Hikâyede Balzac, üç ressamı konuşturur. Bu ressamlardan biri resimlerinde tekniğe takılıp resmin manasını kaybederken, diğer ressam ise çizdiği resimde kaybolarak işin tekniğini kaybeder. Bir diğer ressam ise sanatı uğruna sevdiğini feda eder.
Honoré de Balzac, "Bilinmeyen Şaheser" adlı öyküsünü 1831 yılında kaleme aldı. Hikâyede Balzac, üç ressamı konuşturur. Bu ressamlardan biri resimlerinde tekniğe takılıp resmin manasını kaybederken, diğer ressam ise çizdiği resimde kaybolarak işin tekniğini kaybeder. Bir diğer ressam ise sanatı uğruna sevdiğini feda eder. Hikâye, 17. yüzyılın başlarında, 1612 yılında Paris'te geçer. Bu zaman dilimi, Avrupa’da sanatın ve kültürel değişimlerin yoğun bir şekilde yaşandığı bir dönemdir; Barok sanatın etkilerinin hissedildiği ve sanatçılar arasında mükemmellik arayışının yoğunlaştığı yıllardır. Balzac’ın öyküsünde geçen karakterler, özellikle de genç ressam Nicolas Poussin ve Frans Pourbus gibi sanatçılar, gerçek tarihi figürlerdir ve bu da eserin dönemin sanatsal atmosferiyle ilişkisini güçlendirir.
Frans Pourbus
Hikâyenin başlarında Maitre Frenhofer, Pourbus’e yönelik eleştirilerinde resmin yüzeysel güzelliğine değil, derinliğine ve manasına odaklanılması gerektiğini izah etmeye çalışır. Ona göre Pourbus, figürleri doğru şekilde çizse de, onların derinliğini ve ruhunu yansıtmayı başaramamıştır. Frenhofer’in sanat anlayışı, sadece dış görünüşü değil, resmin içinde saklı olan hayatı, ruhu ve duyguları ortaya çıkarmayı hedefler. Bu bağlamda Frenhofer, resmin sadece bir kopya olmaması gerektiğini, onu bir şiir gibi anlatılması gerektiğini, resimdeki hataların yalnızca teknik eksikliklerden kaynaklanmadığını, daha derin bir anlayışın eksikliğini de yansıttığını belirtir.
Bu bağlamda Frenhofer, karşısındaki ressama şunu der: “Sanatın görevi doğayı taklit etmek değil ama onu anlatmaktır! Sen adi bir tablo kopyacısı değil, bir şairsin!”
Bu noktada Frenhofer, Pourbus'un sanatının yeterince derin olmadığını, sadece görünür olanı kopyalamaya çalıştığını eleştirir ve resmin daha fazla bir ruh ve anlam taşıması gerektiğini ifade eder. Yine bir başka eleştirisinde, Frenhofer Pourbus’e şöyle der:
“Yaptığın figür ne iyi çizilmiş ne de iyi boyanmış, her yerinde de o anlamsız kararsızlığın izlerini taşıyor.”
Frenhofer’in sanat anlayışı, her fırça darbesinin anlamlı olması gerektiği ve sadece görünür olanın ötesine geçmesi gerektiği yönündedir. Onun gözünde gerçek sanat, figürlerin sadece birer kopya değil, yaşanmış duyguların ve düşüncelerin ifadesi olmalıdır.
Frenhofer’in arkadaşına yaptığı tenkit de bu yüzden önemlidir:
“Ressam da, şair de, heykelci de sonucu nedenden ayırmamalıdır, bunlar ayrılması olanaksız biçimde iç içe geçmiştir. İşte gerçek savaşım da buradadır. Birçok ressam sanatın bu konusunu bilmeden işi sezgisel olarak başarır. Bir kadın resmi çiziyorsunuz, ama göremiyorsunuz onu! Yok, doğanın gizini böyle zorlayarak elde etmeyi başaramazsınız. Ustanızın atölyesinde kopya etmiş olduğunuz modeli, eliniz siz hiç farkında olmadan çizer. Biçimin derinliğine yeterince inmiyorsunuz, kıvrımlarını ve kaçış noktalarını yeterince sevgiyle ve sebatla izlemiyorsunuz. Güzellik bu yolla kendini vermeyen ciddi ve güç bir şeydir, kendini vermesi için insanın saatlerce onun zamanını kollaması, onu dikkatle izlemesi, bağrına basması, sıkıca sarıp sarmalaması gerekir. Biçimse mitolojideki Proteus'tan çok daha ele geçmez ve çok daha doğurgan bir Proteus'tur, onu ancak uzun mücadelelerden sonra gerçek görünümü altında kendisini göstermeye zorlayabilirsiniz; oysa sizler, onun size verdiği ilk görünüşüyle, ya da olsa olsa ikinci veya üçüncü görünüşüyle yetiniyorsunuz; zafer kazanmış savaşçılar böyle davranmaz!”
