, yaratılan ilk madde olup şekil ve suret veren ancak kendi o şekil ve suret olmayandır. Varlık tabakalarını eserden şöyle sıralayabiliriz: İlk kalem mertebesi, Heba, Arş, Kürsî, burçlara hisselerini veren Atlas mertebesi, Burçlar ve Sabit yıldızlar, Kamer menzilleri (28 menzil) … (s.382-384 ve 490) ... Hebaî ilk madde Esir: Ateş, toprak, hava, su... Allah’ın “hayat” sıfatı suya işledi; her şey hebaî sudan yaratıldı. Buradaki su, Esir’deki suyun da aslı oluyor. Yani dört unsur bu su’dan... Ve en başta ifade etmemiz gereken: Allah’ın “Kün-Ol” emrinde gizli olan Vav harfinin Allah Sevgilisi’ne işaret ettiği... Allah’ta gizli İnsanî hakikatin, Allah Sevgilisi olduğu ve 28 harfin, vav harfinden doğduğu... (s.389)

Eserin ikinci bölümü, Piregen (Ebu Süleyman Lûgatı) ismini taşıyor. “Piregen: Pir-Eğen Kuşatan Pir” demek. Mirgen’in ebcedinin toplamı ise “BD-İBDA” oluyor. “Pirgen: “birlikte, beraber” demek... “İbrahim” satırbaşı maddesinden (s.161) işaretlediğim bu hususları aynı ten sürdürmek istiyorum. Cumhur’un babası mânasına gelen İbrahim Aleyhisselam, “Allah dostu” lâkaplı olup ilk “müslüman” tabirini kullanan da odur. Allah Sevgilisi, hem Peygamberlik, hem nesep itibariyle İbrahim Aleyhisselâm’ın vârisi… İbrahim kelimesinin ebcedinden urgan, ip, halat, “akl, mevt, ölüm” (s.164) mânalarının ve Hz. İbrahim’in ateşe atılmasının tedaisi olarak, Mirzabeyoğlu’nun ilk başta tamamen yalnızlığa terk edildiği 16 yıllık zindan hayatı sonucu tahliye olduğunda, “Bizi uçurumdan attılar, biz yere sağlam indik. Paraşütü icad etmiş olarak indik.” ifadeleri aklımıza geldi. Ebu Süleyman Lûgatı’nın son bölümlerinin tarihinin Mirzabeyoğlu’nun tahliye tarihine denk geldiğini ve tahliye ile ilgili ler bulunduğunu da hatırlatalım.

Yaratılış sırrı ile ilgili şu iştikakları da nakledelim: “NUN: Balık. Kalem. Kılıç. İnsan. Dava Cetveli’nde Allah’ın Nur ismine işaret eden harf...” (s.385). “HARFLER- Allah’ın isimleri, Mertebeleri ve Kamer menzillerini gösteren -Berzah işaretleri-, Arab Harfleri sayısı: 28” (s. 346).

Abdülhakîm Koltuğu ve yaratılış sırrı ile ilgili olarak Ezel bahsini de zikretmeliyiz. Ezel kelimesinin iştikaklarına fazla girmeden bazı özet bilgiler aktaralım: “Ezel insanın varlık istidadı ve yaratılış sırrıdır!” (s.539) “Her insanda şöyle veya böyle “iman, vehim, zann” nisbetinde bulunan “yaratılış” meselesi, “Ezel” bahsi...” (s.393). “Keduretin kökü de Ezel’de; Yaratılış, Allah’tan gayrı düşüştür...” (s. 393). Şöyle bir yorumda bulunalım. Dünya hayatında insan için hüzün duygusu baskındır. Ne kadar oyun ve eğlenceye dalsa da insan kendi kendisiyle başbaşa kalacak ve bu hüznü yaşayacaktır. Çünkü bu âlem insan için gurbet diyarıdır ve şuurunda olsa da olmasa da asıl vatanı/geldiği yeri özlemektedir. Bu insanın fıtratında olan bir husustur ve kimse buna mâni olamaz. Öyle ki buna inanmayan bile bu keduret halinden mutlak mânada kendini kurtaramaz.

