Kendini kitaplara adamış, araştırmalarla ömrünü geçirmiş bir bilim adamı. O kanmayan, doymayan biri. Bu özelliğinden dolayı, kitap aşkı ve araştırma gayreti evlenmesine bile engel teşkil etmiş. Yazdığı ilk eser ahlâk üzerine. Ahlâk fikrin içine işlemiş, işletici değer. Daha sonra yazdığı “Ulusların Zenginliği” ise ahlâk ile alâkalı eseri üzerine bina edilmiş. Yüzyılları etkileyen, kendinden sonra gelen birçok fikir adamına ilham kaynağı olmuş veya kendinden sonra gelen fikir adamlarının dikkatle inceleyip hüküm vermek zorunda kaldığı bir eser…
Adam Smith, iktisat biliminin kurucusu olarak bugün bile sosyal bilim dünyasının en çok tartışılan figürlerinden biri. Tabiri caizse liberal iktisadın ve özgürlük anlayışının iktisadî âlemde parlayan Kutup Yıldız’ı. Adam Smith politik iktisadın kurucu babası veya iktisadî düşünce tarihinin başlangıç noktası değil. Erdem, ahlâk, politik iktisat ve hukuku uyumlu bir bütünlük içinde birleştirmeyi başaran bir sistem kurucusu gibidir.
Çağının iktisatçıları ve felsefecilerinden daha derin olmamasına rağmen, asırlardır süregelen tartışmalara kendi çağının ruhuna da uygun olan cevapları, hiçbir toplumsal gerginliğe neden olmadan ve hiçbir sınıfsal çatışmayı öne çıkarmadan sessiz sedasız verebilmeyi başarmıştır Smith.
“Tanrı’nın sessizce tahtına gönderilmesi”, Hristiyanlığın lanetlediği kişisel çıkarı izleme dürtüsünün toplumla uyumlu bir şekilde sistemin temel çalışma yöntemi haline dönüştürülüvermesi, aydınlanmanın dikte ettiği bireyci rasyonalizmin, zengin olma dürtüsünün ve insanın her türlü dogmadan kurtularak özgür olma isteğinin meşrulaştırılması hep Adam Smith’in sunmaya çalıştığı sistemin temel unsurları olarak takdim edilmiştir.
Adam Smith, merkantilist sistemin para ve refahı eşitleyen, maden biriktirerek zenginliğin olacağını iddia eden ve bu nedenle ithalatın yasaklanması ile refahın korunması gerektiğini ileri süren argümanlara eleştirel yaklaşarak para ve refahın aynı şey olmadığını ileri sürdü. Adam Smith’in hem uluslararası iktisat, hem de mikro ekonomik doktrine dâhil ettiği emek-değer teorisi, piyasa denge fiyatı, tam rekabet piyasası ve bu piyasanın koşulları gibi kavramlar vardı. Üstelik mikroekonomiye yönelik bilgiler kullanılmaksızın, uluslararası ekonomilerdeki dış ticaret hareketlerinin, kapalı-açık ekonomiye refah etkisini, dış ticaretin (ihracat ve ithalat) tamamlayıcı kriterlerini tespit etmek mümkün değildi. Bu bakış açısından verilen kavram ve düşünceler Smith tarafından uluslararası iktisata dâhil edilmişti. Adam Smith, kurduğu ekonomik sistemde vurgu yaptığı unsurlarla, liberal iktisat bakış açısının felsefî ve kavramsal nitelikteki kaldırım taşlarını döşeyecek bir etkide bulunmuştu. Bu unsurlar ile Smith, toplumların ekonomik etkinlik, ekonomik büyüme ve gelir bölüşümü gibi temel problemlerinin piyasa mekanizması içinde, özgürlük ile devletin ekonomiye müdahale etmemesi ile çözüleceği inancını taşıyordu. Fiyatların, ücretlerin ve kârların oluşumunda ortaya konulan kendiliğinden dengeye giden sistem analizindeki maymuncuk anahtarı ise rekabet ve fazlalıkları kendi kendine dengeye getiren süreçti.
