İki sayı önceki yazımızda bugünkü Avrupa Medeniyetinin şekillendirilmesinde büyük rol oynayan iki büyük Got boyundan birinin Ostrogotlar (Doğu Gotlar: Romanya, Ukrayna ve Rusya), diğerinin ise Vizigotlar (Batı Gotlar: Portekiz ve İspanya) olduğuna işaret etmiştik. Roma İmparatorluğu'nun çöküşünü hazırlayan ve Ortaçağ Avrupası'nın doğumuna yataklık eden Vizigotların atalarının Tervingi olduğuna da ayrıca değinmiştik.
Vizigotlar (Latince'de Visigothi, Wisigothi, Vesi, Visi, Wesi veya Wisi), Kral I. Alarik önderliğinde başta Romalılar olmak üzere, Avrupa'daki başlıca güçleri de yenerek krallıklarını Galya bölgesinde (bugünkü Fransa) ilan ettiler... Kral Eurik'in yönetiminde (m.s. 475-700) İspanya ve Portekiz'i kapsayan İber Yarımadası'nda göçebeliğe bir son vererek Vizigot Krallığı adı altında yerleşik hayata geçtiler. Ta ki 700'lü yılların başında Müslüman Afrikalı Morolar tarafından mağlup edilinceye kadar hükümranlıklarını sürdürdüler. (1)
Vizigot Kralı Chindasuinth, 643'te "Vizigot Yasası" adı altında bir yasa hazırlattı. 654'te bu yasayı oğlu Recceswinth daha da genişletti. Genişletilen yasada hem Gotlar ve hem de Roma kökenli vatandaşlar eşit haklara sahib oldular ve Vizigot Krallığı'nda yaşayanlar "hispani" kabul edildi ve "got" ile "roman" arasındaki ayrıma son verildi. "Hispani" kelimesi de zamanla İspanyol kökenli olanları ifade eden "Hispanik" sözcüğüne dönüşmüştür...
Vizigot Krallığı çökünce çoğu Got boyu gibi Vizigotlar da 5. ve 6. yüzyılda Alman paganizm inancını bıraktı ve Hıristiyanlığı benimsedi. O zaman Roma genel olarak Katolik (Nicean) olsa da Vizigotlar İsa'nın ilah olarak görülmediği Ariusçuluk mezhebini seçmişlerdi. Romalılar bu yüzden uzun bir zaman Vizigotları kafir olarak gördüler, ancak 7. yüzyılda onlar da Katolikliğe geçti.
Tarihte Gotik kabilelerine çeşitli isimler verilmiştir. Mesela "Vesi" (Vizigotlar), "Ostrogoti", "Thervingi" ve "Greuthungi" bunlardan bazılarıdır. Pek çok bilim adamı, "Vesi" ve "Tervingi" terimlerinin belirli bir kabileyi isimlendirirken, "Ostrogoti" ve "Greuthungi" terimlerinin ise başka bir kabileyi belirtmek için kullanıldığına karar vermişlerdir.
Herwig Wolfram, iki farklı kabileden bahsedilirken her zaman "Vesi ve Ostrogoti" ya da "Tervingi ve Greuthungi" olarak sıralandığını ve bu kombinasyonun hiçbir zaman değişmediğini belirtir.
"Tervingi" terimine ait ilk kaydedilen belge, yaklaşık 291 (belki de 20 Nisan 292'de Trier'de) yıllarında yapılan ve geleneksel olarak Claudius Mamertinus'a atfedilen, İmparator Maximian'ın (285-305) bir kasidesidir. Kasidede, Gotlar'ın bir başka bölümü olan Tervingiler'in (Tervingi pars alia Gothorum), Vandal ve Gepidler'e saldırmak için Taifallar'a katıldığı yazılıyor.