Yaratılış sırrının temeli ve Abdülhakîm Koltuğu’nun bağlandığı noktayı eserden iki alıntı ile şöyle gösterelim: “Muhammed-i Nur, topyekûn varlığın kendisinden hisseler hâlinde yaratıldığı ilk; ve Allah Sevgilisi, Muhammed-i Nur’un sahibi olarak Âdem Aleyhisselam’ın kendisinden biat aldığı ilk iken, son Peygamber olarak Cismanî heyetiyle en son yaratılan Peygamber...” (s. 466). “Allah Sevgilisi, en üstün insanla arasında sonsuzluk olan ve kulun kula nisbetinde hep “ötenin ötesinde” bulunan, bunun böyle olması da bütün makam ve mertebelerin ebedî hayatı için zarurî bulunan... Muhammedî Nur; Allah’ın kendi nurundan yarattığı ve her şeyin varlığını var kılan...” (s. 425)

Mirzabeyoğlu’nun bir rüyayı nasıl yorumladığına da misal olmak açısından söz konusu rüyanın bir bölümünün tâbirini özetlemek istiyorum: Bu rüyada koltuğun yan mermerleri, onların mermer oluşu. Lugatlerde ruhem, mermer demek olduğundan, ruhama-rahim olanlar mânasına çıkar. Fransızca mer-mer ise iki deniz demek. Deniz de ilim, iki ilim olur. İki ilmi ise zâhir-bâtın ilimleri veya şeriat-tasavvuf olarak anlayabiliriz. Zira rüya ve rüya görenin ilgisi bunu gerektirir. Buradan mermer, “feylesofi-ince idrak” mânası çıkar. Bunun ebcedi 480 ise MEHDÎ Necip Fazıl Kısakürek olur. (s.69). Hepsinin BD-İBDA’da toplanması ise kuru bir lugatçe veya kolay yoldan bir benzetme değil, bütün bunları toplayıcı bir köprü fikir olmasındandır. Oradan silsile hâlinde Gaye İnsan-Ufuk Peygamber’e varmaktadır. Bu arada geçtiği ana köprüler vardır. İmam-ı Rabbânî, İmam Gazâlî, Muhyiddin-i Arabî, İmâm-ı Âzam gibi. Ölüm Odaları’nda ve diğer İbda eserlerinde bu büyüklere de sıkça atıflar yapılmaktadır. Şu tezi getiren İbda’dır: “Âlemde zatı ile iyi ve kötü yoktur; iyi ve kötü ölçüler, Peygamberler’in getirdiği ile var olmuştur. Kısaca, idrakî hitab ve idrak işi.” (s.69).

3.4. “Fikir Kahramanı” ve “Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu” Kavramları

Eserde bu iki kavramın çokça geçtiğini gördüm ve aralarındaki ilgiden dolayı bir başlık altında incelemeyi uygun buldum. Fikir Kahramanı ifadesi tahminen 40’a yakın, diğeri ise 30’a yakın yerde geçmektedir. Benzer durumun Ölüm Odası eserleri başta olmak üzere İbda Külliyatı’nda olduğunu da belirtelim. Mesela Müjdelerin Müjdesi eserinde mehdiliğe dair rüyaların toplandığı son bölümde söylenen şudur: “Toplam halde söylemek gerekirse: Dünya bir fikir kahramanı bekliyor!”(11) Demek ki klasik anlayıştaki mehdi beklentisi ayrı bir yerde olarak, “Müslüman çağından mesuldür.” anlayışındaki bir yenileyicilik ve aksiyon kastediliyor.

