Modern çağ, insanı gerçekle sahtenin birbirine karıştığı, her şeyin saydamlaştığı ve ferdin tek tipleştiği bir girdaba hapsetti. Bu çağda çocuklar artık masumiyet dolu bir dünyaya gözlerini açmıyor. Aksine, hastalıklı bir toplumun kucağında, bulanıklaşmış bir gerçeklik algısıyla büyüyor ve gelişiyorlar. Sürekli tüketmek, hızlı yaşamak, yönlendirilmek, başarılı olmak, çalışmak ve statü peşinde koşmak zorunda bırakılıyorlar.

Özellikle Batı kaynaklı kişisel gelişim furyası, "başarılı olmalısın", "hırslı olmalısın", "birinci olmalısın", "her şeye sahip olmalısın" gibi dayatmalarıyla insanı bencil bir hırs küpüne dönüştürüyor. Bu durum, fertlerin sadece kendilerini düşünerek yaşadığı, toplumsal dayanışma ve yardımlaşma gibi değerlerden uzaklaştığı bir yaşam biçimini beraberinde getiriyor.

Dini ve maneviyatı reddeden, ancak fıtratının gereği olarak sekülerliğin içerisinde modern ritüellerde anlam arayan, ahlak ve kuralları reklamların dayattığı yapay imgelerle özdeşleştiren bu yeni insan tipi, Jean Baudrillard'ın "Tüketim Toplumu" ile Byung-Chul Han'ın "Yorgunluk Toplumu" kavramları arasında sıkışıp kalmış durumda.

Bir yandan tüketim toplumunun manipülasyon çarkında savrulurken, diğer yandan da yorgunluk toplumunun performans ve üretkenlik baskısı altında eziliyor. Bu noktada, Byung-Chul Han'ın "Yorgunluk Toplumu" eseri, günümüz insanının içinde bulunduğu ruhî çöküntüyü anlamak adına önemli bir mercek sunuyor. Bizler de insanın bu vaziyetini “Yorgunluk Toplumu” eserinden göstermeye çalışacağız ve günümüz insan tipini bu eser üzerinden okuyacağız.

Byung-Chul Han, “Yorgunluk Toplumu” isimli eserinde, hız kültürüne göre yaşayan günümüz modern insanının psikolojik ve toplumsal sorunlarını ele alıyor. Kitapta negatifliğin reddedildiği, her şeyin pozitifleştirildiği ve performansa indirgendiği bir dünyada fertlerin yaşadığı yorgunluğa, tükenmişliğe ve depresyona dikkat çekiyor.

Han, Foucault'nun “disiplin toplumu” kavramını aşarak, günümüzde fertlerin dışarıdan bir baskı olmaksızın kendini sürekli olarak optimize etmeye, performansını artırmaya zorlandığı bir performans toplumu haline geldiğini dile getiriyor.

Günümüz toplumunda şiddet, dış düşmandan ziyade, sistemin kendisinden, sürekli daha fazla performans beklentisinden kaynaklanıyor. Bu da depresyon, tükenmişlik sendromu, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu gibi "immünolojik olmayan" hastalıklara yol açıyor.

Han’a göre performans toplumu, derin düşünceyi, tefekkürü ve odaklanmayı engelliyor. Fertler sürekli olarak bir şeylerle meşgul olmak, bir yerlere yetişmek zorunda hissederek hiperaktif bir yaşam tarzına sürükleniyor. Günümüzde insan hayatı anlamından ve değerinden kopartılarak çıplak bir biyolojik fonksiyona indirgeniyor. Fertler sürekli olarak çalışmak ve üretmek zorunda olan "animal laborans"a dönüşüyor. Ancak bu "hayvan" aynı zamanda mutlak olarak öldürülemezdir, çünkü sistemin işleyişi için vazgeçilmez bir parça haline geliyor.

Han, kitapta yorgunluğun iki farklı biçimini ele alıyor. Birincisi, performans toplumunun oluşturduğu, fertleri yalnızlaştıran, dilsizleştiren ve tüketen "bölücü yorgunluk"tur. İkincisi ise, ben'i dünyaya açan, başkalarıyla ve nesnelerle yeni bir ilişki kurmayı sağlayan, Handke'nin "kökten yorgunluk" olarak adlandırdığı yorgunluk biçimidir.

Modern dünyanın insanı hapsettiği bu kapalılık hali için Han, günümüz toplumunda kaybolmakta olan derin dikkat, tefekkür ve yavaşlık gibi değerlere yeniden sahip çıkılması gerektiğini söylüyor.

