İnsanlar bunalımlarını, ruhlarından gelen sesleri kapatarak daha da artırıyorlar. Dinin aksine görev şuurunun oluşamaması ve bundan sebep gayesizliğin doğurduğu işler de tamamen insanı başıboşluğa çekiyor. Halbuki Müslüman sürekli oluş yolunda bir ideale nisbetle fikir-ilim-sanat ve aksiyon içerisinde yürümek durumundadır.

Aylık Baran dergisinin geçen sayısı için “Bunalım ve intihar”(1) başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Bu yazıya gelen güzel tepkilerle birlikte, çevremdeki arkadaşlarım bunalıma dair kendi mustarip oldukları hususları da dile getirdiler. Hemen hemen hepsi benzer sebeplerden mustaripti. Her biri kendi dünyasında kendilerini bir yerlere sürükleyen fakat meçhul olan bir darlıktan bahsediyordu. Yazıyı okuduklarında bir nebze de olsa rahatladıklarını dile getirmişlerdi. Biliyordum ki, bu sadece bizim değil toplumumuzdaki ve dünyadaki tüm insanların öyle veya böyle kendisinde duyduğu bir sızıydı!

Pascal’dan Nietzsche’ye, Freud’dan Adler’e, Jung’dan Fromm’a, Heidegger’den Sartre’a, Franklin’den Dostoyevski’ye ve Tolstoy’a ve daha nice Batı ve Doğu dünyasında fikir ızdırabı çeken şahsiyetlere baktığımızda her birinin ruhundaki boşluğu dolduramamasından yakındığına eserlerinde şahit oluyoruz. Ölene kadar sürecek olan bu bunalım serüveninde herkes varoluş ıstırabını aramaya, ruhunu bir şeylerle tatmin etmeye yahut bir şeylere nisbet ederek açlığını gidermeye çalıştı, çalışıyor.

Şuurumuz, bize varlığımızı hatırlatır ve varlığımız ile hep arama ve bulma cehdi içinde oluruz. Kendimizi sürekli eksik bulur ve hep eksik taraftarımızı tamamlama isteği içine gireriz. Ve bu tekâmül de ebedi olarak sürer. Çünkü “eksikliğimizin ve yetersizliğimizin şuuruna vardıkça, hakikate olan açlığı daha şiddetle duyarız.”(2)

Çünkü biliyoruz ki vahşi nefsimizin kollarında parça parça ediliyor, lime lime doğranıyoruz. Bizi sürekli dişlileri arasına alan bu zehir çarkından çıkmaya çalışıyoruz. Ruhumuz çıkmak istiyor... Ruhumuz sürekli iyiyi, doğruyu ve güzeli arıyor. Varlığımız bize sürekli Mutlak Varlık'ı hatırlatıyor. Bu sebepten Mutlak Varlık’a aşinayız ve varlığımızı bildikçe O’nu hissediyor, görüyor ve duyuyoruz. O’nu unutup, ondan uzaklaştığımızda bile O’nun iradesine takılıp kalıyoruz. Çünkü idrakimiz ancak O’na bağlandığı zaman hür oluyor ve O’ndan uzaklaştığı anda eşyanın esiri oluyor. İnsan O’na yaklaştıkça serbestleşiyor ve rahatlıyor. Ondan uzaklaştıkça eşyanın altında ezilip duruyor. İnsan olarak eşyaya tutunduğumuzda Allah’tan uzaklaşıyoruz, uzaklaştıkça da ruhumuz daralıyor. Hiçbir şey tatmin etmiyor bizi. Ne yaparsak yapalım, O’na gidiyoruz. Bu sebepten bizdeki yalnızlık hissi O’nsuzluğun yokluğundan kaynaklanıyor.