"Greuthungi" terimini içeren ilk referans, Ammianus Marcellinus'un 392-395 yılları arasında yazdığı, 376 yılına tarihlenen bir Tervingi reisinin sözlerini anlatan belgedir. "Ostrogotlar" teriminin bilinen ilk kullanımı, Milano'da bulunan 392 yılının Eylül'üne tarihlenen bir belgedeki, "Claudian, Ostrogotlar'ın Greuthungi ile birlikte Frigya'da yaşadıklarından bahsediyor." cümlesidir. Frigya, Sakarya Irmağı ile Büyük Menderes'in yukarı çığırları arasında kalan bölgenin eski çağdaki adıdır. Bu ad, Balkanlar’dan gelip bu bölgeye yerleşen Friglerden geliyordu.
Wolfram, "Vesi" ve "Ostrogoti" terimlerinin kabileler tarafından kendilerini övmek için kullanıldığını belirtir. "Tervingi" ve "Greuthungi" terimlerinin ise coğrafi tanımlayıcılar olarak kullanıldığını savunur. Bu da, 400'lü yıllarda Hunlar tarafından yerlerinden edilen Gotların, "Tervingi" ve “Greuthungi" terimlerini neden kullanmamaya başladıklarını da açıklar. Karizma çizilmiştir bir kere!
Gotların Batı bölgelerine göç etmelerinin biricik sebebinin Hunlar olduğu rivayet edilir. Nitekim Gotların Romalıları ile karşılaşmaları Hunlar tarafından göçe zorlanmalarından kaynaklanmıştır. Gotlar Ukrayna ovalarına doğru göç ettiklerinde ata binmeyi ve at üzerinde mızrak kullanmayı bilmiyorlardı. Bu da demektir ki, at kültüründe çok mahir olan eski Türklerle en azından kültürel bir bağlantıları yoktur. Nitekim Gotlar, eski Hun İmparatorluğu zamanında Asya'nın steplerinden göç ederek Avrupa'nın içlerine kadar ilerlemişlerdir. Gotlar, daha sonraları ata binmeyi ve kılıç kuşanmayı öğrenmişler ve denizden Kırım'dan Kıbrıs'a kadar yağma seferleri yapabilecek bir konuma gelmişlerdir.
Wolfram bu coğrafi adlandırma uygulamasına örnek olarak, Zosimos tarafından tanımlanan, Tuna'nın kuzeyinde yaşayan ve kendilerini İskitler olarak isimlendiren ancak İskitler'in kuzeyinde yaşayan farklı kabile üyeleri tarafından "Greutungi" olarak adlandırılan kabileyi gösterir. Wolfram, Zosimus'un tanımladığı kişilerin Hun istilasından sonra geride kalan Tervingiler olduğuna inanıyor. Çoğunlukla, farklı Gotik kabileler arasındaki ayrımı gösteren tüm terimler, Gotlar Roma İmparatorluğu'na geçtikten sonra giderek kayboldu. Kralının Toulouse'da (Fransa'nın güneybatısında bulunan bir şehir) hüküm sürdüğü Gotların kendilerini "Vesi" olarak tanımladıklarını gösteren son gösterge, 1 Ocak 456 yılında Sidonius Apollinaris (Romalı aristokrat ve yazar) tarafından Avitus'a (Galya kökenli Romalı bir asker) yazılan bir methiyede bulunmuştur.
Günümüz bilim adamları (özellikle Peter Heather), Vizigotik kimliğin yalnızca Roma İmparatorluğu'nda ortaya çıktığı sonucuna varmaktadır. Roger Collins, Doğu Balkanlar'da 376-382 Gotik Savaşında Tervingi, Greuthungi ve diğer "barbar" birliklerinin I. Alaric komutasında çoklu etnik foederati (Wolfram'ın "federasyon orduları") olarak bir araya gelmesiyle Vizigot kimliğinin ortaya çıktığına inanır. Yani Gotlar’ın varisleri mânâsına Vizigot!
Gotik ayrımları belirtmek için birçok farklı isim kullanılmıştır. Bir "Germen" Bizans veya İtalyan yazar, iki halktan birini Valagothi ("Roma Gotları") olarak isimlendirdi. 469 yılında Vizigotlar, "Alaric Gotlar'ı" olarak da isimlendirilmişlerdir.
