En çok dış borcu olan Amerika; dünyayı sömüren de kendisi.
Kapitalist sistem, tüketim toplumu demek, devamlı sömürü demek… Öyle ki kapitalist sistemde ne kadar çok tüketirsen, o kadar adamsın!
Batı kültürü bu; üstün teknolojik gücü ile dünyayı da sömürüyor, kendisine uymayanları kana ve bombaya boğuyor. İşte Irak, Afganistan vs. Fakat Irak ve Afganistan’daki kan kaybı Amerika’ya küresel kriz olarak dönüyor. Domuzlar gibi tüketmek uğruna başka ülkeleri çekinmeden kana boğan, işgâle yeltenen Amerika’ya, başkalarının evinde çıkardığı yangın sıçramış bulunmakta. Ne diyelim, dünya bu domuzlardan kurtulsun, beter olsunlar! Bu hususta emeği geçenlerden de Allah razı olsun.
Bu domuzlarla kader birliği yapan domuzcuklar da beter olsun!
Aslında mesele kültür farkıdır, kültürler arası savaştır. Kapitalist sistem ile İslâm sistemi arasındaki insan ve toplum meselelerini algılayış farkıdır; birbirine zıt olanların birbirleriyle çatışmasıdır.
Savaşı ise Amerika başlattı, ekonomik gücüne paralel askerî gücüne güvenerek ve hiçbir meşruiyeti olmadan, soygun ve işgâllere yöneldi. Dünyaya da böyle bir hazcı, hedonist, insanî değerlerden uzak bir anlayış pompaladı.
Tabiî ki İslâm buna karşı gelecekti. İslâm’ın günümüzdeki fikrî, siyasî, içtimaî, iktisadî, ahlakî, estetik vs. alanlardaki sistemli tatbik fikri olan BD-İBDA dünya görüşü ile sadece karşı olmak değil, çağımıza yaşanacak hayatla ilgili bir teklif, bir nizâm sunulmaktadır.
Sadece Kapitalizm’i veya Marksizm’i eleştirmek değildir İBDA’nın muradı. BD-İBDA bağlıları olarak böyle bir hataya düşersek, eleştirdiğimiz aradan çekildiği ân, boşta kalırız.
Demek ki dıştan eleştirme ile yetinemeyiz, içten zenginleşmemiz gerekiyor, dünya görüşümüzden aldıklarımızla devamlı zenginleşmek, hep yeniden inşacı olmak. Kendi hayat tarzımızı kurmak, estetik bir alt yapı ile bunu içimize sindirmek ve dışımıza hissettirmek. Yoksa Amerika’yı eleştirmek kolay, hükümeti eleştirmek daha kolay; biz reaksiyoner değiliz, aksiyoneriz. Bunun da zorlukları vardır, doğum sancıları ile gelecek, “yeni nizâm, yeni insan” ideali.
Aslında dünyada hegamonik mânâda sadece Batı kültürü ve medeniyeti var. Bütün kültürleri bozmuş, bütün milletleri esir yapmış ve sömürü vasıtası kılmıştır. Batı kültürünün doğurduğu Marksizm, özde Batı ile birdir ve ona karşı alternatif bir kültür, bir medeniyet önerisi yoktur; iktisadî açıdan ciddi eleştiriler getirse bile, hâlâ derli-toplu bir dünya görüşü hüviyetini taşısa bile.
Çin, bir kültür ve medeniyet projesiyle ortaya çıkmamaktadır. Japonya zaten ABD piyonudur. Keza Hindistan’da da karşı sistem ve aksiyon yoktur.
