Romanda da Selma, erkeğin asıl ve zarif gayesini, yani “dünyaya aşkını mekân kılmasını” anlatırken, kadını ise kendisine erkeği bir çadır olarak kılmasının aksine onun çok parçaya bölünebilen sevgi potasında eriyip kendi yolunu bulmasını anlatıyor.
Erkek ve kadın dünyaya birbiriyle itişmek, kakışmak, birbirlerini eşitlemek için değil bilakis birbirlerini tamamlamak için gönderildi. Fakat bu çağ meseleye hiç de bu şekilde yaklaşmadı. Modern çağ din ile bağını kopardıktan sonra erkek ile kadını da bir yarış haline soktu. Erkek ve kadın ayrımı tamamen tasfiye edildi ve bu çağa tek model olarak hazırlatıldı. Sanki erkekle kadın birbiriyle yarış halindeymiş gibi eşitlendi ve bu kural bir ölçü olarak toplumlara dayatıldı. Bu hal hem erkeğe hem de kadına kendisinden olmayan bir yük bindirdi. Her ikisi de kontrolsüz biçimde kendisinde olmayan için çabalamaya başladı. Erkeği, metalaştırdığı kadına köle yapan modern çağ, bununla da yetinmedi, kadın hakları adı altında güya kadına haklarını teslim etti. Kadın erkekleşti, erkek kadınsılaştı. Hal, tavır, düşünce, duygu tamamen tersine evrildi. Erkekleşen kadın eve, işe ve erkeğe hâkim olmak gibi bir yanılgının peşine düşerken, kadınsılaşan erkek ise kendi görevini yerine getiremememin vermiş olduğu eziklik ile hem kendi hem de kadının bozuluşunu izledi. Bu manzara ile fert, aile ve toplum yavaş yavaş hayat sahnesinden çekilmeye başladı. Her ikisine de asli vazifesi unutturuldu.
Kısaca baktığımız bu çerçevede bizim toplumumuz da iki çarpık anlayışla karşı karşıya. Biri toplumdan dışlanan, soyutlanan ve dışarıyla bağı kesilen binlerce Müslüman kızımız. Bir diğeri ise evden, aileden ve hayattan soyutlanıp sokağa terk edilen binlerce kızımız. Her ikisi de bizim kendi evlatlarımız.
Faruk Hanoğlu’nun Gölge Yayınları'ndan çıkan Selma “İçimizdeki Yara” isimli romanı, Selma karakteri üzerinden bir kadının Müslümanca portresini çiziyor, toplumumuzda eve hapsedilen yahut sokağa terkedilen kızlarımıza yaşanmaya değer hayatı Selma’nın dilinden ve hayatından gösteriyor ve erkeklere de kızlarımıza nasıl sahip çıkacağımızı anlatıyor.
İnsan, modern çağın getirdiği problemler neticesinde kendisinden ne kadar uzaklara atılmış olsa da fıtratı iyi, doğru ve güzeli arıyor. Hanoğlu, Selma karakteri üzerinden ilk bölümde bu arayışı yapıyor ve hepimizin yarası olan bu probleme ışık tutuyor. İkinci bölümde ise Selma, ilk bölümde sorguladığı yaşanmaya değer hayatı buluyor ve bunun mücadelesini veriyor.
Selma, romanda “Erkek eğer erkek olsaydı zaten böyle olmazdı.” diye sitemde bulunuyor. Roman bir bakıma kadının dilinden erkeği tenkit ediyor ve erkeğe kendisini hatırlatıyor. Romanın arka kapağında Salih Mirzabeyoğlu’nun “Çağırın leylayı buraya gelsin / Sen kendine gel serseri mecnun / Alt tarafı erkek üst tarafı kadın...” kıtasıyla da meselenin muhatabının kim olduğu vurgulanıyor. Yani romanda “dünyayı aşkının mekânı kılabilecek bir gayeye sahip” erkek modeli çiziliyor.