Kuvvetle muhtemel İskandinav kökenli bir kelime olduğu düşünülen Tervingi, lûgatta "orman insanları" mânâsınadır. Bu, Germen kabilelerinin genellikle "ilkel, barbar, kaba insan, dağ adamı" şeklinde isimlendirilmiş olmalarına da pek uygun düşmektedir.
"Vizigot" terimi 6. yüzyıla ait bir terimdir. Visigoti adı, Romalı bir yazar ve siyaset adamı olan Flavius Magnus Aurelius Cassiodorus'un bir icadıdır. Cassiodorus, Visi ve Goti terimlerini "Batı Gotları" anlamına gelmesi için birleştirdi. Vizigor terimi, Gotların vasileri veya varisleri manasınadır. Vizigotlar, Trebellius Pollio, Claudian ve Sidonius Apollinaris tarafından Wesi veya Wisi olarak da adlandırılmışlardır. Bu Wesi veya Wisi kelimesi üzerinden günümüze de sarkan yönüyle bir sonraki bölümde söyleyeceklerimiz olacak. Diğer taraftan Visigoti kelimesi, Gotik dilde "iyi veya değerli insanlar" anlamına gelen iusiza (daha iyi) kelimesiyle ve Hint-Avrupa dilinde wesu (iyi) kelimesiyle bağlantılıdır. Ayrıca, Galce gwiw (mükemmel) kelimesiyle, Yunanca eus (iyi) kelimesiyle ve Sanskrit vásu-ş kelimesiyle yakın anlamlıdır. Jordanes ise, kabilenin adını bir nehirle ilişkilendirir. (2)
Diğer taraftan, Gotik isminin Gutones (insanlar) kelimesinden türetildiği de söylenmektedir. Bir halk olarak gerçek kökenleri, tıpkı Franklar ve Alamanniler'de olduğu gibi hala bilinmemektedir. Gotlar, MS 3. yüzyılın ortalarında, "alt Tuna sınırının ötesindeki en güçlü askeri güç" olmuşlardı. Krallık öncesi dönemde Vizigotlar, mesela 4. yüzyılda farklı bir doğu Germen dili konuşuyorlardı. Bu arada, Gotik dil, Orta Çağ'da diğer Avrupa halklarıyla temas sonucu ortadan kalkmıştır.
Vizigotlar, Ostrogotlar ve Vandallar, Roma İmparatorluğu sınırları dışında kalırken Hristiyanlaştırıldılar. Bununla birlikte kabileler, Aryanistleri sapkın olarak gören ve çoğu Romalı tarafından benimsenen Nicean ("Katolik") mezhebi yerine Aryanizm mezhebini benimsediler. Vizigotik Krallık Aryanizm inançlarını, Kral Liuvigild'in saltanatına kadar sürdürdü.
Vizigotlar İspanya'yı ele geçirdiğinde, Yahudiler nüfusun büyük bir bölümünü de oluşturuyorlardı. Yahudilerin birçoğu çiftçiydi, fakat çok çeşitli meslek dallarında çalışıyorlardı ve özellikle Doğu İspanya büyük şehirlerinin, kentleşmiş nüfusunun önemli bir bileşeniydi. Vizigotlar'ın Aryanizm'e geçtikleri dönemde, Yahudiler nispeten iyi durumda kaldılar. Eski Roma ve Bizans yasaları, Yahudilerin statüsünü belirledi ve onlara karşı önceden yapılan ayrımcılığı devam ettirdi. Ancak Kraliyet yargılaması her durumda oldukça sınırlıydı. Mesela hahamların, Yahudi olmayanlar tarafından topraklarının kutsanmasını istemişlerdir. Bazı Yahudiler hükumette veya orduda görev yaparken, diğerleri garnizon hizmeti için örgütlendi; bazıları da senatoyla olan bağlarını sürdürdü. O dönemde genel olarak, Yahudiler baştacı edilmişlerdir.