Batı ve Amerikan emperyalist sistemine tek alternatif İslâm’dır. Ve dünyada birbirinden kopuk olsa da antiemperyalist mücadelenin bayraktarlığını İslâmcı örgütler yapmaktadır. Bu yetmez, bunun kültürü, dünya görüşü gerekmektedir. Hayat tarzına döndürülen, alternatif olan böyle bir dünya görüşü (Tatbik Fikri) şarttır. BD-İBDA fikir ve aksiyon sistemi bunun için var ve tek alternatif Yeni Dünya Düzeni olarak, Başyücelik modeli olarak bir fener gibi parlamaktadır. Fakat “yeni nizâm, yeni insan” nesli yoğrulmuş, tekâmül etmiş ve kendi kendine hayat tarzı geliştirmiş halde değildir, henüz oluş aşamasındadır. Sistemin temeli atılmış, diyalektiği örülmüştür. Mensupları olarak bunu bünyeleştirip, eşya ve hadiselerde hep yeniden işleyemezsek (kendinden zuhur), eleştirimizle eleştirdiklerimizi yaşatmaktan öteye geçemeyiz. Propaganda şart ama kuru propaganda ile değil, sadece tebliğ ile değil, işaretlenen her yanlışın yerine yenisini, eşya ve hadiseler zeminine her dem yeni alternatif getirmek, yaşayış olarak, tarz olarak, kültür olarak, estetik ve ahlak olarak. Bu bir hâldir, üstün fikir ve üstün diyalektikten süzülmüş bir hâl… Bilmek yeterli değil, bünyeleşmek önemli.
Para mevzuuna gelelim. Para, insanın ben’idir, nefsidir. Para ile ilişkilerimiz samimiyetimizin ölçüsüdür. Para, ben’imizdir dedik. Ve “kendini bilen Rabbini bildi!” ölçüsü. Ve bir Hadis meali: “Kişinin, namazına, orucuna bakmayın, dinarlarla-dirhemlerle (parayla) ilişkisine bakın!”
Para, yansımadır; Nefsini bildikçe, tanıdıkça ve kontrol ettikçe Allaha giden bir yol.
Batı medeniyeti ve para… Nefsi azgınlaştıran Batı ve vahşi kapitalizm... Hazza ve tüketmeye dayalı Batı kültür ve yaşayışı.
İslâm’da faizin yasak ve zekâtın farz olması, tasarruf ve yardımlaşma gibi teşvikler, onun kültürünün, ahlâkının yani dünyaya bakışının gereğidir. İslâm’da insan, dünyaya domuzlar gibi tüketmeye gelmemiştir, imtihan için gelmiştir ve dünya ahirete azık biriktirme yeridir. Bunun misalleriyle, ferdî ve sosyal dayanışmasıyla doludur İslâm tarihi.
Batı, müslümanın iktisadî eylemlerini anlayamadığı gibi iştihadî eylemlerini de anlayamamaktadır. Çünkü Batı’nın kültüründe bunlar yoktur, Batılıya göre dünyadan ötesi yoktur. Ruhî-insanî hasletlere yabancıdır Batı. İnsan kendine yabancılaştırmıştır ve dünyayı da zorla kendine benzetmiştir. Batı, dünyayı bozmuştur; talan ve yağmalarla, müthiş adaletsizliklerle, ahlakî erozyonla dünyayı kendine benzetmeyi başarmıştır. Ama Batı için tarihin sonu gelmiştir; doğan çağ İBDA çağıdır artık.
İstanbul-Fatih Kadın Pazarı Semti’ndeki Sanki Yedim Cami’in isminin enteresan hikâyesini anlatmak istiyorum: Vaktiyle adamın biri manavdan bakkaldan alışverişini kısarmış ve almadığı şeyler için, “sanki yedim!” diyerek paralarını bir kenara ayırırmış. Ve bu birikimle söz konusu olan bu camiî yapmıştır, ismi de buradan geliyor; Sanki Yedim Camiî.
Biz ise ha bire tüketiyoruz, yetmiyor! Bundan dolayı hormonla, ilaçla gıda üretimi artırılıyor, çünkü yediklerimiz yetmiyor ve yaramıyor. Hormunlu, ilaçlı gıdaları yiyoruz, güya bolluk var. E, nüfus da artıyor, kaynaklar yetmiyor ve aşırı israf var. Atılan ekmek ve yiyecek miktarı korkunç!
