Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Bunun için doğrudan doğruya beyin rızası gerekirdi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebep olabilirdi. Çok süratli intikâl, seri hareket, harikulâde süvarilik, fevkalâde silâhşorluk bu işin olmazsa olmazlarındandı.

Başlık bize ait değil. Sabah Gazetesi, Pazar ekinden bir haber başlığı. Haber şöyle:

“Yaklaşık 18 aylık çalışmanın ürünü olan Türkiye’nin ilk çizgi dizi animasyon süper kahramanı Akıncı’nın, ATV ve MinikaGO’da yayınlanan ilk bölümü sonrası büyük heyecan yaşandı. Gücünü ve cesaretini göğsündeki hilalden (hilal İslam’ın sembolüdür) alan Akıncı, düzen ve adaleti sağlamak için mücadeleden asla vazgeçmiyor. Temeli binlerce yıl öncesine dayanan gizem dolu hikayesiyle dikkat çeken Akıncı projesinin arka planında büyük emek var. Dev projede Türkiye, Rusya, Ukrayna, Mısır, Brezilya ve Arjantin’den 150 sanatçı yer aldı. Altı aylık Ar-Ge sürecinin ardından çekilmeye başlanan Akıncı’nın senaryosu Ali Hakan Kaya’nın kaleminden çıktı. Güçlü görselliği ile dikkat çeken projenin yönetmenliğini de M. Ammar Gündüz yaptı.

İyiler Daima Kazanır

İyiliği, düzeni ve adaleti savunan Akıncı geleneğinin, çizgi dizi evrenindeki yansıması olan Akıncı, Türk süper kahramanımızın kötülük ve kaosu besleyen köklü zincir topluluğuna karşı giriştiği büyük savunmanın hikayesi. Zincir; medya, biyokimya, finans, silah ve bilim alanlarında çok güçlü görünse de Akıncı’nın donanımı onları durdurmaya yetecek kadar gelişmiş durumda. Kendi tasarladığı, adını alim ve mucit El-Cezire’den alan Cezeri ismi yapay zeka ve Akıncı geleneğinden gelerek, yüzyıllar boyunca Akıncı beylerine hizmet etmiş bir ailenin son üyesi Orhan O’nun en büyük yardımcıları. Akıncı kadim bir geleneğin son temsilcisi olmasının yanında aynı zamanda kendi kostüm; ekipman ve araçlarını yapabilen bir teknoloji dehası. Adları kültürümüzden esinlenerek koyulan Miraş, Puyan, ve Mercan adlı üç aracı, bileklerinde birer tatar yayı, belinde hilal yıldızları ve sırtında teknolojik bir sopası var.”

TARİHTE AKINCILAR

Akıncılar Birliği Teşkilâtı isimli bir sosyal medya sayfasında “Akıncılar Birliği” başlığıyla yayınlanan şu yazı Akıncıların tarihteki yerini güzel bir şekilde anlatmaktadır:

“Akıncılar yağma gâyesiyle düşman içine giren ve talanla hayatlarını geçiren bir topluluk değildi. Onlar, kendilerine kılıç çekmeyene kılıç çekmez; ‘aman’ dileyene dokunmazlardı. Serhat topraklarında yaşayan akıncıların pek çoğu, Avrupa ve Balkan dillerini bilen, aynı zamanda bilgili ve kültürlü insanlardı.

Akıncılar, baştan neyi kabul ettiklerini çok iyi biliyor, ölümle kol kola hayatlarını devam ettiriyor ve bunu sırf Allah rızasını kazanmak uğruna yapıyorlardı.

Akıncılar, gönüllerindeki aşk ve heyecanla kendilerini devletin milletin ve dinlerinin bekasına adamış, gerektiğinde canını vermekten çekinmeyen Hak fedaileriydi. Gönlünde bu aşk ve heyecanı tutuşturabilen insan, cihadı en büyük ideali hâline getirir ve bu uğurda ölmeyi cana minnet bilir. Kalemiyle cihada iştirak eden yazardan, doğruluğu hâl diliyle anlatan Müslüman’ın yaptığı cihada kadar, çeşitli cihat şekilleri vardır. Akıncılar da haksızlığı, hak bilen düşmanla yaka paça olmayı tercih etmişler ve bunun neticesinde peygamberlikten sonra mertebelerin en büyüğü olan şehitliği talep etmişlerdir.

İslâm gerektiğinde silâhlı mücadeleye cevaz vermiştir; ama, bu konuda birçok şart belirlemiştir. Müslümanların din, nesil ve mallarının müdafaa edilmesi, düşünce hak ve hürriyetlerinin korunması, yapılan karşılıklı anlaşmalara uyulmaması, Müslümanlara ve onların himayesinde bulunanlara zulmedilmesi, bu hususlardan sadece bazılarıdır. Ama ne acıdır ki biz, bu hakikatleri hiçbir zaman olduğu gibi dışarıya anlatamamışızdır.