Bu durum, 589 yılında I. Reccared'in Katolikliğe geçmesiyle birlikte kısmen de olsa değişti. Vizigotik toplumdaki Katolik dönüşüm, Vizigotlarla yerli İspanyol nüfusu arasındaki sürtüşmeyi büyük oranda azalttı. Bu dönüşümün başlıca amacı, bölgeyi Kilise yönetimi altında birleştirmekti ve Kilisenin en önemli şikayetlerinden biri de, Yahudilerin çok fazla statü, refah ve nüfuza sahip olmalarıydı. Yerel soylular, yerel ekonomiyi ve soyluların bağımsız güçlerini geliştirmek için nüfustaki Yahudi ve Yahudi olmayan kesimlere bağımlıydılar. Vizigotik siyasi yapı geleneksel olarak (kendi krallarını bile seçebilen) yerel soylulara geniş güçler vermişti, bu nedenle kral birçok bakımdan sadece “eşitlikteki ilk” idi ve merkezi otorite zayıftı. Dolayısıyla Yahudilerin durumu hem sembolik hem de politik olarak yerel aristokratları büyük ölçüde etkiledi. Bu nedenle Kral Reccared hemen, Hristiyanlarla Yahudiler arasındaki ilişkileri düzenlemek için ilk Toledo Konseyi'ni bir araya getirdi. Bununla birlikte, bu Konsey'de alınan ayrımcı yasaların, daha sonraki yıllarda bu kanunları tekrarlayan ve sorunları genişleten daha birçok Toledo Konseyi tarafından belirtildiği gibi, iyi olmadığı veya evrensel olarak uygulanmadığı düşünülmektedir. Bunlar, kilise kanununa girdi ve Avrupa'nın diğer bölgelerinde de yasal örnek oldu. Bu sürecin doruk noktası, İspanya'daki tüm Yahudilerin zorla din değiştirmesini emreden bir kararnameyle, 613 yılında Kral Sisibut döneminde gerçekleşti. Bu kararname ile kısmen de olsa bir sükûnet sağlandı. Merkezi kararnamenin güçlenmesiyle birlikte benzer kurallar daha sonraki krallar tarafından etki artışı ile tekrarlandı. Bu kanunlar eşliğinde Yahudilerin pek çoğu zorla vaftiz edildi. Şabat'a ve festivallere katılmak, sünnet olmak gibi pek çok Yahudi ayini yasaklandı. Yedinci yüzyıl boyunca Yahudilerin ümüğünü sıkma durumları baş gösterdi. Birçok Yahudi’nin infaz edildiği, mülklerine el konulduğu, ağır vergiler ödedikleri, ticaretlerinin dahi yasaklandığı kayıtlarda yer aldı. Birçoğu Hristiyanlığı kabul etmekle yükümlü addedildi. Ama Yahudi bu, yine de kendi dini ve ibadetlerini gizlice devam ettirdiler. 613 sayılı bir kararname ile birlikte İspanyol Yahudiliği yüz yıldan fazla sürecek olan bir cenderenin içine sokuldu. Bu durum, ta ki Müslümanların İspanya’yı fethine kadar sürdü. Tarih kaynaklarında yaygın biçimde geçtiği üzere İspanya Müslümanlar tarafından 711 yılında fethedilmiştir.
