Türkiye ekonomisi borç ve faiz sarmalından bir türlü kurtulamıyor. Bu durumdan herkes şikâyetçi, ancak bu çark yine de dönmeye devam ediyor. Meselenin köküne inilirse bir iktisadî devrimin gerektiği ve bunun da iç ve dış siyasette güçlü olmayı ilzam ettiği görülür. Aksi hâlde başta muhafazakâr hükümet olsun veya olmasın borç-faiz ilişkisi aynı şekilde sürüp gider. Biz de ders çıkarmayan-ibret almayanlar olarak şikâyete ve söylenmeye devam eder dururuz.
Önce şunu ifade edelim ki makro (devlet) düzeyinde veya mikro (hâne) düzeyinde dahî iktisadın tek kuralı vardır. Bir defter sayfasına artı ve eksi değerleri yazarsın, artıda isen iyi, ekside isen kötüsün demektir. Şimdi defterimize bakalım: İç ve dış borçlarımız ne kadar? Katma değerli üretimimiz, ileri teknolojimiz, eğitimli insan gücümüz, doğal kaynaklarımız vs. ne kadar? Artı ile eksi arasındaki fark ise ülkemizin tablosudur.
Faizi de artıran ve ona bizi mahkûm eden borçlarımızı düşünmeli ve artı değer (katma değer) üretmeliyiz. Faiz en büyük beladır, buna şüphe yok. Faizin yol açtığı iktisadî haksızlık bir yana içtimaî bir yıkımdır, sosyal dokuyu bozar, insanları vahşileştirir. Ancak biz faiz belasından şikâyetçi olurken şu iki husus gözden kaçmaktadır. Birincisi, ahlâkî unsur olup kapitalist olmak için topluca uğraşacağımıza, insanî ve İslâmî bir düzen kurmalıyız. İkincisi ise, faizden kurtulmak istiyorsak ihracat ve ithalat dengesini sağlamalıyız, üretim yapmalıyız. Üretimimizi tüketimimizin önüne geçirmez ve teknolojik alt yapımızı kurmaz isek dışa bağımlılıktan kurtulamayız. Bu ise borca mahkûm olmak, borç ise faize kurban gitmek demek. Bu iki sarmal (borç-faiz) birbirini destekleyerek ilerler.
Neticeden (borçlar) sebebe (faiz ve dışa bağımlılık) gitmek istiyoruz. Borçları iki başlık altında toplayabiliriz: 1) Kamu açıkları, 2) Dış ticaret açıkları (ihracat ve ithalat farkı). İthal ettiğimiz ürünlerin çoğu yüksek katma değerli ürünler. İhraç ettiğimiz ürünler ise daha ucuz. Türkiye’nin 2018 senesinde ihracatı 166 milyar dolar, Güney Kore’nin 596 milyar dolar, Singapur’un ise 320 milyar dolar. İki küçük ülke kadar ihracatımız yok. Eskiden daha kötü idi, millî duruşla beraber bir düzelme var ama sorunun temeline inilemiyor. Sorun sadece iktisadî değil. Siyasî, kültürel ve ideolojik yönler ihmal ediliyor.
Kamu harcamaları içinde zarurî ve faydalı olanlar var muhakkak. Ancak açık verdiği malûm. İç ve dış borçların günü gelince borçları ödemek için para bulmak gerekiyor. Bu ise faizle borç almak demek. Demek ki bu borç batağında iken faizden şikâyet etmenin fazla bir anlamı yok. Ayrıca bir de faiz farkından borç biniyor. Meşhur sözü hatırlatmakta fayda var; ayağını yorganına göre uzat! Öyle miyiz, tabiî ki öyle değiliz, ne devlet ayağını yorganına göre uzatıyor, ne vatandaş.
O zaman başımızı kaldırıp soralım, neden bu kadar borçlanıyoruz, en başta nelerde açık veriyoruz? Cevap olarak şunu söyleyelim. 1) Enerji açığı, 2) Teknoloji açığı. Bu iki kalemde düzelme olmazsa belimizi doğrultamayız. Çünkü bütçenin çoğunu bu kalemler yiyor. Bunu fark eden Tayyip Erdoğan nükleer enerji dahil bazı hamleler yapmış ve dönemin Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak’ı bu alanda görevlendirmişti. İyi adımların yanındayız ve muhalefet olsun diye muhalefet yapmaya karşıyız. Hele hele toptancı tavırlar ve çözüm sunmayan şikâyetlerde bulunmayı istemiyoruz. BD-İBDA dünya görüşü alternatif bir dünya görüşü olup modernist-kapitalist sisteme bağlı ve karma ekonominin karmakarışık tonlarında gezinen mevcut sisteme toptan karşıdır. Sisteme toptan karşıyız ancak eleştirilerimizde toptancılık yapmıyoruz, müşahhas çözüm tekliflerimizi sunuyoruz. Bu ise ideolojimizin bize verdiği bir tavır ve diyalektiktir. Kimden gelirse gelsin iyi-doğru-güzel adımları da destekliyoruz. “En küçük çaplarda bile doğru politika” ilkemiz bunu gerektirir.
Stratejik alanlarda teknolojik dışa bağımlılıktan kurtulmalıyız. Bu mesele hem üretim için, hem de rekabet için mühim. Aynı zamanda dış ticaret açığını önleyicidir. Bize devamlı söven bir ülkeden (Avusturya) gidip sanayiin alt yapısını alıyoruz. Her şeyde millî bir duruşumuz olmalı, ahlâka bağlı alt şube olan iktisadî alan buna göre düzenlenmelidir.