Mehdî kelimesinin “hidayete eren ve erdiren” mânası üzerinden düşünürsek, sistem kurucu zatlar tabiî ki fikir kahramanı olarak bu misyon üzerinde olurlar. Âhir zamanda beklenen mehdi mevzuu ise ayrı bir fasıldır. Eserde mehdi kelimesinin daha ziyade yukarıda verdiğimiz lugat mânası veya “fikir kahramanı” olarak kullanıldığını ve tahkik edilen mevzularla rastlaştığı/tevafuk ettiğini ifade edelim. Bu kelimenin kullanımına eserden sırasıyla birkaç örnek verirsek Mirzabeyoğlu’nun amacının yukarıda söylediğimiz gibi olduğunu görürüz: “MEHDÎ, Allah Sevgilisi’nin Varisleri” (s.11). “MÜVELLİDE- Husule getiren. Doğurtan ebe: 85. MEHDÎ Salih Mirzabeyoğlu (1085)” (s. 31). “733= 1732: ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU... CEZEL-Şâd olmak. (Cezl: Kalın odun. Tomruk. Sağlam. Metin. Güzel ve muhkem fikir. Kâmil, dirayetli, akıllı ve olgun adam): 733: MEHDÎ Salih izzet Erdiş.” (s.33).

Üstad Necip Fazıl’ın, “Bir fikir kahramanı bekleniyor, hadi bakalım, inşallah bizden çıkar!” sözü ile Mirzabeyoğlu’nu telmih ettiği, ona hazırlattığı İstikbal İslâmındır eseri ve Akıncı Güç kadrosuna ithaf ettiği İslâm Anlayışını Yenilemek yazısı ile de ona yenileyicilik üzerinde olmayı telkin ettiği ve bunlara binaen İbda’yı, hidayete eren ve erdiren mânasında Kurtarıcı Fikir olarak görmemiz gerektiğini ifade edeyim. Kendisinden beklenileni Büyük Doğuya nisbetle 70 cilt eserle yerine getirmiş ve beklentileri boşa çıkarmamıştır. Çağımızın böyle bir sisteme ihtiyaç içinde olduğunu, sosyal, siyasî, ahlâkî, iktisadî vs. çalkantıların da buna açık delâletler olduğunu ilave edelim. Ülkemiz ve dünyanın durumu, eşya ve hadiselerin objektif tahlili bunu bize her gün daha yakînen göstermektedir.

3.5. Sistem, “Şiir İdrakı”

ve Akıl

Sistem, kendisini teşkil eden unsurlarıyla, tezatsız bir terkip ve “bütün” mânasınadır... Düşüncede kuruludur, ancak hayalî değildir... İdeoloji ise fert ve toplum arası inanılan ve bağlanılan fikirler manzumesidir. Bir başka deyişle, fert ve cemiyetin inşaındaki bütün esasları veren fikirler sistemidir... Salih Mirzabeyoğlu’nun aşağıda vereceğimiz sistem nitelemesinden önce Şeriat ve Vecd kavramları üzerinde durduğunu hatırlatarak hem bu kavramlar hem onun ideolojiyi de kapsayan ve “şiir idrakı”na bağlayan sistem nitelemesi bize İmâm-ı Âzam’ın ahlâkı da kapsayan fıkıh tanımını (kişinin hak ve sorumluluklarını bilmesi) çağrıştırdığını belirtelim. Mirzabeyoğlu’nun sistem nitelemesi şöyle:

“SİSTEM-Dünya ile birlikte ölüm ötesi hayatın da kefili. Bir nefs muhasebesinde; Kâinatta bütün varlık ve oluşların cevabını barındıran, insanda iç oluş ve dış oluş adına fertten topluma ve devlete kadar ne varsa bütün hakikatlerini ihtiva eden, Allah ve Âlem, Allah ve İnsan, Dünya hayatı ve bunun tahavvülü “aklı aşan” öte hayatı ebeden tekeffül eden “gerekli” İslâm... Ve bu büyük nefs muhasebesi eseri -ameli-, vasıta sistem... Adı BÜYÜK Doğu, yürüyeni İBDA; Şeyh Galib’in “Devlet sırrı mısralarda demlenir!” deyişinden hisse kapan, bir idrak buudu olan “şiir idrakı” sahiplerine...” (s. 222)