Bölüm bölüm bu meseleleri açalım:

Öfke Şiddeti

Byung-Chul Han, bu bölümde, günümüz performans toplumunda şiddetin aldığı yeni biçimi ele alıyor ve bunu "sinirsel şiddet" olarak adlandırıyor. Bu şiddet türü, dış düşmandan ziyade sistemin kendi iç dinamiklerinden, sürekli performans ve olumlama baskısından kaynaklanıyor.

Han, negatif ve pozitif kavramlarını, şiddetin kaynağını ve işleyiş biçimini açıklamak için kullanıyor. Ona göre negatif şiddet, geçmişte daha yaygın olan, açıkça tanımlanabilen bir şiddettir. Bu şiddet türü, bağışıklık sistemi benzetmesiyle açıklanabilir: Vücut, dışarıdan gelen bir tehdit (virüs, bakteri) algıladığında ona karşı bir savunma mekanizması geliştirir. Benzer şekilde, toplumlar da dış tehditlere (savaş, düşman saldırısı) karşı birleşerek tepki verirler. Negatif şiddet dışlayıcıdır, "öteki"ni yok etmeye yöneliktir. Han buna da “Geçtiğimiz yüzyıl bir bağışıklık çağıdır. İç ile dış, dost ile düşman veya kendi ile yabancının açık seçik ayrımlarla ele alındığı bir çağdır. (...) Her ne ki yabancıysa geri püskürtülecektir.” cümlesiyle örneklendiyor.

Han’a göre pozitif şiddet ise günümüz performans toplumunda hâkim olan, sistemin kendi iç dinamiklerinden, sürekli olumlama ve aşırı performans beklentisinden kaynaklanan şiddettir. Bu şiddet türünde dış düşman yoktur; düşman, sistemin kendisi ve onun talepleridir. Fertler, sürekli olarak kendilerini aşmaya, daha fazla üretmeye, daha verimli olmaya zorlanırlar. Bu da tükenmişliğe, depresyona, dikkat dağınıklığına ve diğer psikolojik sorunlara yol açıyor. Bu sebepten pozitif şiddet kapsayıcıdır, her şeyi aynılaştırmaya, farklılıklara tahammülsüzlüğe yol açıyor.

Han, pozitif şiddet kavramını açıklarken Baudrillard'ın "aynının şiddeti" düşüncesine atıf yapıyor. Baudrillard'a göre, günümüzde iletişim, bilgi ve tüketim ağlarının aşırı doygunluğu, her şeyin birbirine benzemesine ve anlamsızlaşmasına yol açıyor. Bu da, bir tür "viral şiddet" oluşturuyor ve fertlerin benliklerini aşındırıyor. Han da bu fikri benimsiyor ve pozitif şiddetin, aşırı performans ve rekabet baskısıyla fertleri tükettiğini, onlarda bir tür "içkin terör" oluşturduğunu savunuyor.

Han'a göre sinirsel şiddet, görünür bir düşman veya baskı mekanizması olmadan işliyor. Fertler, özgür iradeleriyle sistemin taleplerine boyun eğiyorlar ve kendi kendilerini sömürüyorlar.

Han bunun için, panoptikon hapishanesi örneğini veriyor: Mahkumlar, sürekli gözetim altında olduklarını bildikleri için gardiyana ihtiyaç duymadan kendilerini denetlerler. Benzer şekilde, performans toplumu da fertlerde sürekli bir yetersizlik ve daha iyisini yapma baskısı oluşturarak onları kendi kendilerinin gözetmeni haline getiriyor.

Disiplin Toplumu

Bu bölümde Han, Michel Foucault'nun "disiplin toplumu" kavramını ele alarak, günümüz toplumunun bu kavramı aştığını ve yeni bir aşamaya geçtiğini anlatıyor. Bu yeni aşamayı ise "performans toplumu" olarak adlandırıyor.

Han, Foucault'nun "disiplin toplumu" kavramını, modern toplumların fertler üzerinde nasıl bir kontrol ve düzenleme mekanizması kurduğunu açıklamak için kullanışlı bir araç olarak görüyor ve şöyle diyor: “Günümüz toplumu artık Foucault'nun bahsettiği hastaneler, tımarhaneler, hapishaneler, kışlalar ve fabrikalardan oluşan bir disiplin toplumu değil.”