Maitre Frenhofer
Hikâyenin bir diğer boyutuna geçtiğimiz zaman, mesele biraz daha derinleşmeye başlar.
Hikâyenin baş karakteri olan Frenhofer, on yıllarca üzerinde çalıştığı bir şaheser meydana getirdiğine inanan yaşlı bir sanatçıdır. Bu şaheser, bir kadın olan Catherine Lescault'ın portresidir ve Frenhofer, kadının resmini o kadar gerçekçi bir şekilde çizer ki, resmin tablodan dışarı çıkıp izleyicilerin arasına karışacak derecede canlı olduğunu söyler.
Yani Frenhofer’ın amacı, öylesine gerçek bir portre meydana getirmektir ki, izleyici resme değil kadının kendisine bakıyormuş gibi hissedecektir. Ancak nihayetinde, Poussin ve Pourbus’un karşısına çıktığında, sonuç hayal kırıklığıdır. Çünkü Frenhofer'in tuvali, belirsiz çizgiler ve renk lekeleriyle doludur, "ölü bir boya duvarı" gibidir. Ancak daha yakından baktıklarında, bir kadının ayak parmaklarının bu kaotik tuvalden çıktığını görürler.
Poussin şaşkınlıkla şu yorumu yapar:
“Sadece karışık renk kümeleri ve fantastik çizgilerden oluşan ölü bir boya duvarı görüyorum!”
Bu örnek, Frenhofer’ın gerçeklikten ne kadar uzaklaştığını ve tablonun artık izleyici için anlamını yitirdiğini gösterir. Bu noktada, eserin amacını sorgulayan başka bir karakter olan Pourbus’un tavrını da inceleyebiliriz. Pourbus, Frenhofer’a duyduğu saygıya rağmen, kendi sanatıyla daha ölçülü ve gerçekçi bir ilişki kurar. Pourbus, Frenhofer'ın sanatı aşma çabasına saygı gösterse de, kendisi için bu tür bir mükemmeliyet arayışının mümkün olmadığını düşünür.
Bu durum, Pourbus’un şu yorumunda açıkça görülür: “Resmin amacı sadece gerçekliği doğru bir şekilde yansıtmak değil mi? Neden bu kadar fazla şey arıyorsun?” Pourbus, sanatı daha somut bir ifade olarak görürken, Frenhofer sanatı sonsuz bir arayış ve keşif olarak değerlendirir. Bu iki karakter arasındaki fark, Balzac’ın öyküsünün derinliğini artıran temel çatışmalardan biridir.
Frenhofer'in sanatı, gerçeklik ile sanat arasındaki sınırsız bir arayışa dönüşmüştür. Pourbus’un aksine Frenhofer, tekniği unutmuş ve güzelliğin seyrine takılı kalmıştır. Adeta sanatının özü olan gerçekliği ve insanı kaybetmiştir. Bir bakıma Frenhofer, Catherine Lescault'un resmini mükemmelleştirmeye çalışırken, resmin somut gerçekliğini ve güzelliğini yok etmiştir.
“Sanatın amacı doğayı kopyalamak değil, onu ifade etmektir. Siz kölece kopyacı değilsiniz, bir şairsiniz!”
Bu cümle, Frenhofer'ın sanatını yalnızca bir yansıma değil, varoluşun özüne inen bir arayış olarak gördüğünü ortaya koyar. Bu noktada Frenhofer, sanatın sadece teknik bir beceriden ibaret olmadığını gösterir; bir sanatçı tabiatın ötesine geçmeli ve ona ruh katmalıdır. Fakat hikâyenin sonunda gördüğümüz üzere, bu mükemmellik arayışı onu gerçeklikten koparır ve trajik bir sona sürükler.