Sistem gerekliliğini işaretlemesi açısından eserden şu tesbiti de vermekte fayda var: “Sahâbîler’den sonra ümmetin en büyüğü ve Mektûbât isimli eseri Allah ve Resûlü’nün kitaplarından sonra en büyüğü olan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, VAHDET-İ VÜCUD’u sistem çapında çerçeveleyen Muhyiddin-i Arabî Hazretleri için, “Eğer o bu işi derli toplu ıstılahları ile ortaya koymamış olsa idi, biz bunları anlatamazdık, onun sayesinde hâllerimizi aktarabiliyoruz!” buyuruyor.” (s. 372)

Mirzabeyoğlu’nun fikrî şahsiyetini gerçek vechesiyle tanımak için “Aktör: Aksiyon” bahsi ufuk açıcı olabilir. Orada Üstad’ın Bir Adam Yaratmak piyesini anlamlandırması yanında, onun entelektüel çilesi ile paralellik kurması, yine onun, “Yaratmak neymiş, yaratmaya kalkınca anladım!” sözünü Büyük Doğu için, “Sistem kurmak neymiş, sistem kurmaya çıkınca anladım!” (s.172) diye yorumlayışının dikkatimizi çektiğini ifade edelim.

“Şiir idrakı”, incelikleri iyice idrak demektir. Bir başka deyişle şiir idrakı, düşünerek bulmak ve sezerek yapmaktır. Şiir kelimesi, şuur, anlama, idrak demektir.  Bilmenin hakikati ise şiir idrakıdır. Şiir idrakı, bütün nisbetleri yerli yerine oturtucu idrak nev’î olduğu için, İslâm diyalektiğinin temel ölçülerinden “sistem” ifadesi olup aynı zamanda “zevken idrak” demektir. İdrak nev’îlerini şöyle de hizalayabiliriz: Aşk idrakı, zevken idrak, şiir idrakı... Hepsinin başında da İslâm’ın “felah-kurtuluş” dini olması ve “dindeki gizliliklerin açık edilmesi” mânasına “Kur’an idrakı” gelir. İdrakın nitelikli olması için sistemli olması gerektiğini hatırlatalım. “İslâma muhatap anlayış” davası da sistem zarureti ve bu da şiir idrakıyla iç içedir. Şiir idrakının temel özelliğinin “sır idrakı” olduğunu ve İbda’nın temel ölçülerinin başında geldiğini de hatırlatalım.  

Akıl mevzuuna gelince. Akıl, kalıplaştırma işidir, formel düşünür. Hakikat ise kalıba gelmez, tıpkı hayat ve metafizik gibi. Ruh ise kalıplar üstünde dolaşır durur ve insanı aşk kanatlarıyla uçurur. İnsan, akıl âletini kullansa da varoluşunu ferden ve kalp hakikatinde yaşar. Bundan dolayı kalbin katıldığı bilgi farklıdır ve bu bizi irfan-hikmet derecesine götürür. İslâm kalbin yoludur. “Sadece akıl, -mantık kuralları- işi tahdid ile tek bir esasa bağladığından kâfî gelmiyor.” (s.183). Bu minvalde Mirzabeyoğlu’nun, “İlim dilden dile gelir, hikmet, gaibten kalbe. İlim dıştan anlayıştır; hikmet içten kavrayış.” (s. 232) tesbitini de verelim. Mevzuun düğüm noktasının kalb olduğunu, modernizmin akliyeci anlayışının ise hakikati kaybettiği gibi insanı bilim ve teknolojinin kölesi yaptığını ve bunların mâlumun ilâmı olduğunu, ancak BD-İBDA’nın alternatif dünya görüşü ve aksiyonu ile bunlardan ayrıştığını ifade edelim. Yani kuru şikâyet değil, sistemli düşünce ve kendinden zuhuru olarak…