Foucault'ya göre, 18. yüzyıldan itibaren hastaneler, okullar, hapishaneler ve fabrikalar gibi kurumlar, fertleri disipline etmek, itaatkâr kılmak ve verimliliklerini artırmak için birer araç olarak kullanılmıştır. Bu kurumlarda bedenlere belirli normlar dayatılmış, hareketleri kontrol altına alınmış ve sürekli bir gözetim altında tutulmuştur. Han, günümüz toplumunun, Foucault'nun "disiplin toplumu" kavramının ötesine geçtiğini ve yeni bir aşamaya evrildiğini savunuyor. Ve “Bunların yerini çoktan beridir fitness salonları, bürolardan oluşan gökdelenler, bankalar, havaalanları, alışveriş merkezleri ve gen laboratuvarları aldı. 21. yüzyıl toplumu artık bir disiplin toplumu değil, performans toplumudur.” diyor.

Han'a göre, günümüzde baskı ve kontrol mekanizmaları artık dış ve görünür değil, aksine içselleştirilmiş ve kendi kendini besleyen bir yapıya bürünmüştür. Fertler, artık dış bir otorite tarafından değil, kendi içlerindeki başarı, mükemmeliyetçilik ve rekabet dürtüsü tarafından motive ediliyor.

Bu sorunlar arasında; sürekli daha iyisini yapma zorunluluğundan kaynaklanan tükenmişlik sendromu, her şeyin performansa indirgenmesinden kaynaklanan anlamsızlık ve depresyon, sürekli rekabet ortamının oluşturduğu yalnızlaşma ve fertlerin sistemin talepleri doğrultusunda yaşarken aslında özgür olmadıklarını ortaya koyuyor.

Derin Sıkıntı

Bu bölümde, günümüz performans toplumunda fertlerin derinlemesine odaklanma, tefekkür ve ruhsal halini deneyimleme olanaklarının giderek azaldığına dikkat çekiyor. Han, bu durumu ise "derin sıkıntının kaybı" olarak adlandırıyor.

Han'a göre derin sıkıntı halinde, fertler dış dünyanın sürekli uyarı bombardımanından uzaklaşarak kendi iç dünyalarına yönelirler. Bu da yeni düşüncelerin, duyguların ve bakış açılarının ortaya çıkmasını sağlıyor.

Han, derin sıkıntının önemini vurgularken, Antik Yunan felsefesinden gelen "vita contemplativa" kavramını kullanıyor. Vita contemplativa (tefekkür hayatı), dünyanın karmaşasından uzaklaşarak düşünceye, tefekküre ve bilgi arayışına adanmış bir hayat biçimidir. Bu hayat biçimi, Antik Yunan'da, özellikle Aristoteles ve Platon gibi filozoflar tarafından yüceltilmiştir. Günümüz performans toplumunda ise "vita activa" (aktif yaşam) hakimdir. Bu ise sürekli hareket halinde olma, üretme, başarma ve tüketmeye odaklı bir hayat biçimidir.

Han, günümüzde vita activa'nın aşırıya kaçtığını ve bunun fertleri tükettiğini söylüyor. Derin düşünce, dinginlik ve tefekkür gibi değerler göz ardı edilerek, her şey hız, verimlilik ve performans odaklı bir anlayışla ele alındığını aktarıyor. Han'a göre performans toplumu, derin dikkatin yerini "hiper-dikkat" ile değiştirmiştir. Hiper-dikkat, sürekli olarak birden fazla işle ilgilenmeyi, hızlıca karar vermeyi ve sürekli olarak uyarılara maruz kalmayı gerektirir. Bu durum, odaklanma, derinlemesine düşünme ve anlamlı bağlantılar kurma yeteneğimizi zayıflatıyor.

Günümüz toplumları ise hiper-dikkat içinde hislerini kaybediyor, her şeye yetişme problemi sebebiyle yarım oluşlara gebe oluyor. Tefekkür etmeyi, kendisiyle yüzleşmeyi, beklemeyi, düşünmeyi, sabretmeyi unutuyor.

Vita Activa

Bu bölümde Han, Hannah Arendt'in bir eserine eleştirel bir bakış açısı sunarak, günümüz performans toplumunun eylem anlayışını sorguluyor. Arendt'in aksine, Han, eylemin her zaman özgürleştirici bir potansiyel taşımadığını, aksine aşırıya kaçtığında fertleri tüketen bir hırsa dönüşebileceğini söylüyor. Han'a göre, günümüzde fertler sürekli olarak bir şeylerle meşgul olma, üretme, paylaşma ve görünür olma baskısı altındadır. Sosyal medya, rekabetçi iş ortamı ve tüketim kültürü, fertleri sürekli bir eylem halinde tutarak onlarda bir tür "eylem bağımlılığı" oluşturuyor.