Döviz rezervimiz var ama döviz manipülasyonuna dayanamıyoruz. Bu mesele uluslararası ticareti kontrol eden ABD’nin soygunculuğuna (dolar kalpazanlığına) dayanıyor. Ancak naif bir ekonomimiz var. Yapısal sorunlarımız duruyor. En başta üretim, teknoloji ve enerji açığı mevzuları geliyor. Bütün bunlara göre bir strateji belirlenip ona göre adım adım gidilmeli. Bu hususta gerekirse millî bir seferberlik hâline girmek lazım, tabii buna milleti inandırmak şartıyla. Seçimli bir sistemde ise buna iktidarlar cesaret edemez. Maalesef günü kurtarmak ve borçları borçla çevirmek siyaseti kolay geliyor ve tercih ediliyor.
Kanaatimce Tayyip Erdoğan meselenin farkında. Zaten farkında olmaması mümkün değil. Çünkü iktisadî zaaflar ona siyasî darbe olarak dönüyor. Ekonomik zaaflar içeride sorun olduğu gibi, dış politikada da ABD ve Batı tarafından baskı aracı olarak kullanılıyor. Ancak Tayyip Erdoğan’ın topyekûn seferberlik (millî kalkınma hamlesi) yapacak ne çevresi var, ne kamuoyu buna müsait. Burada sadece, menfaatini düşünen insan değil, milletini düşünen insan faktörü gündeme geliyor. Bu mevzuya ise başta Ak Parti kadroları kulağı üstüne yatıyor.
Teknolojide bu kadar dışa bağımlılık bize dışarıdan bir fatura olarak gelmektedir. Zaten borç ve faiz sarmalı içinde takılıp kalmamız bize dışarıdan siyasî, ahlâkî, içtimaî baskı yapılmasının sebebi oluyor. Hem dış baskılardan şikâyet ediyoruz, hem de çoluk çocuğa varıncaya kadar hepimizin elinde Iphone telefon var. Halbuki “değirmenin suyu nereden geliyor?” diye sormalıyız.
Almanya seyahatimde otoyolda bir köprünün altında arabaların dizildiğini görmüş orada mukim arkadaşıma sormuştum, “bunlar ne?” diye. Benzin tasarrufu olması için civar köylerden gelenler burada arabalarını park edip tek araba ile şehre iniyorlarmış. Bunu destekleyen şahid olduğum başka bir husus: Lüks otomobil üreticisi olan Almanya sokaklarında orta seviyeli araba modellerini sıkça görünce biraz şaşırmıştım. Lüks modelleri dışarı satıyorlar, kendileri halk tipi binekleri tercih ediyorlar.
Ülkemizde 15-20 tane ithal lüks otomobil markası sayabiliriz ancak bir tane yerli otomobil yok. Halbuki o kadar zengin bir ülke değiliz. Nerede tasarruf, nerede üretim? Klasik bir söylem olacak ama Almanya ve Japonya’nın ekonomik gelişmesine bakmak lâzım. Ancak bunun sebeplerine inmek gerekiyor. Halbuki her ikisinin de enerjisi yok, petrol ve doğalgazları yok. Tıpkı bizim gibi. Ancak yüksek teknolojileri var. Aslında teknoloji diye mevzuyu genellemeye getirmek istemiyorum ve şu noktaya dikkat çekmek istiyorum. Almanya ve Japonya’yı teknolojide dev yapan, İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmalarına karşı bir irade göstermeleridir. Bu ise Necip Fazıl’ın şu tesbitine tekrar kulak vermemizi icap ettirir: “Bir toplum kendi ideolojisini üretebildiği ölçüde kendi teknolojisini üretebilir.”
Dönüp dolaşıp fikir, sistem, rejim ve ideoloji meselelerine geliyoruz. Aslında ideoloji ve sistem gayet ekonomik bir getiriye yol açar. Zaten bizdeki “borç-faiz” sarmalına sebep olan ve sürdürmeye zorlayan da bataklık manzarası arz eden liberal-kapitalist sistemdir. Bu hesaplaşmayı yapacak gerçek aydınlardır. Buna siyasî elitler de iştirak etmelidir. Elbette ki sömürgeci sömürgeciliğini yapacak, onu biliyoruz. Ancak nefret etmemize rağmen içerisinde bulunduğumuz karma ve kırma liberal-kapitalist sistemi savunanları eleştiriyoruz. 16 senedir iktidarda muhafazakâr bir hükümet olmasına rağmen gelir dağılımındaki uçurum hâlâ mevcudiyetini koruyor. Rakamlara göre 2018 senesinde gelir dağılımındaki adaletsizlik arttı.
Karma kapitalist sistem uygulamaları ve kalıntılarıyla birlikte bir ideolojidir ve onunla kökten hesaplaşılmalıdır. Nasıl ki, ekonomik reçete olarak “radikal çözümlere gerek var” deniyor, aynı şekilde ideolojik (zihniyet olarak) radikal çözümlere gerek vardır diyoruz. Aksi halde borç-faiz sarmalında şikâyete devam edip dururuz, bu çark da dönüp durur. Dişliler arasında ise dünyayı kurtarmaya aday bir millet ezilip durur. Bunun ise ne tarih, ne vicdan, ne de çoluk çocuğumuz önünde hesabını veremeyiz.
Üretim şartları derken sözlerimiz yanlış anlaşılmasın. Kapitalist sistemin önerdiği ve gaye gördüğü ne olursa olsun, “fazla üretim” anlayışını savunmuyoruz. Zira biz kapitalist yoldan sanayileşmeye karşı olup, kapitalist olmadan yani insanî yoldan sanayileşmeyi savunuyoruz. Sömürge kurmak veya emperyalistleşmek için üretim demiyoruz. Kendimize yetmemiz için sanayileşme diyoruz. Fazlamız olursa da Müslüman ülkelerin faydasına ve dünyada adalete katkı sunarız.
Baran Dergisi 633. Sayı
28.02.2019