Darbe, bir ülkede meşru yahut gayrimeşru yollardan hükümeti ele geçirme, rejimi yıkma girişimi. Ekonomik, siyasî, kültürel, hukukî ve askerî olmak üzere birçok çeşidi mevcud. Her biri birbirinden bağımsız olabildiği gibi üçlü, beşli yahut toplu bir şekilde olmaları da mümkün. Kullanılan araçlar ve hedef alınan yere göre ismi konulan bir anlayış.
Ülkemizde 19. yüzyılın ortasından bu yana neredeyse on yılda bir darbe yapmak gelenek haline geldi. 1859’daki Kuleli Vakası, Abdülaziz’in tahttan indirildiği 1876 darbesi, 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909) ve II. Abdülhamid Han’ın hâl edilmesi, Temmuz 1912’deki Halaskâr Zabitan Bildirisi ve 1913’teki Bâb-ı Âli Baskını bunlardan birkaçıdır. Cumhuriyet döneminde ise, İngilizlerin İstanbul’u işgali ile başlayan süreç ve akabinde gelişen olaylar, 1923’te 1. Meclis’in lağvı, 1938’de Atatürk’ün ölümü üzerine yaşananlar, 27 Mayıs 1960 Darbesi ve akabindeki darbe girişimleri, 12 Mart 1971 Muhtırası ve öncesindeki cuntalar, 12 Eylül 1980 Darbesi, 28 Şubat 1997 Süreci, 27 Nisan 2007 E-Muhtırası, 17-25 Aralık 2013 Yargı Darbesi, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi bir çırpıda sayabildiklerimiz. Muhtemelen haberi bize kadar ulaşmamış daha nicesi vardır.
Başın başında peşin hüküm halinde rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Farklı tarihlerde gerçekleşmiş bu darbelerin gaye ve hizmet noktasında birbirilerinden hiçbir farkı yoktur. Tamamı Yahudi ve Batı tezgâhının sonucudur: Topyekûn İslâm coğrafyasını yağmalamak ve sömürge haline getirmek, Müslüman toplulukların bir araya gelmesini önlemek ve yine milletlerin bağımsız bir güç haline dönüşmesine engel olmak... Amerika, Fransa, İngiltere başta olmak üzere birçok Batılı devlet ve Filistin toprakları üzerinden Arz-ı Mevud idealini gerçekleştirmek, dünya iktidarını sağlamlaştırmak isteyen Siyonist çeteler bu işin baş aktörleridir. Son örneğini Venezuela’da gördüğümüz şekliyle bu yağmacı güruh, sadece ülkemizde değil, birçok Arap, Afrika yahut Güney Amerika hatta Orta Asya devletlerinde bile kanlı darbeler gerçekleştirerek sömürgeci iktidarlar kurmak isterler. Ülkemizde gerçekleşen bütün darbeler bu mânâda, sadece binlerce gencin haksız yere öldüğü ve öldürüldüğü bir hadise değil, aynı zamanda büyük bir soygun, yağma ve kültürel kıyımın gerçekleştiği bir süreçtir. Özetle bütün darbeler Siyonizm’in ve Batı’nın örtülü işgalini ve sömürge faaliyetlerini sürdürmenin adıdır.