İbda eserlerinde bilginin kaynakları ve bunların hiyerarşisi üzerinde detaylı durulduğunu ifade ettikten sonra, tahlil ettiğimiz eserin İrfan Dağı bahsinde, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî’nin bir beyti üzerinden bilgi meselesinin anlatıldığını belirtelim. Bu te, irfanın, “bilmeyi bilicilik” olduğu, görmek için gören ve görünen yanında ışık unsuru gerektiği, İslâm’a muhatap anlayışın ahlâk, hâl ve irfanla yürüdüğü, iman nurunun Allah’ın nurundan bir hisse, sır ve sır idrakının hakikati olduğu açıklanır. Yine bu te, lugatte kesik kafa mânasına gelen büride-i ser tâbirinin mecaz olarak “tam teslimiyet” mânası ele alınarak, akıl ve kalb mevzuunda hülasa edici şu güzel yorum yapılır: “Büride-i Ser: Aklın gönülleşmesi, kafanın kalbleşmesi...” (s. 379)

Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerinin ilme de yön veren hikmet-irfan temelli olduğunu ve İslâmî ilimlere de katkı sunduğunu ifade edelim. Bu minvalde Ebu Süleyman Lûgatı eserinden bazı mevzuları işaretleyelim: İşlenen lerle ilgili bazı âyetlerin sebeb-i nüzulu ile tafsil edilmesi, Allah’ın sıfatlarında teşbih ve tenzihin birlikte verilmesi, her biri hikmet kıvılcımı olan hadislerin tefekkür mevzuları içinden pırıldatılması, tasavvufî hikmetlerin ilim ve marifet birlikteliğinde âyet ve hadislerle irtibatının sunulması, İslâm akaidine ait mevzuların haşyet içinde tevhid ilkesine bağlanılması, bâtınî yorumlar yanında fıkhın zâhirî ölçülerine sımsıkı sarılınması ve oluşun bu yoldan beklenmesi dikkatimizi çeken bazı hususlardandır.

 

Sonuç

Anlamadan aksiyona geçemeyiz. İbda’nın sistematiği yani onun ruh ve anlayışı kavrandıktan sonra ancak aksiyona geçebilir ve üzerinde bulunduğumuz mevzuda onu yürütebiliriz. Öncelikle zâhirci-literal bakış değil, sır idrakinin tam bir kalb sâfiyeti ile İbda’nın mâna diline yönelmeliyiz. Sadece ideolojik bir dil veya siyasî söylemle yetinmemeli, her yeni olayda fikri tatbik ve yorum kabiliyetimizi geliştirmeliyiz. Bunun için muhakkak tahlilci olmalı, fikriyatı çağımızın yeni meselelerine tatbik edebilme kabiliyetine sahip olmalıyız. İbda’nın “telkinle alınanı tahkikle bulma” ilkesi bunu icap ettirir. Maddesine tahakküm edemeyen ruhun ruhçuluktan sayılmayacağı ise fikriyatımızda işaretlenmiştir. Zira bâtın ilmi yanında zâhir ilmi olmazsa, fethe nail olamayız!..

İnsan, iradesini bir nokta üzerinde yoğunlaştırıp himmet sarfedecek olursa muvaffak olur. Eğer şuur, tohumun çatlaması ve ağaca doğru gelişimi şeklinde bir oluşum süreci belirtmezse (müsbet mânada ihtilâl budur), statikleşme ve kabuklaşma süreciyle bir çürüme ifadesi olabilir. Yeni verilerle şuurun muhtevasını zenginleştiremiyorsak, eşya ve hâdiseler karşısında “sağır” şuura düşeriz.

