İBDA Mimarı, “Allahu âlem kasdıyla, bâtının zâhire çıktığı bir zaman diliminde yaşıyoruz.” derken ne demek istemiş olabilir acaba? Bu söz ile, bizzat şahsında tecelli eden hakikate inceden bir gönderme mi yapmaktadır? Kanaatimce bu söz ile kendi şahsında tecelli eden hakikat arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur. Dahası bu söz, yine kendisine ait “Hazret-i Mehdî Aleyhisselâmın gölgesi Ümmet’in üzerine düşmüştür.” sözü ile de doğrudan ilgilidir.
İBDA Mimarı’nın şahsında tecelli eden hakikat nedir ve bu hakikatin “Bâtının zâhire çıktığı bir zaman diliminde yaşıyoruz.” sözü ile doğrudan ilişkisi hangi çerçevede anlam kazanmaktadır? Bu soruya cevap vermeden evvel, ilkin sözkonusu olan ifadenin nasıl anlaşılması gerektiği hakkında bir değerlendirmede bulunalım.
Kanaatimce, İBDA Mimarı’nın dile getirdiği malum söz, kendi şahsında tecelli eden hakikat ile doğrudan ilişkili olmakla birlikte, aynı zamanda Allah Resûlü ile de doğrudan alakalıdır. Çünkü bu sözün menşeinde, Allah Azze ve Celle’nin Resûlü’ne mutlak vaadi olarak beliren “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesi veya hakikati var.
Bilindiği üzere “İstikbâl İslâmındır” mutlak vaadi veya hakikati, Allah Azze ve Celle’nin bizzat Resûlü’ne bir “mutlak müjde”sidir. Bu “mutlak müjde”, kıyamet öncesi zaman diliminde İslâmın yeryüzü hakimiyetini de ifade eden bir mânâdadır. Allah Resûlü’nün yaşadığı zaman dilimi olarak anlam kazanan “Asr-ı Saadet”te İslâm’ın yeryüzü hakimiyeti sözkonusu değildi. Bu mânâdan olarak, “mutlak vaad” olarak beliren “İstikbâl İslâmındır” “mutlak müjde”si, Allah Resûlü’nün bâtını olarak anlam kazanmaktadır.
“Bâtının zâhire çıktığı bir zaman dilimi” ifade kalıbı, aslında “Saadet Asrı” mânâsı üzerinden Allah Resûlü ile de doğrudan ilgilidir. Değil mi ki Allah Resûlü, ilk ve son peygamberdir. Bütün Peygamber ve Nebilerden ahd ve misak alan Allah Resûlü, son peygamber olarak dünyayı şereflendirmişlerdir. “Fahr-i Kâinat”ın şahsında “Allah indinde din İslâm” olarak mühürlendi ve “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesi ile de taçlandırıldı.
Hadîs ile de sabit olduğu üzere, her şeyden evvel kendi nurundan Sevgilisi’nin nurunu yaratan Allah Azze ve Celle, sonrasında bütün varlığı Sevgilisi’nin bu nurundan yarattığını haber veriyor. İlk insan ve ilk peygamber olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’dan ta ki son Peygamber olan Allah Resûlü’ne kadarki tüm Peygamber ve Nebiler, kendi zaman dilimlerinde tecelli eden mutlak hakikatlerin mutlak sahibleri olarak, Allah Resûlü’nün bâtınını zâhirde temsil etmişlerdir. Kendilerine emanet edilen “İlâhî Sancağı” asıl sahibine teslim etmek üzere…
Gelmiş ve geçmiş tüm Peygamber ve Nebiler, Allah Resûlü’nde tecelli eden mutlak hakikat veya mânânın kendi zaman dilimlerindeki uygun suretleri olarak belirmişlerdir. Allah Resûlünde tecelli eden mânâ veya hakikat, “Bütün zaman”da tecelli eden mânâ veya hakikat halinde, “Hakikat-i Ferdiyye-Ferdin Hakikati” şeklinde ifade edilmiş olup, “suret mânânın aynıdır” noktasında anlam kazanmıştır. Allah Azze ve Celle’nin kendi nurundan yarattığı ve sonrasında bütün varlığı “Hisse” kabilinden parçalara bölerek kendisinden yarattığı “Muhammedî Nur”, en nihayet “suret mânânın aynıdır” noktasında bizzat Allah Resûlü’nde tecelli eden mânâ veya hakikatin de ta kendisi olarak belirmiştir. Sözkonusu olan bu İlâhî tecelli, ileriye ve geriye dönük olarak bütün mânâ veya hakikatleri de kendisine bağlayan veya toplayan olarak, topyekûn varlıktaki bâtının zâhire çıkması mânâsını da mündemiçtir.