Akıncıların vazifesi, başlarındaki beylerin önderliğinde sınır muhafazasına çalışmaktır. Akıncılar, bulundukları toprakları korumakla birlikte gelebilecek saldırılara ve tehditlere karşı caydırıcı bir güç konumundaydılar. Avrupalıların sonraki asırlarda kurduğu özel komando birliklerini akıncılardan ilhâm alarak oluşturduğuna dâir rivayetler vardır.

Akıncıların akınlarını, Hz. Peygamber (s.a.s.) dönemindeki seriyyelere benzetebiliriz. Gerektiği yerde düşmana fiilen karşı koyma, halkın can ve mal güvenliğini koruma ve bu uğurda savaşma, akıncıların vazgeçilmez hayat tarzıydı.

Bir eski eğri kılıç...

Osmanlı, Hazreti Peygamber’in (sas): “Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız.” sözünü kendine şiar edinmişti. O kimsenin hakkına tecavüz edip, kimseyi ezmezken; ezilmemeye, zulme uğramamaya da dikkat ediyordu. Bunun için Payitaht’ta ordu savaş için hazırlanırken, hafif piyade birliği olan akıncılarla zaman kazanılıyor, âni baskınlara karşı teyakkuzda olunuyor ve sınır muhafaza ediliyordu. Akıncılar, Fatih Sultan Mehmet’in şu sözlerini kendilerine düstur ediniyor gibidir: “Bu zahmet din yolunadır, ahirette Allah huzuruna varınca inayet ola. Zîrâ elimizde İslâm kılıcı var. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek, bize gazi demek yalan olur.” Yine şanlı padişah Fatih Sultan Mehmet: “Üstümüze kılıç çekilmedikçe, ülkemize girilmedikçe, teb’ama cefa edilmedikçe bizden kimseye zarar gelmez.” derken, onun akıncıları da aksini yapamazdı zaten. Müslümanlar, tarihin hiçbir devrinde, devlet, millet ve fert olarak kimseyi istismar etmedikleri gibi, hâkim oldukları yerlerde sömürü ve istismara da hiçbir şekilde izin vermediler.

Akıncılığın temelinin Osman Gazi döneminde, Köse Mihal tarafından atıldığı söylenir. Orhan Gazi zamanında daimî piyade ve süvari askerlerinin teşkiline kadar hep akıncılar kullanılmıştır. Osmanlı uç beyliğinin kısa sürede devlet hâline gelmesi de, akıncılar sayesinde olmuştur.

İlk zamanlar akıncı beylerinin çoğu, Osman Gazinin yoldaşları olan kumandanların çocuklarıydı. Akıncı beylerinin yetkileri çok geniştir, onlar istediklerini ocağa alır istemediklerini de ocaktan çıkarabilirlerdi. Divan-ı Hümâyun bu işlere hiç karışmazdı. Çok güvenilen akıncı beyi büyük bir selâhiyete sahipti, emirleri doğrudan doğruya padişahtan alırdı.

Akıncı beylerinin rütbeleri sancak beyi seviyesindeydi. Akıncı eri, yüzlerce defa canını ortaya koyduğu için, diğer birçok ocağın subayından imtiyazlıydı. Akıncılar içerisinde fedai, dalkılıç, serdengeçti, deli, azap, gönüllü, beşli gibi şahıs ve grup isimleri vardı. Küçük rütbeli akıncı zabitlerine ‘toyca’ veya ‘taviçe’ denirdi. 16. yüzyıl sonlarında 40 bin olan akıncı mevcudu, zaman içerisinde artma ve azalmalar göstermiştir.

Akıncılar, yakaladıkları esirlerden aldıkları bilgileri merkeze iletirlerdi. Akınlar, katılan akıncı sayısına göre isimler alırdı. 100 kişiden az akıncıyla yapılana çete, 100’den fazla kişiyle yapılana haramilik, akıncı beyinin kumandası altında yapılana ise, akın denirdi.

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!

Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle

Silâh ve teçhizatları uygun olmadığından, akıncılar kale kuşatmasına katılmazlardı; ancak akıncı fedâilerinden serdengeçtiler, kuşatılmış kaledeki düşmanın arasına dalarlardı.

Akıncılar, sürekli ordu birliklerine dahil değildir. Rumeli’de serhat boylarına yakın yerlerde yaşayan akıncılar, sınır bölgelerinde pürüz çıkaran düşman memleketlerine âni baskınlar tertipleyerek onları yıpratırlardı.