Nicolas Poussin
Nicolas Poussin ise genç ve tutkulu bir sanatçı olarak resmin ardındaki dehayı görmek istemektedir. Başlangıçta, Frenhofer’un başarısına inanan ve bu sanatın ne kadar derin olduğunu anlamak isteyen Poussin, Frenhofer’ın tablosunu görünce büyük bir hayal kırıklığı yaşar. İlk başta, tablodan sadece bir kadının kusursuz bir ayağını seçebilmesi, Poussin'in gerçeklik ile sanatın karmaşıklığı arasındaki farkı görmesine sebep olur. Poussin’in, Frenhofer’ın çıplak gerçeği aşma arzusuna duyduğu hayranlık şu cümlede vücut bulur: “Az sonra bu resimdeki kadını sadece görmeyeceğiz; onun nefesini, ruhunu hissedeceğiz.” Genç sanatçı Frenhofer’ın çabasının tam bir başarısızlıkla sonuçlandığını düşünür.
Gillette’in hikâyedeki rolü, Poussin’in aşkı ve sanat arasındaki ruhî çatışmasını açığa çıkarır. Gillette, Frenhofer’in ilham perisi olurken, Poussin için bir seçim yapmak zorunda kalır. Poussin’in sanata duyduğu aşırı tutkuyla Gillette’i Frenhofer’a sunması, kadının kendisini bir nesneye indirgenmiş hissetmesine yol açar. Gillette bu duruma şöyle tepki verir: “Aşk bir gizemdir; kalbin derinliklerinde saklı kalmadığı sürece yaşayamaz. Sevdiğin kadını başkalarına gösterdiğinde, aşkın sonu gelir.” Gillette’in bu sözleri, aşkın nesnelleştirildiğinde veya sanat uğruna feda edildiğinde yok olacağına dair önemli bir uyarıdır.
Sonuç olarak
Balzac’ın "Bilinmeyen Şaheser"i yazma gayesi, sanatın doğasına dair bir felsefi tartışma açmaktır. Balzac, Frenhofer karakteri üzerinden sanatçının kendisiyle ve eserleriyle olan bağını sorgular; bir yandan sanatçıların yaratıcılıklarının sınırlarını zorlarken diğer yandan bu süreçte güzelliğin sonu gelmez sırrı karşısında sanatçının deliliğe sürüklenme tehlikesine dikkat çeker. Romanda geçen hadiseler, sanatçının eseri meydana getirirkenki sürecinin sınırları ile insanın doğasına olan hayranlığının çelişkili bir şekilde nasıl çarpıştığını gösteren bir alegoridir adeta. Yani, Frenhofer karakteri, sanatçıların kendi eserleriyle kurdukları yoğun ve duygusal bağın trajik sonuçlarını temsil ediyor olsa da sanatın doğasına dair “Sanat gerçeği mi temsil etmeli, yoksa sanatın amacı bu gerçeği aşmak mı olmalıdır?” sorusu Frenhofer’i haklı çıkarır mahiyettedir.
Balzac’ın bu eseri yazarken amaçladığı bir diğer önemli nokta ise sanatçı ve eser arasındaki ilişkiyi sorgulamaktır. Frenhofer, on yıllık bir sürecin sonunda meydana getirdiği şaheserin mükemmelliğine olan inancını yitirdiğinde, sanatçının eseri üzerindeki kontrolünü kaybedebileceğini ve sanatın nihai sonucunun izleyici tarafından nasıl algılandığının önemini vurgular. Bu bağlamda, Balzac sanatın izleyici ile olan etkileşimini ve sanatçının bu etkileşimden ne ölçüde etkilendiğini göstermeye çalışır. Poussin ve Pourbus karakterleri, sanatçıların eseri değerlendiren bir dış göz tarafından nasıl etkilenebileceğini gösterir. Frenhofer, izleyicilerin (Poussin ve Pourbus) tepkileriyle yıkıma uğrar ve bu yıkım, onun sanatının gerçek anlamını kaybetmesine sebep olur.
Kısacası Frenhofer bir portreye ruh verir, ancak en iyi ressamlar tarafından bile bu ruhun görülmemesi karşısında yalnız kalır. On yıllarca üzerinde çalıştığı eserinin, kendisi dışında bir hiç olduğunun farkına varır. Teknikten ziyade bir anlam inşa ettiği resmin gerçekliği bir anda yok olur. Güzelliğin sırrını yakaladığı şeyleri tabloya aktaramamanın ne kadar zor olduğunu anlatamamanın ıstırabını duyar ve şaheserle yani gerçek bir eserle birlikte kendisi de yok olur.
Aylık Baran Dergisi 33. sayı, Kasım 2024