Allah Resûlü, “Asr-ı Saadet” şartlarında, adeta güneşin tam tepe noktasında olmasına misal olacak şekilde, hiçbir gölgeye mahal bırakmayacak bir şekilde zâhirde görünmüşlerdir. Allah Resûlü’nün zâhirî görüntüleri, -Tasavvufu mündemiç Şeriat!-, hem kendi yaşadığı zaman dilimi açısından ve hem de geçmiş ve gelecek zaman dilimleri açısından “bütün zaman”da tecelli eden mânânın “an”da tecellisi kabilinden olup, bâtın olarak suret bulmuştur. Allah Resûlü’nde tecelli eden mânâ veya hakikatin “Suret mânânın aynıdır” noktasındaki İlâhî tecellisi, geçmiş ve gelecek zaman dilimleri açısından “bâtın” olarak anlam kazanmıştır.
Allah Resûlü, bizzat kendi yaşadığı zaman diliminde tecelli eden mânânın mahiyetini, “Veda Haccı”nda 124 bin Sahabi üzerinden bütün bir insanlığa haber vermişlerdir (meâlen):
“Zaman devrini tamamlaya tamamlaya nihai noktasına erişti!”
Allah Resûlü’nden sonra zeval dönemi başlamıştır. Bu zeval döneminin zaman dilimlerinde tecelli eden veya edecek olan tüm mânâ veya hakikatler, Allah Resûlü’ne Veraset yoluyla bağlı olan Vârislerinde tecelli etmiştir, ediyor. Çünkü Allah Resûlü, kendisine Veraset eden veya edecek olan Vârisleri hakkında, “Beni İsrail’in Peygamberleri gibidirler.” yakıştırması yapmışlardır. Nasıl ki Beni İsrail Peygamberleri Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın şeriatine sımsıkı bağlı olarak zâhir olmuşlardır, aynı şekilde, Allah Resûlü’ne Veraset üzere olan Vârisler de Allah Resûlü’nün şeriatine bağlı olarak zâhir olmuşlardır, olacaklardır. Bundan dolayıdır ki her bir Vâris, Allah Resûlü’nün Mehdî isminin de bir tezahürü olarak, Mehdî isminin tecellisine şahidlik ederek, “Hidayet vesile olan” mânâsı üzerinden anlam kazanmışlardır.
“Hidayete vesile olan” mânâsına Mehdî’nin hususi bir mânâsının olduğu malumdur. Bu mevzuun dini literatürde esaslı bir şekilde yer aldığı da malumdur. Bu da “Ahir zaman Mehdîsi” olarak ifade edilmiştir ki, Allah Resûlü’ne Veraset eden son ve som halkanın sonuncusu olarak anlam kazanmıştır. Bu mevzu, Hatemü’l-Enbiya’ya nisbetle Hatemü’l-Evliya mevzuu etrafında izahı yapılan bir mevzu olarak da bilinmektedir. Zâtiyle “Müjde” olan Hazret-i İsâ Aleyhisselâm ile de doğrudan alakalı olarak…
“Ahir zaman Mehdîsi” olarak zâhirde görünecek olan Vâris, Allah Azze ve Celle tarafından Allah Resûlü’ne vaad edilen “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesi ile doğrudan alakalı olduğuna göre, Allah Resûlü’nün bâtını olarak anlam kazanan “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesi, “Ahir zamanda” zâhir olacak ve İslâm Şeriati tüm dünyaya hakim olacak demektir. Peki bu nasıl mümkün olacak?
Kanaatimce, daha evvel de yazılarımızda sıkça vurguladığımız gibi, “İslâma Muhatap Anlayışı Yenileyen” olarak beliren “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”, “İstikbâl İslâmındır” “mutlak müjdesi”ne yataklık eden bir ruh ve fikir sistemidir. Hâl böyle olunca, yazımızdaki başlık da yerini, değerini ve izahını bulmuştur sanırım.
Kısa ve öz söylemek gerekirse, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, İslâmı hayata hâkim kılmak, diğer bir ifadeyle de İslâmı eşya ve hadiselere sistematik bir şekilde tatbik edebilmenin yegâne ruh ve fikir sistemi olmakla birlikte, yine İBDA Mimarı’nın yüksek ifadeleriyle, “Allahu âlem kasdıyla, bâtının zâhîre çıktığı bir zaman diliminde yaşıyoruz.” mânâsını da temsil makamındadır. Bu mânâdan olarak “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”, “hidayete vesile olan” mânâsına Mehdî mânâsını da mündemiç olarak, Allah Resûlü’nün bâtınına taalluk eden bir noktada, “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine de yataklık etmektedir.