Diğer taraftan hiçbir darbe kendini hazırlayan gerekçeler olmadan zuhur etmez. Bu gerekçeler bazen 12 Eylül’de olduğu gibi bilfiil darbeciler tarafından oluşturulurken bazen de 28 Şubat’ta olduğu gibi kendiliğinden gelişen olaylar biçiminde meydana gelir. Her iki halde de darbeciler ekonomik, siyasî, askerî ve dışarıdan destekli birçok güç, örgütlü bir hareket planı oluşturarak uygun zaman ve mekânı kollar. Bütün bunları yaparken bir savaş vaziyeti alarak “düşman güçler” diye belirlediği grup, kurum ve şahısların hareketlerini gözler, fişler ve hedef olarak tayin eder. 28 Şubat’ta bunun birçok örneği mevcuttur. Dolayısıyla İslâm ve Anadolu düşmanı eşkıya sürüsünün, 91’de İbda’nın, Türkiye’nin katılımını engelleyici çok önemli bir rol oynadığı Irak Savaşı ve 20 Ekim seçimleri akabinde örtülü bir şekilde başlattığı, bilhassa 94’de RP’nin patlama yaptığı yerel seçimlerin ardından hızlandırdığı ve 1997’de zirveye çıkan 28 Şubat isimli saldırısına öncelikli olarak bu pencereden bakmak icap eder. Nihayetinde bir avuç azınlık olmalarına rağmen kendilerini devletin sahibi, milletin efendisi sanan bu ihanet çeteleri, kuruldukları koltukları asla kaybetmek istememekteydiler. Eğitimli ve profesyonel bir yapıya sahip bu kişiler, birtakım mason örgütlerinde, FETÖ gibi din kisveli ihanet şebekelerinde, PKK benzeri Yahudi taşeronu hâline gelen sol örgütlerde ve sivil toplum görünümlü Batı beslemesi vatan haini kuruluşlarda teşkilatlıydılar. Vatan diye bir dertleri olmadığı gibi dökülen kan da umurlarında değildi.
90’lı yılların başı bu mânâda oldukça hareketli idi ve birkaç yıl içinde onlarca yazar, asker ve MİT mensubu öldürülmüştü. Prof. Muammer Aksoy, araştırmacı yazar Turan Dursun, akademisyen ve aynı zamanda politikacı olan Bahriye Üçok kısa zaman aralıkları ile suikasta uğradı. İçtimaî gerginliği artıran bu hadiseler gündem üzerinde İslâmî kesimi baskı altına alan daha sert yaptırımları doğurmuştu. Ancak şuurları yenilemesi açısından da ayrı bir psikolojik hale sebep olmuş ve zihinlere alternatif mücadele şekilleri vermişti. Mirzabeyoğlu’nun “provokasyonlar da bize yarar” sözü bu dönem için oldukça anlamlıdır.
1992 Nevruz’unda PKK terör örgütünün Cizre’de bağımsızlık ilan ederek şehir savaşına ilk defa yeltenmesi, 1993’te Aziz Nesin gibi İslâm ve Allah düşmanı kimselerin Kur’an’a, ezana ve benzeri dinî değerlere hakaret ederek Sivas halkını tahrik etmesi ve Sivas’ta onlarca kişinin ölümüne sebep olunması, ardından Başbağlar’da PKK ve mezhepçi sol örgütlerin ortak düzenledikleri Başbağlar Katliamı dönemin siyasi gündemini oldukça uzun süre belirlemiştir. Sosyal hadiselerin geçmişten gelen birikiminin neticesi olduğu bilinen bir malum. Eşref Bitlis, Uğur Mumcu ve doğu illerinde birçok faili meçhul de yine bu dönemlerde.
28 Şubata giden yolda bir başka unsur da ekonomi idi. 1994 yılında Tansu Çiller başkanlığındaki DYP-SHP hükümeti, faiz oranlarını düşürmek amacıyla piyasaya yüksek miktarda para sürdü. Ancak yüksek likidite, faizi düşürmek yerine dövize hücuma neden oldu. Bunun önüne geçmek için 5 Nisan 1994’te hükümet, “enflasyonu hızla düşürmek, TL’de istikrar sağlamak” amacıyla 5 Nisan Kararları’nı açıkladı. Dengeleri düzeltmeden faiz oranlarını düşürme çabası, faizde çok daha yüksek artışla sonuçlandı. Kararların bedelini mazlum ve masum millet ödedi. Memur maaşları donduruldu, ücretler düşürüldü. Yaşanan ekonomik krizi kontrol altına alamayan hükümet 24 Aralık 1995’te erken seçime gitmek zorunda kaldı. Kitleler büyük bir vurguna daha uğramış ve çeşitli sermaye gruplarınca usulüne uygun olarak soyulmuştu.