Önsözde de vurgulandığı gibi, Allah’ın kendilerine lütfettiği kabiliyetler neticesinde iş ve vazife halinde İslam'a hizmet etmekle mükellef olan kızlarımız, aile ve toplum tarafından ölçüsüz ve adaletsiz davranışlara muhatap oluyor. Bir nevi toplumun dışına itilmeye çalışılıyor yahut tam tersine toplumun içine çekilerek bir meta gibi kullanılıyor. Halbuki çağın aksine, çağı da içine alacak İslami bir anlayışla kadın her yönüyle yetiştirilmeli, erkeğe hizmet ederken, erkeğin de kendisine bu yönde hizmet etmesi sağlanmalıdır.
“Bu uyuşmuş hayatın bağımlısı da büyükler. İnsanlar kendilerine ve çocuklarına reva görülmüş bu hayata nasıl bu kadar bağlılar?”
İbn Arabi Hazretleri’nden öğreniyoruz ki erkek ruhu, kadın da nefsi temsil eder. Bu bir zıtlığı değil birliği doğurur. Ancak bu şekilde beraberlikleri mümkün olur erkekle kadının. Haliyle erkek ve kadın birbirlerinin diğer taraflarını kapatır. Çünkü birbirlerinin parçasıdır. Erkek, kadına ruhi tavrıyla yaklaşarak kadındaki ruhu meydana çıkarır ve ona şahsiyet kazandırır. Erkek de kadındaki nefiste kendini izler ve ona göre hareket eder.
“Erkek için aşk, kadınla biten bir mesele değildir. Hem de kadının kendisine değil, çok daha sonsuza doğru bir aşk içinde kadını bunun sembolü yapması. Yani gayesi kadın değil fakat gayesine kadından ulaşması gerekiyor. Allah’ın kusursuz yaratışından…”
Romanda Selma kendisini ararken, kendisini tamamlayacak şeyin bir erkek olduğunu anlatıyor. Toplumumuzda bu karşı çıkılan ve sürekli tenkit edilen bir mevzu. Kadının tek başına yaşayabileceği, tek başına kendisine yeteceği sürekli empoze ediliyor. Fakat yalnızlığa itilen kadınlarımızın hali ne kadar perişansa, yalnızlığa itilen erkeklerin de hali bir o kadar perişan. İkisinin de birbirinden kopamayacağı hakikati toplumumuzda es geçiliyor.
Bu hususta İrena Brezna’nın Tarkovski ile yaptığı röportajda Tarkovski bu meseleyi çok güzel izah ediyor.
Tarkovski, kadının bir iç dünyası olduğunu fakat bunun da birlikte yaşadığı erkeğe sıkı sıkıya bağlı olduğunu, kadının yalnız olmasının hiç de tabiî bir durum olmadığını, kadın ve erkeğin kendi dünyalarını yaşarlarsa, onları bağlayan hiçbir şeyin kalmayacağını, kadın ve erkeğin iç dünyalarının müşterek bir dünya oluşturmaları gerektiğini, eğer bu olmazsa, kadın ve erkeğin beraberliğinin mutsuz, uyumsuz ve giderek ölmeye mahkûm olduğunu aktarır ve şunları dile getirir:
“Tartıştığım kadınların hepsi, kadın olmanın olağanüstülüğünü kavramamışlar. Her zaman şaşırttı bu durum beni; çünkü kadının iç dünyası, erkeğin iç dünyasından çok başka… Bence, bu özelliğinden dolayı erkeğe bağımlı olmadan yaşayamaz; erkeksiz yaşamaya başladığında, hususi hayatını yitirir. Toplumda dilediği yere gelebilir, bir erkeğin işini de üstlenebilir; ama bunlar onu kadınca kılmaya yeter mi? Hiçbir zaman yetmez… Feministlerin neyi amaçladıklarını biliyorum; artık mesuliyetlerini istemiyorlar… Her zaman ezildiklerini ve eşit haklar kullanarak bu durumdan kurtulacaklarını sanıyorlar. Kavrayamadıkları durum şu: İnsan, kadın veya erkek, gerçekten yürekten bağımsız olmak istiyorsa, zaten bağımsızdır, hürdür… Hürlüğü kendisi seçtiği için hürdür; hürriyetçi bir ülkede yaşadığı için değil… Ferdin hürriyeti, ülkesinin hürriyetçi oluşuna değil, kendi seçimine bağlıdır… Kadının uzun bir süre dünya politikasının önemli hadiselerinden dışlandığı şüphesiz; bu tabiî ki haksız bir durum… Ama günün birinde kadın, bütün içtimaî hayata katıldığında ne olacak? Bunu bilemiyorum… Ama bana öyle geliyor ki, kadın o durumda kendi dilediği yeri bulamayacak.”