“İstikbâl İslamındır” mutlak müjdesine yataklık eden “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, İBDA Mimarı’nda tecelli eden hakikatin bizatihi kendisi olmakla birlikte, “Remz şahsiyet” üzerinden “Fikri yaşamak ve yaşamayı fikir bilmek” çerçevesinde bir değerlendirme yapmak icab ettiğinde, “Gölge keyfiyeti”nin bütün hakikatiyle görünmesi bir yana, “Suret mânânın aynıdır” noktasında bir değerlendirme yapmayı da beraberinde getirmektedir.
Allah Resûlü’nün bâtını olarak anlam kazanan “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesi, “Hidayete vesile olan” mânâsı üzerinden Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm ve dahi Hazret-i İsâ Aleyhisselâm ile de doğrudan alakalı olarak, “Bâtının zâhire çıktığı bir zaman diliminde yaşıyoruz.” mânâsı veya hakikatinin Kim’de tecelli ettiğini göstermekle birlikte, sözkonusu mânâ veya hakikatin “Peşin Fikir Hikmeti” üzerinden kabulü sözkonusu olmadığında ne içinde bulunulan veya yaşanılan zaman ve mekanda tecelli eden hakikatin ne olduğu bilinebilir ve ne de “Kendini bilen nefsini bilir.” hakikati üzerinden “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hikmetine muttali olabilir.
Öyleyse? “Ey iman edenler, iman ediniz!” mutlak ölçüsü istikametinde “Ehl-i Sünnet” olabilmenin liyakat şartlarını haiz bir noktada, “İslâma Muhatap Anlayışı yenileyen” bir “ruh ve fikir sistemi” olan ve “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine yataklık eden “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın teklifine kalbimizi açmak ve gereğini yerine getirmek gerekmektedir. Peki bu nasıl mümkün olacaktır?
“Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin hedef ve gayesi, özelde Anadolu merkezli “İslâmî Birleşik Devletler Topluluğu”na yataklık edecek bir keyfiyette görünen “Başyücelik Devleti”nin kurucu iradesi olmak, genelde ise “Yeni insan yeni nizam” hasreti çeken topyekûn dünyada “Yeni Dünya Düzeni” keyfiyetini haiz bir “Dünya Devleti”nin kurucu iradesi olmaktır. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin bu kurucu irade olmak iştiyakı veya misyonu, Allah Resûlü’nde tecelli eden “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesi hâlinde, bâtınının zâhire çıktığı bir zaman dilimine de işaret etmektedir. Bu rol veya misyon, “mutlak müjde”ye yataklık ediyor olması bakımından, “Hidayete vesile olan” mânâsına, “Mehdî” mânâsını da mündemiçtir.
“İstikbâl İslamındır” mutlak müjdesine yataklık eden “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, her an değişen ve gelişen eşya ve hadiseler karşısında İslâm’ı eşya ve hadiselere sistematik bir şekilde tatbik edebileninin bir ruh ve fikir sistemi olduğuna göre, sözkonusu ruh ve fikir sistemine muhatap olabilmenin asgari şartı, içtimai hayatı sarıp sarmalayan mevzular üzerinden, derinliğine ve genişliğine doğru belirli bir mevzuda mevzilenmektir. Her ilmin “dipsiz bir kuyu” olması bir yana, her mevzuun kendine has ve hususi esas, usul ve kurallarının olması da göstermektedir ki, maddî ve mânevî ilimlerden en az birinde derinliğine ve genişliğine doğru görünmek borcu altındayız. Takip edelim:
İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu: “Büyük Doğu-İbda fikriyatının kavgasını veren cebheler insanımızın meselelerine sahib çıkıcı siyasî önderlik gelişimini tamamladığı zaman, gerçek halk iradesinin kime nasıl baktığı apaçık ortaya çıkacaktır!..”
Son söz: “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, içtimai hayata hâkim olmak, eşya ve hadisleri zapturapt altına almak, kısacası devletleşmek yolunda herkesin emeğini gerekli kılan bir ruh ve fikir sistemidir. Bu yol bu uğurda ne dur ne durak; yükseğe, en yükseğe bayrağı dikebilmek!
Baran Dergisi 768. Sayı