Şuur, statikleşme ve kabuklaşma şeklinde çürüme ifadesi olurken, dinamikleşme ve muhteva yenileşmesi şeklinde canlanmanın da ifadesi olur. Eşya ve hadiseler karşısında zapt ve teshir görevi, yeni bir şuur terkibi ifadesi olan “sistem” le yerine getirilirken, aksi durumda ise “sağır şuur” sözkonusu.
Bir misâl: 28 Şubat Müslümanları mı çözdü, 28 Şubatçıları mı çözdü? 28 Şubat bir irade dayatmasıdır. Kimin fikri sağlamsa o kazanır. 28 Şubatçıların dağılmasının sebebi budur ve 28 Şubata sistemli olarak direnen tek hareketin İBDA olmasının da sebebi budur. Sadece eylemle bir fikir hareketini yok edemezsiniz, motive edici fikir şart...
Çözülme de, yükselme de önce şuurda başlar. Yeni bir “şuur süzgeci” kurarak İslâmî yükselişin yolunu açan mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun misyonu, herşeyden önce şuurlarda- anlayışlarda yaptığı ihtilâldir. İşin temeli budur ve bu temel BD- İBDA Mimarları tarafından atılmıştır.
İhtilâlin tanımlamasını verelim Büyük Doğu Mimarı’ndan:
“Bir bünyenin, kendi içinde, kendi öz nizamını sarsıcı ve yeni bir nizama yol arayıcı her hareket, ihtilâldir.”
Ve İBDA Mimarı:
“İnsan ve toplum için ihtilâl, “şuur”un bozuluş ve yıkılışını belirttiği gibi, bunun dış plandaki tezahürlerinin mânâsını da kuşatır.”
Sistem şuuru ve sistemin şuuruyla. İBDA’nın merkez şuuru ve bizdeki mensubiyet şuuru. Tamamen iki ayrı olgudan bahsediyoruz; aralarında “tâbi- metbû” ilişkisi var, fakat ayrı şeyler. İslâmla Müslüman aynı mı?
“Şuurlanma” iş bölümüne girmiyor ve herkesin bunu özümlemesi gerekiyor. Fikriyatımızı her an yeni eşya ve hadiseler zeminine tatbik edebilmemiz için bizde “yürüyen şuur” gerekiyor. Sistem şuurunu bünyeleştiremedikten ve insan ve toplum meselelerine tatbik edemedikten sonra “sağır şuur” durumuna düşeriz. Çözülme de burada başlar; şahıslarda çözülmeden bahsediyoruz, fikriyatta değil. İBDA şuuru yerli yerinde ama bizdeki şuur görevini yapmıyor. İrade ile desteklenmeyen şuur, aksiyon görevini yapmaz, miskinlik- adalet içinde çürümeye doğru hızla ilerler. Aslında şuurlanma çabası da bir irade gerektirir. Onun için aksiyon davasını şart koşar şuurlanma. İBDA Mimarının “İdeolocya ve İhtilâl” adlı eserinden iç oluş- dış oluş ilişkisi:
“Bilmeyi bilme” durumuna gelmek, oradan ilgi mevzuuna yönelmek (pratik), pratiğin verileriyle vasıtanın teorisini zenginleştirmek, o teoriyle tekrar pratik şeklinde “dış oluş vasıtalarını iç oluş destekleriyle beraber kuşatmak...Yapılması gereken budur!..”
Şuur ve irade... Şuurun yanında irade şart. İradesiz şuur hiçbir hareket yapamaz ve sonunda şuur da bu miskinliğe ayak uydurur. Şuursuz irade ise, kör- topaldır, nereye gideceğini bilmez. Kısaca, fikir ve eylem birlikte olacak! Fikirsiz eylem olmaz, eylemsizlik de fikri bitirir, tozlu raflara kaldırır.
“İdrak” ve “irade” nin birlikteliği... İdrak, şuur süzgecinin kuşanılması yani dünya göruşünün özümlenmesi ve eşya ve hadiselere âit yeni verilerle şuurun muhtevasının zenginleşmesidir. Sadece ideolojiyi öğrenmek değil, tabiri caizse daldaki elmanın koparılıp yenmesi ve enerji haline getirilmesi lâzım. “Yürüyen şuur” halinde canlı olması, hep yenilenmesi gerek bünyenin. Bunun motoru da iradedir. İman olunca tezahürünün olması, iman- amel davası. Şuurlanma iş bölümüne girmiyor dedik, bunun gibi genel manasıyla aksiyon da iş bölümüne girmiyor. Herkes imanının tezahürünü göstermek zorunda, aksiyonunu ifa etmek zorunda; başka gönüldaşların yaptıkları bizim sorumluluğumuzu ortadan kaldırmıyor.
Şu hususu da önemle belirtmek istiyoruz!