Adam Smith sempati aracılığı ile motive ettiği ekonomik insanı, aristokrasinin uyuşukluğunun aksine ötekileştirilmiş sınıflar içinden çıkardı, ona yeni bir statü ve özgürlük verdi. Çünkü Smith, rekabetçi davranışları toplumun kültürel ilerlemesinin gerekliliği olarak görmüştü. Smith, özgür ekonomik davranışı doğal bir hak saymak yoluyla, bireyciliğe yeni bir vurgu yapmıştı. Smith’e göre insan, kendi çıkarını aramada özgür olmalıydı, çünkü insanlar acımasız tabiatın ve hatasız devletin elindeki oyuncaklar değildi.
Das Smith Problemi ve Adam Smith Dünyasına Tenkid
Adam Smith ve sonrakilerin ardından dünyaya hâkim olan iktisadî anlayış, insanın ve devletin üretip tükettikçe var olduğu düşüncesidir. İnsanlığın ilk tarihlerinden itibaren şöyle veya böyle insanoğlu canlı kalma iradesi ile üretim ve tüketim içinde bulunmuştur. Fakat bu üretim ve tüketim ilişkisi devletlerin ve toplumun nihai gayesi olmamıştır. Üretim ve tüketim toplumunun getirdiği nokta gösteriş şehvetini de ortaya sermiştir. “Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar.” atasözünün çerçevesinde düşünürsek bu durum zengin ve fakir arasındaki gönül bağını koparmış, kitleleri isyan noktasında mutsuz hale getirmiştir.
“Demokrasi ve liberalizmden, Birleşmiş Milletler Teşkilatı ve Ortak Pazar’ına kadar; fikir ve kuruluşlar planında iç içe bir yumak olarak şekillendirilen Yeni Dünya Düzeni, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’nın birbirleriyle rekabet ortamı içinde de olsa bizim gibi ülkelere biçtikleri parya statüsünde müşterek, bir hegemonya sistemidir!”
Dünyaya hâkim kılınmak istenen sistem ve bunun içinde bizim ülkemizin durumu da dâhil yukarıda verdiğimiz bu tespit, “uluslararası serbest piyasa ekonomisinin faziletlerini” yüceleyen, Batı sistemini gönüllü ilahlaştıran ekonomistlerce estirilmektedir. Hemen belirtelim ki, ne komünizmin çöküşü vahşi kapitalizmin makullüğünü ispatlıyor, ne de vahşi kapitalizmin serbest rekabet ve “sermaye ve mülkiyette sınırsız serbestlik hakkı” vicdan ehlinin kabul edebileceği bir şeydir. Günümüz dünyasında şirketokrasi kavramı ortaya çıkmış, dünyanın birçok devletinden çok daha güçlü işletmeler, ülkeleri ağ gibi sararak, siyaset ve ekonomiye düzen vererek, içerde ve dışarda sömürü sistemini kurmuştur. Devlet aygıtı, bunlar için halktan kopuk sistemdir
Uzun uzun tahliller bir yana, kapitalizm ve liberalizmin hedeflediği ve gerçekleştirdiği tüketim toplumu faziletli insana aykırıdır. “Yunan aklı, Roma nizamı ve Hristiyan ahlâkı” olarak bir formüle başvuralım, daha iyi izah olsun: Roma İmparatorluğu’nun çöküş döneminde sefahat âlemleri vardı. Hazcılığın cinnete vardığı bu devirde, yediklerini kusan, kustuklarının yerine yeniden yiyen, bu işi takati miktarınca yapan tüketim ve hazcılık çılgınlığı vardı. Bu misal, kapitalizmin hedeflediği toplum yapısının-insanın psikolojik ve sosyolojik kökenine dair ipucu vermektedir. Ve dünyaya domuzlar gibi ne varsa silip süpürmeye gelmiş gibi gözüken bu insan tipinin, bizim açımızdan idealize edilir hiçbir yanı yoktur. Yıllar önce okuduğum bir haberde “Amerikan toplumundaki insanlar zayıflamak için şu kadar para veriyor.” ifadesine rastlamıştım. Yerken para harca, zayıflarken de para harca… Aciz tutkularının esiri olmuş insan ne kadar tezatlı ve acınası dramatik bir varlık…
Fatih Sultan Mehmet, tebdili kıyafetle sabah vakti dolaşırken, bir esnafın müşterisine, “Ben siftah ettim, karşı komşum henüz etmedi, lütfen oradan alın!” dediğini, aslında siftah etmiş o komşunun da aynı kayıtla müşterisini yanındaki komşuya gönderdiğini görmüş. Ve Allah rızasına dayalı bu içtimaî dayanışma ruhu karşısında bu milleti kimsenin dize getiremeyeceğini söylemiş… İşte bizde böyle olmalı.