Romanda da Selma, erkeğin asıl ve zarif gayesini, yani “dünyaya aşkını mekân kılmasını” anlatırken, kadını ise kendisine erkeği bir çadır olarak kılmasının aksine onun çok parçaya bölünebilen sevgi potasında eriyip kendi yolunu bulmasını anlatıyor.
“Kadın, erkeğin davası olmak istiyorken, bunu erkeğin şahsiyeti altına girerek değil de, kendi mantıksız duyguları üzerine kurmak istiyordu.”
***
Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Her an kendi kendini didikleyebilme istidadı” romanda kendisini gösteriyor. Kadında ve erkekte boş yer bırakmamacasına meseleleri kurcalıyor yazar.
Yine romanda gördüğüm kadarıyla bir kadının başından geçen hayat hikâyesi yok. Hepimizin başından geçen ve ruhumuzu yoklamak zorunda olduğumuz bir gerçek var. Bizi bu gerçekle karşı karşıya getiriyor yazar.
Üstad’ın deyimiyle, “Şiir, nesir, roman, hikâye, kitabe nevileriyle edebiyat, İslâm'ın kanadı altında koruduğu ve azizleştirdiği bir sindirme, kana geçirme ve büyüleme vasıtasıdır.” Bu minvalde eşya ve hâdiselere tesirimizi her yönde gösterebilme şartlarına da memur ve mecburuz. Roman bu görevi ifa etmeye çalışıyor. Yine mücerretleri müşahhaslandırması bakımından ve fikri, kelimelerle izah etmesi açısından fevkalade bir görev görüyor kitap.
Roman bana fark ettiriyor ki insan kendisiyle yalnız kalınca birçok şey berraklaşmaya başlıyor. Her şey daha net gözüküyor. Bir bakıma insan, bir başka insanın çizdiği resimde kendisini buluyor. O insanın çizdiği parçalarda ya kendisini tamamlıyor ya da çizdiğini sandığı tüm resmi allak bullak oluyor. Bunlar güzel. İnsan sürekli dağılmalı ve yeniden toparlanmalı. Romanın bütününde müessiri izlerken aslında okuyan kendisini de izliyor. Bizler kelimesiz romanlardan ibaretiz ve his dünyası geniş olanlar bunu pişirip önümüze koyuyor. Buradan hisse kapabilmek önemli. Yoksa okumaktan ileriye gidemeyiz.
“İnsanın şartları bütün dünyayı değiştirmeye yetmiyorsa kendi şartları içinde dünyasını değiştirebildiğini bütün dünyaya gösterebilir. Fakat gayesi her zaman kendi inandığı şeyi bütün dünyaya hâkim kılmak olmalıdır. İnsanlık adına idealleri olmayan insanların yaşamak için ucuz teselliler peşinde olduğunu düşünüyorum.”
***
Yazar her ne kadar nesir diliyle yazmış olsa da şiir havası da esiyor birçok satırda.
"Baştan ayağa öylesine onunla doluyum ki her şeye gölgesini düşürüyor."