28 Şubat 1997: İslâm’a Karşı Savaş İlanı
28 Şubat 1997... Üzerinden bin yılda geçse de intikamını alacağımız ve tek tek hesabını soracağımız süreç. Bu tarihte yapılanlar açıktan açığa Müslümanlara ve İslâm’a karşı bir savaş ilanı idi. Gerçi 1900’lü yılların başından itibaren hem içteki devşirmeler hem dıştaki düşman aracılığı ile Müslümanlara karşı fiilî bir savaş vardı. Bu durum 1950’lerden sonra kısmî yumuşama belirtisi göstermiş ve peyderpey de olsa dindar insanlara karşı bir müsamaha söz konusu olmuştu. Ancak bu hal çok fazla devam etmedi. Her defasında en keskin bıçaktan daha keskince Müslümanlar engizisyona tâbi tutuluyor ve yargılanıyordu. 27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerinin kanlı bilançosu ve hatırası hala taze. 28 Şubat Darbesi de bu minvalde açıktan açığa İslâm’a karşı bir savaş ilanıydı. Nitekim Büyük Doğu-İbda’nın şuurlara üflediği ihtilalci fikir, 1986’da Türban hadiselerinde ve 1989’a kadar bütün üniversitelere yayılan açlık grevleri ile alınan haklar, bugün FETÖ diye bilinen ihanet şebekesinin başı papazın ihanetlerinin deşifre edilerek ağlak hain, fettoş, amerikancı pislik, papaz kılıklı diye itham edilmesi ve yine gençliğin şuur süzgecinin İslâm’a Muhatap Anlayış çerçevesinde değişmeye başlaması birçok kesimi oldukça rahatsız ediyordu. Bugün neredeyse kahraman ilan edilen Turgut Özal da bunlara dâhildi. Nitekim 1 koyup 3 alacağız diye Amerika’nın yanında Irak’ta Müslüman katletmeye kalkışmıştı. Ancak İbda bağlılarının etkin rol aldığı gösteriler sebebi ile geri adım atmak zorunda kaldı. Bunun bedeli olarak Salih Mirzabeyoğlu ve Mevlüt Koç başta olmak üzere 30’un üzerinde akıncıya, İbda tarihinde “Panik Operasyonu” diye bilinen bir tutuklama furyası gerçekleşti. Tarih 1 Şubat 1991. Kılıf hazırdı: Türkiye’nin Körfez Savaşı’na katılmasına karşı ayaklanma başlatmak, Amerika karşıtı izinsiz gösteriler, başörtüsü ve Ayasofya eylemlerini tertip etmek, irticai faaliyetlerde bulunmak. Ancak ilahi takdir ile 163. madde diye bilinen melun kanun kaldırılır ve bu maddeden tutuklanan herkes serbest kalır, Mirzabeyoğlu ve arkadaşları da serbest kalanlar arasındadır.