Das Smith Problemi
Adam Smith’in meşhur iki eseri “Ahlâkî Duygular Teorisi” ve “Milletlerin Zenginliği”… Adam Smith Ahlâkî Duygular Teorisi kitabında, “Bireyler sadece kendi menfaatlerini düşünmemeli, yaşadığı toplum içerisinde onlarla empati ve sempati kurmayı becerebilmelidirler. Bu takdirde toplumda huzur ve mutluluğun olacağını, iş bölümü içerisinde üretimin artarak birey ve toplumların zenginleşeceği söz konusu olacaktır.” diyor.
Adam Smith’in Ahlâkî Duygular Teorisi’ndeki insan tipi çıkarcı olmaktan öte paylaşımcı ve vicdanının fısıltılarına, her an kulak veren gayet makul insanlardır.
Adam Smith, buna mukabil meşhur ve yüzyılları etkileyen “Milletlerin Zenginliği” kitabında da rekabete dayalı bir iktisadî sistemi kurarak kendi çıkarını düşünen bir insan modeli sunmuştur. “Herkes kendi çıkarını düşünerek hareket ederse toplum zenginleşir ve ilerler.”
Batılı felsefe, siyaset ve iktisadî düşünürlerin akıl çerçevesinde kalarak, kalp hakikatinden mahrum şekilde insana bakışları hep güdük kalmıştır. Bu düşünürler, insanı kuşatıcı bir şekilde ele alamamışlar, sadece bir yönden insan üzerine tespitte bulunmuşlardır. Thomas Hobbes çatışmacı bir ortamdan siyasî düşünce sistemini oluştururken, buna mukabil J.J Rousseau doğal ortamda bulunan iyi insan modelinden sistemini kurmuştur. Oysa insan kalp hakikatinde mündemiç ruh ve nefis kutbundan oluşan düalist bir varlıktır. İki hali de şahsında tezahür ettirir. Bütün mesele insanın “iyi, doğru ve güzel” yanını besleyici olmasıdır. “Kötü, çirkin ve yanlış” yönünü yontmaktır... Bu şekilde rekabeti birbirini yutmak değil hizmette yarış şekline sokmak olmalıdır.
Adam Smith’in bu iki kitabından Batılılar rekabetçi anlatımı esas alarak hareket etmişler ve nefsi besleyici davranarak, şehvet ve gücün tadını almışlardır. Adam Smith’in ahlâkı, insanları sarmamış ve ayakları yere basmaz olarak görülmüştür. Adam Smith’in ahlâk sistemi fazla kavramsal ve soyut kalıyor. Mesela İslâm, fitre ve sadaka vermeyi teşvik ediyor; zekâtı ise zorunlu kılıyor. Vermediğin takdirde devlet balyozla tepene biner. Adam Smith tüm iyi niyetine rağmen ahlâkî sisteminin fazla teorik kalması ve devletin müdahalecilik hakkının yeri gelince olması gerektiği üzerinde tefekkür etmemesi bu ikilemi oluşturmuştur.
Baran Dergisi 733.Sayı