Han, aşırı aktifliğin fertleri gerçek anlamda eylemden, yani düşünerek, sorgulayarak ve başkalarıyla anlamlı bağlar kurarak dünyada var olmaktan uzaklaştırdığını belirtiyor. Bu sebepten sürekli hareket halinde olan fert, etrafında olup biteni fark etmez, derinlemesine düşünmeye ve sorgulamaya zaman bulamaz. Bu da, fertlerin sistemin pasif birer parçası haline gelmesine yol açıyor. Bu vaziyet bir aksiyon değil bilakis aksiyonu yok edici bir eylem sarhoşluğudur.

Han, bu insan tipi için “Animal laborans” kavramını kullanıyor. “Animal laborans” Latincede "çalışan hayvan" anlamına gelir ve Hannah Arendt'in "İnsanlık Durumu" adlı eserinde ortaya attığı bir kavramdır. Arendt, bu kavramla, modern toplumda insan varoluşunun indirgendiği biçimi, yani hayatın tek amacının çalışma ve üretme haline gelmesini eleştiriyor. Animal laborans sürekli yemek ve hayatta kalmak için sürekli çalışmak zorundadır. Yaptığı işler genellikle rutin, monoton ve eser vermekten uzaktır. Ürettiği şeyleri tüketmek ve daha sonra tekrar üretmek için çalışmaya devam eder. Çalışması genellikle bireyseldir ve diğer insanlarla anlamlı bağlar kurmasını engeller.

Modern çağ da insandan bunu istiyor: Sürekli çalışmak, tüketmek, sorgulamamak, düşünmemek, hazmedilmemiş bilgi yığınları içinde ezbere dayalı bir hayat yaşamak. Bu hal, onu insan fıtratına ait olgulara hiçbir şekilde götürmüyor, ruhunu harekete geçirici vasıtaları yok ediyor ve sürekli iştihalarını kabartıcı araçlarla boğuyor.

Bakmanın Pedagojisi

Bu bölümde, günümüz performans toplumunda hızlanan ve sathîleşen insanın vaziyeti ele alınıyor. Han, sürekli uyarana maruz kaldığımız ve hızlı tüketime yöneldiğimiz bu çağda, derinlemesine bakma, düşünme ve anlamlandırma yetilerimizin köreldiğini belirtiyor.

Sosyal medya, hızlı görsel akışı ve sürekli bilgi bombardımanı, odaklanma, derinlemesine bakma ve düşünme yetilerimizi törpülüyor. Bu durum, fertlerin dünyayı ve kendilerini yüzeysel bir şekilde algılamalarına, gerçek anlamlı bağlar kuramamalarına yol açıyor.

Han, Nietzsche'nin "Putların Alacakaranlığı" adlı eserinde ele aldığı üç temel eğitim unsuruna kitapta da değiniyor: Bakmak, düşünmek ve konuşmak. Nietzsche'ye göre bu üç unsur, insanın "yüksek kültüre" ulaşabilmesi için elzem. Han'a göre, derinlemesine bakmak, sadece görmenin ötesine geçerek, gözlem yapmayı, düşünmeyi ve anlamlandırmayı da içeriyor. Bu süreç, zaman, sabır ve dinginlik gerektirir. Ancak bu şekilde, yüzeyselliğin ötesine geçerek, nesnelerin, olayların ve ilişkilerin özüne nüfuz edilebilir. Han, günümüz toplumunda fertlerin sürekli olarak tepkisel bir biçimde hareket ettiğini, düşünmeden ve sorgulamadan dış dünyanın dayattığı hızla hareket ettiğini belirtiyor.

Bartleby Vakası

Bu bölümde Han, Herman Melville'in bir romanını mercek altına alarak, modern çalışma yaşamının meydana getirdiği yabancılaşma, anlamsızlık ve tükenmişlik olgularına dikkat çekiyor. Han, Melville'in ürettiği "Bartleby" karakterini, performans toplumunun taleplerine karşı pasif bir direnişin simgesi olarak yorumluyor. Han, Melville'in bu eserini, modern çalışma yaşamının oluşturduğu ruhî ve içtimai sorunları ele almak için kullanışlı bir araç olarak görüyor. Han, hikâyenin geçtiği mekân olan Wall Street'i, disiplin toplumunun ve kapitalist sistemin baskıcı ve ruhsuz yapısını simgeleyen bir mekan olarak yorumluyor.