Bu israfla kaç camiî, fabrika veya okul yapılırdı?
Dünya gıda krizine doğru giderken ve dünyamızın kaynaklarının %80’ini elinde tutan %20 zengin sınıfa hesap sorulmazken, orta sınıfın ise yediklerinin yarısı israfken…
Dinimizde ise sofradan doymadan kalkma ölçüsü varken, yeme-içmenin ve her şeyin sınırları güzelce çizilmişken, anlamadan da olsa modern hayat tarzına uygun maddî, manevî hâlimiz. Modern hayata uygun yaşayıp “yeni nizâm, yeni insan” kavgası verilemez veya eksik verilir. Modern hayata kapılmamamızın şartı, bizim onu aşma cehdimizdedir, yeni bir hayat tarzındadır.
Tasarruf ve israf… İsraf olan, ömür sermayemiz, şahsiyetimiz, dinimiz, imânımız; yani biz. Tasarruf edeceğimiz de maddî ve manevî varlığımızı korumak, dünya ve ahiret azığımızı hazırlamak…
Duygular ve tutkular la ekonominin yakın ilişkisi… Hele hele paradan para kazanma hırsı, kolay yoldan köşe dönmenin dayanılmaz cazibesi… Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “iktisat, ahlakî bütüne bağlı alt sistem” diye işaretlediği meselenin temeli ve psiko-ekonomik yönü. “Bir ilmin yanlışı nihayetinde görülür” tesbitine paralel mali krizler, cinnet, panik ve çöküş…
Hatırlamak da iktisatta belirleyici; “hatırlamak, ruhî aksiyon” tesbitine paralel yürüyor birçok iktisadî faaliyetler. Yeni krizler de insanın hatırlayamamak aksiyonuna pardon aksiyonsuzluğuna paralel gerçekleşiyor, tekrarlanıyor.
Asaf Savaş Akat, Charles P. Kındleberger’in “Cinnet, Panik ve Çöküş - Mali Krizler Tarihi” kitabına yazdığı sunuşta, “Ruhî-İktisat” olgusunu güzel tahlil eder ve kendine has diliyle de insan psikolojisinin zaaflarını hicveder, insanın iktisadî davranışlarına yön veren tutku ve duygularını eleştirir.
Malûm, cari açık belâsı devam ediyor, bunun için kâr transferinin azaltılması gerekiyor ve bunun için de millî tasarrufların artırılması. Asıl mesele üretim ve hassaten katma değerli üretime göre ekonomiyi yönlendirmek. Yoksa ithalatı artırarak yapılan ihracatın fazla getirisi yok.
Sayın Başbakan, partisinin (galiba Bağcılar) bir toplantısında Amerika’daki son krizle ilgimiz hakkında şöyle bir teşbih yapmış: “Gökdelenin çatısı uçarsa yanındaki gecekondunun üzerine düşer.”
Öyleyse ne yapalım? Elbirlik olup Amerikan ekonomisini mi kurtaralım? Hangi çapımızla kurtaracaksak? O da ayrı bir traji-komiklik.
Amerika’nın çökmesine sevinecekken, kendi ülkesinin kaderini, olmazsa olmaz Amerika’ya bağlayan bu kraldan çok kralcı tavrı tiksinerek protesto ediyorum.
Ve Amerika’da T.C. Cumhurbaşkanının düştüğü onur kırıcı durumu Hürriyetten Fatih Çekirge’nin satırlarından okuyalım:
“Neresinden bakarsanız bakın ortada kırıcı bir durum var… Kırıcı, sancılı, yakışmayan bir durum…
Kimine göre skandal… Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün New York’ta, Türk Kültür Merkezi’nde düştüğü ya da düşürüldüğü durumdan söz ediyorum… Gül’ün o gece yüzüne yansıyan sıkıntı, okyanus ötesinden bile görüldü.”