90 ve 96 seneleri arası siyasi, iktisadi ve içtimai faaliyetlerin ciddi bir sosyolojik incelemeye tabi tutulması gerekmektedir. Kazım Albayrak, Abdullah Kiracı, Mustafa Saka ve Sinami Orhan gibi İbda Fikriyatı bağlıları tarafından çıkarılan yayın organları tam bir destanlık mücadele örneği veriyor, bütün sapkın görüşleri, ılıman İslâm perdeli şebekeleri ve mezhebi meşrebi bozuk taifeyi tarumar ediyor, Ehl-i sünnet noktasında toplanmaya davet ediyordu. Malum olduğu üzere 28 Şubat darbesinden sonra birçok sahte mağdur ve sahte kahraman türemiş, işin aslını ademe mahkûm etmiş, gerçek vakıaları küllendirmiş ve cuntacıları bozum eden fikrin sahibini yok etme girişimini gerçekleştirmiştir. Bu sebeple yepyeni bir 28 Şubat tarihi yazılmalı ve sahte kahramanlar derdest edilip asıl kahramanlar bir resmigeçit hüviyetinde boy göstermelidir. Uzatmayalım!.. İslâmcı mücadeleyi “ılıman” bir havaya sokmaya çalışan ve kendine İslâmî cemaat, parti yahut dernek diyen yapıların ne yapacağını bilememesi, İBDA’nın dili ve anlayışının şuurlara alternatifler vererek ve sürekli eylemlerle cuntacı yapıların hareketlerini zayıflatması, sonunda tepki olarak Refah Partisi’nin gücüne güç katarak meydana çıkışı... Her biri ayrı ayrı incelenmesi gereken sosyal bir vakıadır. Refah Partisi’nin yerel seçimlerdeki başarısının ardından gelen genel seçimler başarısı ve koalisyonla da olsa hükümet kurmasının mânâsı da bu çerçevededir. Emperyalistlerin sadece İslâmî kesime değil topyekûn Anadolu’ya saldırdığı, sol camianın ne yapacağını şaşırdığı, suskun bir şekilde köşesinde beklediği ve yine “sağ” kesimin de diğerleri gibi seyrettiği ve “muhafazakâr-İslâmcı” kesimin hazır ola geçtiği bu dönemde 28 Şubat’a Türkiye çapındaki ilk tepki 30 Mart 1997 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesi manşetinde İbda nisbetli Akademya Dergisi kurmaylarından Hayrettin Soykan’ın ifadesiydi: “İslâmcılar Silaha Sarılacak!” Bu tavır bir kişiye mahsus değil bir hareketin rengini ve tarafının belli eden meydan okuyuştu. Salih Mirzabeyoğlu’nun zindan arkadaşlarından Şükrü Sak’ın yayın yönetmenliğinde çıkan Akıncı Yol dergisi ise 28 Şubat darbecilere aynı dilden hatta daha sert bir üslupla meydan okuyor ve bütün Müslümanlara yüksek bir moral ve motivasyon veriyordu. MGK kararlarının açıklamasının ardından Akıncı Yol, darbecilere “Defolun!" diye karşılık veriyordu. Zindanlar ve işkencehaneler Akıncı gençlerle dolup taşıyordu. Kazım Albayrak, Halil Kantarcı, Hasan Meriç, İbrahim Tatlı, İlhan Doğan, Yakup Köse, Sebahattin Arslan ve ismini burada sayamadığımız birçok kişi hem mağdur hem mağrur olarak bu dönemin önemli şahsiyetlerindendir.
28 Şubat’a sağlam bir direniş gösteren bir başka İbda bağlısı yayın organı ise 1995’te Selim Al yönetiminde yayın hayatına başlayan ve İsmail Ağa çevresinin sesi hükmünde olan Furkan Dergisi’dir. 1997 Şubat’ında Sadettin Ustaosmanoğlu’nun ilk yazısının dergide yayımlanması ile birlikte 28 Şubat Darbesi’ne kapaktan direniş mesajları verilir. Peki bu tepkiyi gösterecek ne olmuştu?