Wall Street, finans dünyasının kalbinde yer alan, rekabetin, verimliliğin ve başarı hırsının hüküm sürdüğü bir yerdir. Bu ortamda fertler, sistemin dişlileri arasında sıkışıp kalmış, kendi varoluşlarından ve özlemlerinden kopmuş birer "yazı işçisi"ne dönüşürler. Bartleby karakteri, Han'a göre, modern çalışma hayatının oluşturduğu anlamsızlık ve tükenmişliğe karşı pasif bir direniş sergiler. Bartleby, sistemin dayattığı işleyişe, anlamsız taleplere ve sürekli performans baskısına karşı, "yapmamayı tercih ederim" diyerek tepki gösterir. Onun bu pasif direnişi, sistemin sınırlarını zorlayan, normlarını sorgulayan bir başkaldırıdır.

Han, Bartleby'nin direnişini, sadece modern çalışma yaşamına değil, aynı zamanda insan varoluşunun anlam arayışına da bağlar. Bartleby, sistemin onu indirgediği "animal laborans" (çalışan hayvan) rolünü reddederek, varoluşunun anlamını sorgulamaya başlar.

Han bu bölümde Melville'in pasif direnişçi karakterini açıklarken, Kafka'nın "Açlık Sanatçısı" öyküsündeki figürü karşılaştırmalı olarak ele alıyor ve iki farklı direniş biçimini karşılaştırıyor. Kafka'nın Açlık Sanatçısı, gösterişli bir şekilde aç kalarak toplumun alakasını çekmeye ve bir anlamda sisteme meydan okumaya çalışır. Ancak onun bu eylemi, toplumun ona biçtiği "farklı" ve "ilginç" insan rolünü pekiştirmekten öteye geçemez. Sonunda da unutulup gider. Açlık sanatçısı, toplumun beklentilerini karşılamaya çalışırken tükenen, sonunda da kendi eyleminin anlamsızlığı içinde kaybolan bir figürdür.

Yorgunluk Toplumu

Kitabın son bölümünde Han, analizlerinin odağını oluşturan “yorgunluk toplumu” kavramını ele alıyor. Han’a göre, sürekli hareket halinde olma, performans ve başarı odaklı hayat biçimi, fertleri derin bir yorgunluğa, hatta tükenmişliğe sürüklüyor. Bu durum, sadece ferdin sorunu değil, aynı zamanda toplumsal bağları zayıflatan, anlamsızlık ve depresyonu yaygınlaştıran bir tehdit oluşturuyor.

Han, günümüz toplumunu “aktiflik toplumu” olarak tanımlıyor. Bu toplumda fertler, sürekli olarak bir şeylerle meşgul olma, üretme, tüketme ve kendilerini sergileme baskısı altındadır. Sosyal medya, rekabetçi iş ortamı ve tüketim çılgınlığı, aktiflik toplumunun temel dinamiklerini oluşturur. Ancak bu sürekli hareket hali, fertleri dinlenmeye, tefekküre ve kendi iç dünyalarına dönmeye fırsat tanımaz. Sonuç olarak, fertler; kronik yorgunluk, tükenmişlik sendromu, depresyon, anksiyete, dikkat eksikliği gibi sorunlarla boğuşmaya başlıyor.

Han, aktiflik toplumunun meydana getirdiği yıkıcı yorgunluğa karşı bir alternatif sunmak için Avusturyalı yazar Peter Handke'nin "Yorgunluk Üzerine Deneme" adlı eserinden faydalanıyor. Özellikle Handke'nin "kökten yorgunluk" kavramını öne çıkarıyor. Handke’ye göre, “kökten yorgunluk”, benliği dünyaya açan, başkalarıyla ve nesnelerle yeni bir ilişki kurmayı sağlayan bir yorgunluk biçimidir. Bu, aktiflik toplumunun dayattığı bencil, hırslı ve rekabetçi hayat tarzına karşı bir başkaldırıdır.

Han, Handke'den aldığı ilhamla, aktiflik toplumunun oluşturduğu tükenmişlikten kurtulmanın yolunun, yavaşlamaktan, derinleşmekten ve gerçek anlamda dinlenmekten geçtiğini söylüyor. Bu, dijital dünyanın hızından ve yüzeyselliğinden uzaklaşarak, tabiatla baş başa kalmak, sanata yönelmek, anlamlı ilişkiler kurmak, ruhî ihtiyaçlarını gidermek için manevi sahalara yönelmek ve kendi iç sesimize kulak vermek anlamına geliyor. Modern çağın insanının da en büyük problemi burada yatıyor.

Aylık Baran Dergisi 30. Sayı, Ağustos 2024