“Ölçüler yerli yerinde ona bakan göz nerede?” deniyordu Külliyatta, İslâma muhatap anlayışın yenilenmesi zarureti açısından... İBDA’ya muhatap anlayışlar (yani bizler) için de şunu söyleyebiliriz: İBDA ölçüleri yerli yerinde ama ona bakan göz nerede? Bizdeki idrak ve irade hep yeni mi, hep canlı mı? Her an kendimize sormamız gereken soru budur ve nefs muhasebemiz bu şekilde olmalıdır. İBDA’nın yürümesiyle biz yürüyor sayılamayız, bu bir yanılsamadır. İBDA yürüyor ama biz yürüyor muyuz?
Davamızı kendi seviyemize indirmemeliyiz; İBDA’nın büyüklüğü bizimle eş anlamlı değil. İBDA’nın  büyüklüğünü ve mükemmelliğini kendi nefsimize mal etmemiz büyük hata olur. Dava ile kendimizi özdeş kabul etmemiz, en büyük edepsizlik olur. Bizim İBDA’ya bağlı olmamız İBDA’nın büyüklüğünü ve merkezliğini almamız mânâsına gelmiyor.
Kendi seviyesizliğini-eğitimsizliğini cehd ve gayretle düzelteceğine İBDA’nın seviyesiyle örtmek, “olmadan olmuş görünmek” demektir, nisbet davasını anlamamak demektir.
Körler sağırlar birbirlerini ağırlar hesabı 3-5 ibdacı (!) bir araya gelip kendilerini İBDA’nın otoritesi, kıymet ve takdir makamı zannetmeleri ve birbirlerini pışpışlayıp ahkâm kesmeleri bana, “bir köpek bir yere çişini yapmış, bir sinek de bu birikintiye konmuş, kendini deryada yüzüyor sanmış” hikâyesini hatırlattı. Birbirlerini “mücahid’ veya ‘yazar” veya “muhterem abi” gibi sıfatlarla piyazlayanların bu hallerini bırakıp oluş yoluna girmelerini ve akıncı çizgisinde hâllerini sürdürmelerini temenni ederiz. Allahtan bizi, aşk ve heyecanını yitirip ortada aval aval gezinenlerden eylememesini her dâim diliyoruz.
İBDA, yeni bir dünya görüşü, yeni bir dil ve diyalektik, dünya hegemonyasına karşı sistemli tek alternatif, herşeyiyle yepyeni ve farklı . Bunun için “İBDA’cılık farklılıktır”; fakat nisbetini ve aksiyonunu kurabilene.
Farklılığımızı, kendimizi toplumdan tecrit olarak algılamamalı, insanlara sirayetin zorluğu da bizi böyle bir hataya düşürmemeli. İBDA, içtimaî bir nizamdır ve “zahir olmak, zuhur etmek” manasınadır; mensupları da olabildiğince sosyal olmak zorundadır. “Öncü kadro”şuuruyla bıkmadan-usanmadan çalışmalı, âdeta iğneyle kuyu kazmalı!
Olumsuz şartlara bakarak, (ki,olumsuzlukların içinde nelerin gizlendiği ayrı bir dava) kendini toplumdan tecrit eden ve aksiyona dair yapacak faydalı bir şey bulamayanın, “öncü kadro” dan veya “farklı”olmaktan bahsetmesi samimi değildir. Düşünmüyor, dert etmiyor, alternatif yollar aramıyor, demektir... Değiştirmeyi iddia ettiği “ sürü” ye uyar hale gelesin, ne kendine, ne davasına bir katkısı söz konusu olamaz.
İBDA, mekanik değil, dinamiktir ; hayatın dinamizmini yakalayan üst dil-üst diyalektiktir. Hayatın ve İBDA’nın dinamikliğine karşı, İBDA’ya nisbet iddiasında olanların da sürekli şuur ve aksiyonunu yenilemeleri icap eder.                                                                
Demek ki İBDA’cılık nisbet davasıdır,her işte has ve hususi bir anlayış sahibi olmaktır. İBDA’ya  nisbetini her daim kurabilen ancak kaim olabilir. Çünkü,  eşya ve hadiseler sürekli yeni ve şuurun zapt ve feth görevi de “hareket içinde hareket” eden bir anlayış ve aksiyonla yerine getirilebilir.                                                                                                                                                
“İBDA’cı” ifadesi genel bir tanımlama oluyor, mensup olan herkes kastediliyor.İBDA’cılık da derece derece : Sempatizan var, bu işin ilkokulu var,  ortaokulu var, üniversitesi var, vs. vs .var.Hareket adamları hareket içinden çıkar ve İBDA’nın “iş içinde eğitim” ilkesi bir süreci işaretler.Yani İBDA’cılık olmuş bitmiş bir şey değil, sürekli oluş ve yenileniştir. Dikkatli olmazsak süreç tersine de işleyebilir... . Lafta gönüldaşlar, işin cakasında olanlar, olmadan olmuş görünenler, pörsüyenler, tekaütler vs. mensubiyet şartlarından çıkmış demektir.
Sempatizan var, kadro adayı var, kadro var. Kadro da içinde derece derece. Herkes kendi çapında davasını yansıtır, şuur ve aksiyon seviyesine göre mensubiyet söz konusudur. Hiç kimsenin zerrece emeği de zayi olmaz bu yolda ...



Baran Dergisi 24. Sayı