Yukarıda Yahudilerle ilgili bölüme niçin bu kadar geniş bir yer verdiğimiz yadırganmamalı. Çünkü Yahudi, dinler tarihinde “Peygamber katili” bir ırk veya millet olmanın yanı sıra, bizzat Allah’ın gazabına uğramış olarak, tıpkı Cennette Meleklere hocalık eden Şeytanın huzurdan kovulması ve lanetlenmesi örneğinde olduğu gibi, insanlar arasındaki seçilmişliklerinden de tard edilmiş ve lanetlenmiş bir ırk veya millettir. Durum bu merkezde iken, Fetihle müjdelenen Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri’nin 1453 yılında İstanbul’u Fetih sonrasında, Sultan 2. Bayezid’in 1492 yılında İspanya’dan “kontrollü sürgün” denilebilecek bir şekilde sürgün edilen Sefarad Yahudilerine kucak açması, Osmanlı Devleti açısından çok büyük bir talihsizlik olmuştur. Kanaatimce, Osmanlı Devleti’nin çöküş süreci, Allah’ın merhamet etmediklerine merhamet etmek gibi bir gadabı da üzerlerine çekmiş olması hasebiyle başlamıştır. Yani esas belayı davet eden Yuda nesebi Yahudi’ye kucak açmak olmuştur. Yoksa Osmanlı Devleti’nin fiili olarak çöküş süreci, Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın da bir tespiti hâlinde, “Hürrem Sultan Vak’ası”nı da dikkate alarak söylersek, Kanuni Sultan Süleyman’ın “Şeyhülislâm”ı tayinle belirlenmesiyle başlamıştır, ayrı mesele!.. Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemi olan 15. ve özellikle 16. yüzyıllar, Osmanlı Devleti’ndeki Yahudilerin altın çağı olmuştur. Yahudiler, Osmanlı topraklarına matbaayı ilk getiren olarak kalmadılar, süreç içerisinde Osmanlı hükûmetinde de önemli mevkilere geldi ve yerleştiler. İspanya’dan gelir gelmez matbaa işine el atmaları, Gotik yazım kültürü üzerinden elde ettikleri tecrübelerini Osmanlı Devleti’ne taşıdıklarını da düşündürüyor. Yahudi o gün bugündür bu imtiyazını hala elinde bulundurmaktadır. Bugün bu imkân, ileri teknik ve teknoloji üzerinden bilgisayar yazılım teknik ve teknolojisi ile devam ettirilmektedir. Osmanlı'nın 17. yüzyıla denk gelen duraklama döneminde Yahudilerin kültürel ve ekonomik olarak çöküşe geçtikleri söylenir. Yahudilerin çöküş döneminin bu tarihlere denk gelmiş olması, bir “pasif korunma psikozu” eşliğinde de olsa, yine de bir tesadüf değildir diye düşünmek gerekiyor. Çünkü bu durum, 1826 yılında Sultan 2. Mahmud Han Hazretleri tarafından “Yeniçeri Ocağı”nın lağvedilmesinden sonra kurulan “Asakir-i Muhammediyye Ordusu” bir yana, 1839 yılında Sultan Abdülmecid Han Hazretleri döneminde “Tanzimat Fermanı”nın ilanı ve sonrasında, Nakşilerin İmam-ı Rabbanî Hazretleri merkezli Müceddidiyye ekolünün kolbaşlarından Mevlana Halidi Bağdadî Hazretleri’nin “Mehdiyyet Hareketi”nin Anadolu topraklarına taşımasıyla doğrudan ilişkilidir. 18. yüzyılda gerçekleşen gerileme döneminde ise Yahudiler, Sabetay Sevi hadisesinin meydana getirdiği şokla daha bir "pasif korunma psikozu" içerisine girmişlerdir. (3) Bu tür bir takiyye kültürü, dünden bugüne lanetli Yuda nesebi Yahudi topluluklarının “toplum dışı”, yani bir tür “barbar” olarak yaşamalarının da sebebini oluşturmuştur. Ama buna rağmen doğuştan getirdikleri üstün yeteneklerini de kullanarak, içinde yaşadıkları toplumlarda asimile olmadan kalabilmişlerdir. Ama her daim şer istikametinde hareket etmişlerdir, ayrı mesele! Hala da aynı hassasiyet üzere bir hayat sürdükleri çok aşikardır. Bir farkla! Artık kendilerini gizlemiyorlar. Gizleyemiyorlar