"Dudaklarımda süzülen her bir harfin şeklini alıp kendisine uçuruyor. Sanki gördüğüm her şeyde güzelliğe bakıyorum. Hayatıma giren bu olağandışı sıradanlığı değiştirmeyi pek kafama takamıyorum. Çünkü hayatım onun karşısında aczimi dayatıyor."
Bir filmin bölümleri gibi geçişler var romanda. Bu da okuyucuyu rahatlatıyor. Selma'nın ruh dünyası ile fiziki dünyası arasında gidip gelen bir çerçevede okuyucu, Selma'nın ruh halinden taşanları yakalamaya çalışıyor. Burada tüten o hali sürekli kendime giydirerek anlamaya çalışıyorum.
Her ne kadar romanı yazan bir erkekse de Selma çok başarılı bir oyuncu olarak sahnede oynuyor. Dil, düşünce sistemi, bakış açısı tamamen bir kadına ait. Bu da anlaşılıyor ki, erkek kadının diline hâkim olduğu müddetçe onu ruhundan yakalayıp zapdedici bir halle ona yine kendi ruhunu hatırlatabilecek, kendi öz cevherini sunabilecek.
Evet ben burada kendi hikayemi okudum, kendimi okudum. Orada kendimi Caner’in ve Veysel’in yerine koydum. Eksiklerimi kendime çizilen bu aynada gördüm. Selma'nın aslında erkeğe hakkını teslim etmeye çalışan ve kendisini de hatırlatmak için erkeği sarsan bir karakter olduğuna şahit oldum.
****
Her insan farklı ruhta yaratılmış ve her biri bambaşka bir dünya. Kendi gerçeğimize takılı kalınca, başkasının gerçeklerini göremiyoruz. İnsanı sevince, tam manasıyla sevince onu görebiliyoruz. Mesela Üstad Necip Fazıl’ın hayatına baktığımızda sevgiden başka bir şey görmüyoruz. Fikrini de sevgisi üzerinden inşa etmiş. Ne inşa etmişse onu yaşamış, ne yaşamışsa onu anlatmış. Üstad’ın tüm sevgisi, idealleri, heyecanı, aksiyonu bir şahsiyet halinde kendisini düşmanına bile sevdirmiş. Aynı tavrı Salih Mirzabeyoğlu’nda da görüyoruz. Yazar da sürekli sevgiden beslenmeyi vurguluyor. Başka türlü bir Selma başka türlü nasıl binlerce Selma olacak?
“Sevgi, insana insan olduğunu ve başkalarının acısını hissedebilmenin de ne yüce bir mana olduğunu hissettiren büyük bir nimet.”
İnsan başka türlü neden yaşar ki? Başkası için olmayacaksak kendimiz için nasıl olacağız. İnsanda ve eşyada samimi olduğumuzu nasıl bileceğiz. Bunlar yoksa aşk niye? Ya sonra bu duyguların, hislerin, kalbin hakkını nasıl vereceğiz. Çünkü sevgi sonsuz bir şey... Hele bunun niçinini biliyorsanız o zaman oradaki öfkemiz de bir mana kazanıyor. Yazarın dediği gibi, “severiz ve bütün duygularımız onun etrafında şekillenir.” Çünkü insan hep oradan bakar. Selma da kendinden ziyade başkalarının elinden tutuyor. Başkalarıyla kendini var ediyor. Kitap boyunca başkalarının ne söylediğinden ziyade nasıl ve niçin söylediğine dikkat ediyor. Bir psikolog edasıyla her birine yaklaşıyor ve hepsini dinliyor. Selma, onlarda gerçekleşiyor. Gayelerin gayesine giden yol için çırpınıyor. Kadın hakikaten aslını, kendini, kalbinde dinlenecek mekânı arıyor. Kitapta Selma sürekli bu ihtiyacı hissediyor ve hissettiriyor.
Aylık Baran Dergisi 25. Sayı, Mart 2024