Her şey zıddıyla kâim... Ölüm Odası eserlerinde bunun bazen derin girdapta ve geniş bir yatakta akışını görüyoruz. Bir kelime, bir kavram, bir hâdise, bir mesele en zıt noktalara kadar gidiyor, ondan sonra âdeta bir “fikir sihirbazı” eliyle bir noktada toplanıyor. “Cemü’l-cem makamı” diyebiliriz buna…Hayat arazlarla yürüyor. Allah’ın hangi isim ve sıfatlarda tecelli ettiğini görebilmek ise belli bir seviye gerektiriyor… Her türlü tertibi “ihtilâl-inkılâp”ın muradına uygun değerlendirecek bir şuurdur bizden beklenen…

Genelde İbda külliyatı, özelde ise Ölüm Odası, “Merkez her yerdedir.” hakikatinin, neredeyse insan takatinin yetişeceği bütün mevzularda tecellisidir. Mirzabeyoğlu’nun ömrü olsa bu eserler tabiî olarak devam edecekti. Zira hayat devam ediyor ve yeni katılan şeyler oluyordu. Fikir ile bağlantılı şu hissî noktayı da ifade etmek istiyorum. İşin aslında Mirzabeyoğlu’na daha ağlamadık, zira anlamadık ki ağlayalım! Ona hakikaten ağlanılacağı günler, anlaşılacağı/dirileceği günler olacaktır!.. Zaten onun ömrü ister evinde ister zindanda olsun, “Ölüm Odası”nda geçmişti.

BÜYÜK DOĞU, İslâm’a muhatap anlayış sistemi olarak düşüncemizin kaynağı; İBDA ise “yürüyen Büyük Doğu” olarak amelimizdir...Bu kervan, büyüklerin “Ayak İzleri”nden giden Müjdelerin Müjdesi’den olup kalem, kılıç, nur, insan ve yüksek derecelerdir. Bu müjde, Allah’a güvenerek hayatlarını düzenleyenlere, Allah’ın yardım edeceğidir. Bu Müjde aynı zamanda ebced olarak, Osmanlı Hilafeti’ne denk gelmektedir. İmâm-ı Rabânî’den itibaren 10 büyük velinin taşıdığı bu kutlu yolda (Mehdiyi Hâmil On Süvari), “Abdülhakîm Koltuğu”; yönümüz, yolumuz, tarîkimiz... “Bütün Fikrin Gerekliliği” temelinde yükselirken, Sahâbîlerin Rolü ve Mânası izinde, neticesi Başyücelik Devleti’dir. Bu elbiseyi giyinen ve bu boyayı sürünen erkek ve kadınlara ne mutlu!.. İbda erleri için söylenen şu: “Zâhir ve bâtında, tek damla kanı israf edilemez, kurbanlık koyunlarız...” (s.549)

Sabreden/direnenlere Allah’ın doğrudan doğruya lutfedeceği bir nesil olmalıyız!.. Keduret devrinin müjdeli nesli!.. Yük çekmek de cesaret işi... İnsan olmayı yüklendiğimize göre çekeceğiz!.. Ahlâkın temelinde cesaret olduğunu unutmayalım ve son bir cümle ile bahsi noktalayalım: Bize, “Gel gör beni aşk neyledi!” hâlinde erler lâzım!..

Dipnotlar

1-Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası-Ebu Süleyman Lûgatı, İbda Yayınları, İstanbul, 2012, s. 94.

2-Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası-Giriş, İbda Yayınları, İstanbul, 2012, s. 9.

3-Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’la Başbaşa, 2019, s.320.

4-Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya, 1997, s. 169.

5-Mirzabeyoğlu, Hikemiyat, 2016, s. 143.

6-Mirzabeyoğlu, Yağmurcu, 2017, s. 266 ve 273.

7-Mirzabeyoğlu, a.g.e., s. 272.

8-Salih Mirzabeyoğlu, Adımlar, 1997, s. 43.

9-Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası-Tarih, , 2013, s. 37.

10-Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler, 1998, cilt 1, s. 198.

11-Mirzabeyoğlu, Müjdelerin Müjdesi, 2004, s. 147.

Aylık Baran Dergisi 13. Sayı Mart 2023