dersek daha doğru olur. Çünkü; içinde yaşadığımız yeni zaman ve mekân, İBDA Mimarı’nın da yüksek ifadeleriyle, “Bâtının zâhire çıktığı bir zaman dilimine girdik” hakikatini de içinde barındırıyor. Hani kıyamet öncesi bir zamanda, mesela Müslümanlar ile Yahudiler arasından vuku bulacak olan büyük ve kanlı son savaşta (“Melheme-i Kübra” veya Armegedon!), taşların dahi dile gelip, Yahudilerin itlafının gerçekleştirilmesinin görüneceği bir zaman ve mekân!.. Kanaatimce, Filistin topraklarında konuşlanmak üzere, tıpkı Nazi Almanyası’ndaki “Holokost Tiyatrosu”nda olduğu gibi, İspanya’daki Yahudilerin sürgün edilmeleri de bir tiyatrodan ibarettir. Sefarad Yahudileri, İspanya’daki tüm imtiyazları ele geçirdikten sonra kendilerini sürgün ettirmişlerdir de denilebilir. Bunu da sırf Fetihle birlikte güç merkezinde olmak adına, Osmanlı Devleti’nde konuşlanmak adına yapmışlardır. İleriki bölümlerde FRP (Rol Yapma Oyunu veya Fantastik Oyun) mevzuunda neleri nelere vesile kıldıkları dikkatlice takip edildiğinde ne demek istediğimiz daha bir ayan olacaktır. Bu arada şunu da söylemekte fayda vardır. “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine yataklık ettiğine canı gönülden inandığımız “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın tasarrufunda şekillenecek olan “Başyücelik Devleti”nde hassaten Yuda Nesebi Yahudiler’e yer yoktur. Yeteri kadar nevale ve kabul edilecekleri bir yerde konuşlanmak isteği dışında elde avuçta ne varsa mafiş!
Bu arada, bir hatırlatma ile bu yazı dizisinin ana temasından sapmadığımızı da söylemek ihtiyacı hissediyorum. Her ne kadar sıra dışı bir tarih penceresinden farklı değerlendirmelerde bulunuyor olsak da, yine de tarih çerçevesinde tüm söylediklerimiz, aslında spor kelimesinin etimolojisinin nasıl bir vasatta ortaya çıktığını anlamaya dairdir. Spor kelimesinin etimolojik olarak ortaya çıktığı şartları kurcalamaya dairdir. Nasıl bir kültür ve medeniyet vasatı üzerinden anlam kazandığını çözümlemeye dairdir. Bunu da GutsMust ve Hassen’in malum tespitlerine dayanarak yapmaya çalışıyoruz. “Spor kelimesinin kökeni henüz tam olarak bilinmemektedir”, sözünün sahibi GutsMust’a karşılık Hassen, özetle, spor kelimesinin Gotik İncil çevirisinde geçen çok eski bir Almanca kelime olduğunu ve bugün de aynı anlamı taşıdığını iddia eder ve ekler: “Açık havaya duyulan özlem, bedenî yetkinlik için gösterilen çaba, Anglo-Norman ırkının haz duyduğu en derin Germen içgüdüleridir.” (4)
Dipnotlar
1)Morolar (İspanyolca: Moro, İngilizce: Moor), geçmişte, günümüz İspanya ve Portekiz'ine denk gelen topraklarda yaşamış Müslüman bir halk. Arap, Berberi ve İspanyol köklere sahip olmakla birlikte, Moro sözcüğü keskin bir etnik karakter taşımaz. Günümüzde sözcük, özellikle İspanyolcada, zaman zaman Faslıları tanımlamak için de kullanılır. Morolar Arap Endülüs medeniyetini kurmuşlar ve 11-17. yüzyıllarda mülteci olarak Kuzey Afrika'ya yerleşmişlerdir. Zamanla Batı medeniyetinde Moro/Moor sözcüğü Siyahî Müslüman anlamında kullanılmaya başlanmış, siyahi olmayan Müslümanlar zaman zaman "Beyaz Morolar" olarak adlandırılmıştır.
2)http://www.wikiyours.com/makale/vizigotlar
3)https://tr.wikipedia.org/wiki/Osmanl%C4%B1_%C4%B0mparatorlu%C4%9Fu%27ndaki_Yahudilerin tarihi
4)Dieter Voigt, Spor Sosyolojisi, çev: Ayşe Atalay, Alkım Yayınları, İst.1998, s.86
Baran Dergisi 774. sayı