1995 seçimleri Refah partisi en yüksek oyu alan birinci parti. Ancak hükümet DYP-ANAP arasında kurulmak istenir lakin Refah partisinin güven oylaması hakkında Anayasa mahkemesine başvurması ile hükümetin aldığı güvenoyu geçersiz sayılır ve iptal edilir. Ardından Erbakan-Çiller hükümeti yani Refah-Yol kurulur ve 8 Temmuz 1996’da güvenoyu almayı başarır. Aslında Üstad’ın her daim muhalefette kalıp ne bozukluk varsa sisteme atfetme ve daha büyük bir zuhur ve güçle gelmeyi bekleme stratejisine rağmen, bücür oluşlara meyille hareket edilir. Sonrasında Müslümanlara karşı alışılagelmiş medya karalamaları biraz daha şiddetle, kitlelerde korku ve endişe oranını artırarak gelir. Nerede namaz kılan, sakallı ve cübbeli varsa, derslere başörtülü girmeye çalışan, köşe yazılarında İslâm ve adaletten bahseden, salon gösterilerinde ilahi marş vs. söyleyen varsa, gündeme taşınır ve karalama yapılır. Sadece karalama değil elbette; birtakım odaklara da bu vesileyle mesajlar verilir. Bu karalamalardan ve 28 Şubat’a darbeciler tarafından bahane görülen vakalardan birkaçı şunlardır:
2 Ekim-7 Ekim 1996 tarihleri arasında Başbakan Necmettin Erbakan’ın Mısır, Libya, Nijerya ziyaretleri ve Libya’da Kaddafi’nin Erbakan ile bir çadırda yaptığı görüşmede sarf ettiği sözler... 6 Ekim 1996’da Ankara Kocatepe Camisi’nde Aczmendilerin “şeriat isteriz” diye gösteri yapması. 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta meydana gelen bir trafik kazasında mafya, siyasetçi, polis ilişkilerinin açığa çıkması ve o dönemin Başbakanı Erbakan tarafından bu olayın büyük bir gaf eseri olarak “fasa fiso” olarak anılması. Ardından dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın bu olay vesilesi ile protesto amaçlı “aydınlık için bir dakika karanlık” eylemi hakkında “Mum söndü oynuyorlar” demesi. Yine dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın 11 Ocak 1997 cumartesi günü Başbakanlık konutunda dini liderlere ve mahalli kanaat önderlerine iftar yemeği vermesi, 30 Ocak 1997’de Sincan Belediyesi’nin tertip ettiği Kudüs gecesinde sahnelenen cihad oyunu vs.. Bütün bunlarla beraber aynı zaman diliminde 4 Şubat’ta Sincan’da askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yaptı. Şubat’ta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Erbakan’a uyarı mektubu gönderdi ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya “İrtica, PKK’dan daha tehlikeli” dedi. 11 Şubat’ta Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü Ankara’da yapıldı. 24 Şubat 1997’de Genel Kurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, İsrail’i ziyaret ederek dönemin Başbakanı Benjamin Netanyahu ve Genelkurmay Başkanı Amnon Şahak ile görüştü. Karadayı, Netanyahu’ya “Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler her zaman iyi olmuştur. Bundan sonra daha iyi olacaktır.” dedi. MGK kararlarından hemen önce İsrail’e yapılan bu ziyaret darbenin arkasında İsrail’in olduğu iddialarını güçlendirdi. Nitekim ABD’deki Yahudi lobilerinden “Yahudi Ulusal Güvenlik Enstitüsü” (JINSA) 28 Şubat bildirisinden bir yıl sonra yaptığı açıklamada Erbakan hükümetini kendilerinin devirdiğini itiraf etmişti.
28 Şubat 1997’de 9 saat süren MGK toplantısı yapıldı ve İslâm’a karşı topyekûn saldırı başlatıldığı “İslâm” kelimesi kullanılmadan ilan edildi. Artık topyekûn bütün Müslümanlar hedefti ve inanılmaz bir işkence, yağma, işten çıkarma ve zulüm başlatılmıştı. Ve 28 Şubat kararları gerekçe gösterilerek 21 Mayıs’ta Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, “ülkeyi iç savaşa sürüklediği” iddiasıyla RP’nin kapatılması için dava açtı ve 16 Ocak 1998 tarihinde Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı.