***

Aklımız maddeye tutunmak istiyor, ruhumuz ise maddeyi aşmak. Aklımız kendisini bir duvara bağlarken ruhumuz duvarın ötelerini özlüyor. Ruhumuz maddenin bizi çepeçevre sarmasından rahatsız oluyor ve maddenin dışına taşmak istiyor. Kendisini maddenin değil ama ruhun esaretine bırakmak istiyor. Bu sebeptendir ki ateist bile inanmak istiyor. İnanacak bir şey bulamadığında inkâr ettiklerini inkâr etmeye inanıyor ama illa bir şeye inanıyor. Çünkü ruhunu boğan maddeden o da bu şekilde uzaklaşmak istiyor. Aklımız zaman ve mekânı gözlerimizin önüne zincirlerken, ruhumuz zaman ve mekanüstü hayatın özlemini duyuyor. Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerinde geçen “Velilik mecburiyettir” hikmeti, zaman ve mekanüstüne mecburiyetimizi bizlere ihtar ediyor. Din bize öğütlüyor ki, dünyaya öylesine gönderilmedik ve başıboş kalmayacağız. Bunalımlarımız var diye de bir yaprağın rüzgârda sürüklenmesi gibi hayatın tabii akışına kendimizi bırakamayız. Biliyoruz ki dünyaya gökten atılmadık ve başıboş yaratılmadık. Yerdeki toz taneciğinden gökteki zerrelere kadar hepsinin bir hikmeti olduğunun, bitkiden hayvana ve insana kadar hepsinin bir görevi olduğunun şuurundayız. Aynı şekilde yakıcı bir boşluk ruhumuzu dalgalandırıp duruyor. Kabımıza sığmıyor ve öteki alemden ruhumuzu ateşleyen hasrete dalıp gidiyoruz. Köşemize çekilsek olmuyor, çünkü inancımız insana karışmayı öğütlüyor. Fakat bu sefer de insana karışsak bin bir parçaya bölünüyoruz. Böylesi bir girdap halinde yaşıyoruz!

İnsanlar bunalımlarını, ruhlarından gelen sesleri kapatarak daha da artırıyorlar. Dinin aksine görev şuurunun oluşamaması ve bundan sebep gayesizliğin doğurduğu işler de tamamen insanı başıboşluğa çekiyor. Halbuki Müslüman sürekli oluş yolunda bir ideale nisbetle fikir-ilim-sanat ve aksiyon içerisinde yürümek durumundadır. Onun tekamülü de buradadır. Nefsinin rahat ettiği yerlerde değil, bizzat nefsinin zorlandığı zaman ve mekanlarda olmak zorundadır. Çünkü insan hep ötelerin ötesini arzuluyor, bu yüzden oluş yolundaki zorluklara da göğüs germelidir. Elbette bahsettiğimiz bu aksiyoner hali, zikirden ayrı düşünmüyoruz. Çünkü bu hal zaten zikrin tam halidir. Zikri de dünyanın zulüm ve baskılarına kulak tıkayarak sadece odamızın bir köşesinde tesbihe tutunmak olarak görmüyoruz. Ayrıca insanın tüm hali zikir üzere olmalıdır zaten. İnsan yürürken, koşarken, spor yaparken, bir yanlışı düzeltirken, biriyle sohbet ederken, yemek yerken, tefekkür ederken, bir sanatla meşgul olurken hep zikir halindedir.

İslam ferd değil toplum dinidir. Her ne kadar yalnız yaşar ve yalnız ölürsek de toplumdan bağımızı koparamayız ve birbirimize muhtacız. Bu hususta Üstad Necip Fazıl, Lenin’in “Bir komünistin hususi hayatı yoktur; o her an davasının adamıdır!” sözünden ilhamla bu anlayışı Müslümana irca ediyor ve şunları söylüyor:

“Asıl Müslümanın hususi hayatı yoktur! Müslüman uykuda, tuvalette, sokakta, pazarda, her işde ve her nevi faaliyette ve nihayet musalla taşında ve mezarda; topyekûn zaman ve mekân boyunca, kesiksiz ve sımsıkı İslam şuuruna bağlıdır ve bu şuurdan bir an gafil değildir. Hususi hayattan maksat, üstün insan ifadesi olan dava ve gaye yaşayışından uzak, fikirsiz ve hedefsiz, ilcai ve nebati hal demek olduğuna göre, o hallerin zaruret çerçevesinde de Müslüman, İslam şuurundan bir an bile gafil ve bu manada hususi hayata malik olamaz.”(3)

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “İdeolocya ve İhtilal” isimli eserinde gençliği, “Temsil etme liyakatine talip olmanın sancısını çeken, bunu fikir ve iş halinde gösteren...” diye tanımlıyor. Ruhlarını her an taze tutabilen herkes, yaşı 80 de olsa gençtir. Ruhu pörsüyenlerin yaşı 20 de olsa genç değildir. Bu sebepten Müslüman her an taze kalmaya memurdur. Müslüman nefsinin bunalımını bastırırken ruhunun bunalımlarını da iş ve eserle sürekli meşgul etmelidir ki bir günü bir gününe eş olmasın ve hakiki bunalımlarının tezahürü iş ve eserler olsun!

Kaynaklar

1- https://www.barandergisi.net/bunalim-ve-intihar

2- Seyyit Ahmet Arvasi, Kendini Arayan İnsan, Bilgeoğuz Yayınları, 2017, s. 172)

3- Necip Fazıl Kısakürek, Çerçeve 4, büyük Doğu Yayınları, 2010.

Aylık Baran 19. Sayı Eylül 2023