Durum şudur:
Abdullah Gül, New York’ta Türk Kültür Merkezi’ndeki iftar yemeğinde Zimbabve Devlet Başkanı Robert Mugabe ile aynı masaya oturtuluyor.
Mugabe şu anda dünyada “savaş suçlusu” iddialarına muhatap. Ciddi bir eleştiri altında. İnsanlık suçu işlediği kuşkusu her geçen gün daha yüksek tondan dillendiriliyor. Bazı ülke ve kuruluşlar yargılaması için girişimde bulunuyorlar.
İngiltere,Mugabe’ye 1994’te verdiği şövalyelik unvanını “insan hakları ihlalleri ve demokrasiye saygısızlık” gerekçesiyle geri aldı. Yani Mugabe “insanlık suçlusu” iddialarının, “demokrasi düşmanlığı” eleştirilerinin göbeğinde duruyor…
İşte Gül bu kişiyle aynı masaya oturtuldu…
Hadi diyelim oldu bir kere. Suçu sabit değil henüz… Ama bununla bitmiyor ki… Dahası var. Söylenti şu:
O iftara Clinton çifti de katılacak ve onur konuğu olan Gül’le aynı masada oturacaktı… Ancak Clinton’lar Mugabe’nin de aynı masada olacağını öğrenince bu fotoğrafa girmek istemediler. Mesaj göndermekle yetindiler.
Ayrıca başta New Jersey Valisi olmak üzere birçok üst düzey ABD’li yetkili de son anda bu gerekçeyle yemeğe katılmaktan vazgeçti…
Yine bitmedi…
Gül oradan ayrılmak için masasından kalktı ve tam salondan çıkıyordu ki, durdurdular. Çünkü Clinton’ların mesajı video kaydı olarak perdeye yansıtılmıştı. Gül tekrar yerine dönemedi. Mecburen Clinton’ın mesajını ayakta izlemek zorunda kaldı. İşte acayiplik ve sinir anı da tam burada başladı.
Manzara şu:
Salonda millet oturuyor… Perdede ABD eski başkanının mesajı…
Türkiye Cumhurbaşkanı ayakta o mesajı dinliyor…
Şimdi diğer masadakiler ayağa kalksa bir acayip olacak. Yani herkes eski ABD başkanının mesajını ayakta ve sanki saygı duruşunda dinliyor gibi bir izlenim doğacak…
Ama diğer yanda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ayakta kalmış vaziyette. Masada oturanlar ayağa kalkmasalar bu defa kendi Cumhurbaşkanına saygısızlık eder bir duruma düşüyorlar…
Dedim ya neresinden baksanız üzüntü verici…
Düşünün ki, Türkiye şu anda BM geçici güvenlik konseyi üyeliğine aday.
Bunun için Gül çok çaba harcadı. Dışişleri Bakanı Babacan, yalnızca bu BM toplantısında 50 civarında görüşme yaptı.
Peki nasıl olacak şimdi?
Diğer ülkelere şöyle mi diyoruz yani:
“Dünya barışı ve insan hakları için BM Güvenlik konseyine adayım. Bana oy verin. Ama BM toplantısı için geldiğim New York’ta düştüğüm durum budur…”
Amerikanın yaptığı bir değil, iki değil, beş değil, on değil.
Bizdeki işbirlikçiler ise, başımıza çuval geçiren Amerikalı komutanı bile merasimle karşıladılar.
Amerika’dan beslenenler Amerika’yı yaşatmak ister; Fetullah Gülen gibi Amerika’ya dua eder. Bizim ise, icrada arayacağımız duamız şu olmalıdır:
Amerikanın ve tüm Amerikan işbirlikçilerinin Allah cezasını versin!
Yaşasın Yeni Dünya Düzenimiz, BD-İBDA hayat tarzımız, yeni medeniyet yolumuz!
Baran Dergisi 92. Sayı
Baran Dergisi 92. Sayı