28 Şubat 1997 MGK’da Alınan Kararlar ve Neticeleri
28 Şubat 1997’de İslâm düşmanlığı ile malul Mason Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) 9 saat süren toplantının ardından “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirler” başlıklı toplam 18 maddeden oluşan bir bildiri yayınladı. Bu bildiriye göre temel eğitim 8 yıla çıkarılacak, imam-hatip okullarının orta bölümleri kapatılacak, ayrıca imam hatip mezunlarına üniversite sınavlarında katsayı uygulanacak, irticai faaliyetlere katıldıkları için TSK’daki görevlerine son verilen askerler kamuya bağlı hiçbir kurumda görev almayacak, başörtüsü resmi dairelerde yasak olmakla beraber bazı meslek gruplarında anne, kız kardeş yahut eşler dahi başörtülü olmayacak, tüm Kur’an kursları Milli Eğitim Bakanlığına bağlanacak, tarikatların faaliyetleri yasaklanacak ve bunlarla ilişki içinde olan finans kuruluşları ve vakıflar kapatılacak, M. Kemal’e yapılan hakaretlerin önüne geçilecek, Kurban derilerinin irticai kesimler tarafından toplanılması engellenecekti.
Bu kararların ilan edilmesinin hemen akabinde her daim Batı ve Siyonist Yahudi ile iş birliğini elden bırakmamış Mason tarikatı üyesi Süleyman Demirel, 7 Mart 1997 tarihinde MGK kararlarının arkasında olduğunu ve söz konusu kararların uygulanmaması durumunda ilgililerin mesul tutulacağını söyleyerek bürokrasiye sopayı gösterdi. Bu vesileyle 12 Mart 1997’de binlerce Kur’an kursu ile dini eğitime ağırlık veren dernek ve vakıf kapatıldı. 14 Mayıs 1997’de Kılık Kıyafet Kanunu’na aykırı hareket edenlere karşı operasyonlar başladı. Milyonlarca öğrenci, öğretmen ve kamu görevlisinden başlarını açmaları istendi, emre itaat etmeyenler görevlerinden alınmakla beraber irticai örgüt suçlaması ile soruşturmaya tâbi tutuldu. Ailelerinde başörtülü hanım olan askerler büyük baskıya ve tecride maruz kaldı. Binlerce subay Batı Çalışma Grubu adı verilen illegal bir yapı tarafından yapılan fişleme sonucu ordudan atıldı. Bu subaylar ya namaz kılıyordu yahut da eşlerinin başları örtülüydü. 18 Haziran 1997’de Erbakan, başbakanlığı Çiller’e devretmek amaçlı hükümetten istifa etti. Ancak bu durum hükümetin el değiştirmesine sebep oldu. Aynı dönemlerde FETÖ ihanet şebekesi başı örtülü hanımları suçluyor, kendisinin kandırıp çevresine topladığı kızların başlarını açmalarını salık veriyor, Erbakan hükümetine “Beceremediniz, çekin gidin” derken Cunta’nın başındaki Çevik Bir’i müçtehitlere, darbeyi ise içtihadi bir duruma benzetiyor ve isabet etmezse bir sevap alır gibi akla ziyan çıkarımlarda bulunuyordu.
28 Şubat kararları bürokrasi üzerinde öyle bir tesir sahası oluşturmuştu ki, 2 Ağustos 1998’de cami yapımını kısıtlayan yasa çıkarıldı. İlahiyat fakülteleri dâhil bütün üniversitelerde başörtüsü yasaklandı, öğrenciler ikna odaları adı verilen işkence seanslarına tabi tutuldu. Kur’an-ı Kerim’in 12 yaşından önce öğrenilmesi yasaklandı. “Yeşil Sermaye” üst başlığı altında Müslüman camianın şirketlerine el konuldu yahut iş yapamaz hale getirildi.
Baran Dergisi 633. Sayı
Trend Haberler
Puta dokunan yanıyor: 10 Kasım’ı eleştiren doktor tutuklandı!
“Putlara tapınma!” dediği için tutuklanan Dr. Mehmet Arslan serbest bırakıldı
‘Putlara tapınma!’ deyip tutuklanan doktora HÜDA-PAR’dan destek
"Divanu Lugati't-Türk" sergisi, Türk dünyasını dolaşacak
Kemalist Yargıyı Cimer'e şikâyet etmek!
15 Temmuz’un son şehidi: Halil Algan