Gruplar içerisinde en ilginci ‘deli’ adı verilendir. Düşmanı görünce âdeta deliye dönen bu grubun mensuplarını kimse durduramazdı. Ordu ile sefere iştirak ettiklerinde, savaşın en ön safında yer alır ve düşmana ilk onlar saldırırdı. Bu gruptan olanlar bazen hiçbir silâh kullanmaz, sadece kendilerini savunmak için yanlarında bulundurdukları kalkanlarla düşmanın içerisine dalar, kendilerine yapılan kılıç hamlelerini kalkanlarıyla savuşturup, mermere vurarak sertleştirdikleri o koca elleriyle düşmanın yüzünde şimşekler çaktırırlardı. Topu topu bir avuç deliyle baş edemeyen düşman, geride kendi sayısına yakın Türk ordusunu görünce paniğe kapılır ve birer ikişer kaçışırdı. Bu delilerin bir kısmı eğersiz ata biner, bir kısmı da akşama kadar ellerini mermer gibi sert cisimlere vurarak nasır bağlatırdı. Kat kat nasır bağlamış bu eller, düşman için kılıçtan daha tesirli bir silâh olurdu. Deli adıyla anılan bu süvariler, 15. yüzyıl sonlarından itibaren istihdam edilmişlerdir. Önceleri sadece Avrupa’daki sınır boylarında kullanılan deliler, ‘bayrak’ adı altında 60’ar kişilik ocaklara ayrılırdı. Başlarındaki kumandanlarına Delibaşı denirdi. Delibaşın altında gönüllü ağası ve bölük ağası gibi zabitler vardı. Deli süvarisi olmak isteyen, cesaretiyle kendini ispatlamak zorundaydı. 16. yüzyılda kurt, sırtlan, pars gibi vahşi hayvan derilerinden yapılmış elbiseler giyen delilerin, atları da akıncılarınki gibi çevik ve dayanıklıydı. Delilerin silâhları ise, akıncılarınki gibi kılıç, kalkan mızrak, balta ve bozdoğandı. Akıncılar Hazreti Hamza ve Hazreti Ali’yi pîr olarak görürlerdi.

Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Bunun için doğrudan doğruya beyin rızası gerekirdi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebep olabilirdi. Çok süratli intikâl, seri hareket, harikulâde süvarilik, fevkalâde silâhşorluk bu işin olmazsa olmazlarındandı.

Bazı istisnalar haricinde akıncılık, babadan oğula geçerdi. Akıncılar savaş zamanlarında ordudan önce düşman arazisine girerek, orduya yol açar ve kurulması muhtemel pusuları bozardı. Akıncılar düşman topraklarına girecekleri zaman, kademeli olarak birkaç bölüme ayrılır, ilk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman çıkarsa, arkadakiler yetişip ona yardım ederdi. Akıncıların hücumları âni ve sert olduğundan, hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırdı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububat muhafazasını sağlamak, esirler vasıtasıyla düşmandan haber toplamak, köprü ve geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da akıncıların vazifeleri arasındaydı.

Bir akıncı adayı; imam, köy kethüdası veya dürüst birini kefil göstermek zorundaydı.

Akıncı ordu birlikleri diğer ordu ocakları gibi komuta kademesine bölünürdü. Her on akıncıyı onbaşı; yüz akıncıyı subaşı; bin akıncıyı da, binbaşı komuta ederdi. Bir hareketin akın adını alabilmesi için, bu akına beyinin katılması gerekiyordu.

Bu komuta zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan akıncı beyi tanımlardı. Akıncı beyini devlet tayin ederdi. Bu önemli kumandanlık uzun süre Mihaloğlu, Evrenosoğlu, Turhanoğlu ve Malkoçoğlu gibi ünlü akıncı ailelerinde kalmış ve babadan oğula intikal etmiştir. Mihaloğlu, Sofya’da; Evrenosoğulları, Arnavutlukta; Turhanoğulları, Mora’da; Malkoçoğulları da Silistre dolaylarında bulunurlardı. Osmanlı’da akıncılar, merkezî idareye bağlı değildi, sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkilâtlandırılmıştı. Her mıntıkanın kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensup oldukları sülâlenin ismiyle anılırdı.

Akıncıların en yiğitleri ‘dalkılıç’ ve ‘serdengeçti’ adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların fedai kısımlarıydı. Bu fedailerin düşman içine dalmak ve mahzûr bulunan bir kaleye girmek gibi çok zor görevleri vardı. Bu yiğitlerin çoğunun böyle bir vazifeden geri dönme ihtimalleri azdı. İhtiyar Cezzar Ahmet Paşa karşısında ilk yenilgisini tadan Napolyon’un şu sözleri, Osmanlı askerini anlamak açısından mânidârdır: “Osmanlı askerini dalkılıç olmaya mecbur edecek kadar sıkıştırmak el vermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış birkaç yüz adam meydana çıkarsa, mağlup olmamak mümkün değildir.’

Akıncılar, ordunun genellikle beş günlük mesafe ilerisinde yol alırlardı. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman, bu vazifeyi yapacaklar ordudan ayrılır, düşmanı vurmak icabeden yere kadar giderler, âni ve şiddetli şekilde düşman saflarına dalarlardı. Bunun neticesinde düşman şaşırır ve bozguna uğrardı.

Düşmanın iktisadî ve mânevî yapısını alt üst ederek savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan akıncıların akın taktiği şöyleydi: Akıncı ordusu belirli bölümlere ayrılır, ayrılanlar da daha küçük birliklere bölünerek yollarına devam ederdi. Sefer yapılacak ülkede her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar önceden kararlaştırılır, dönüşte birlikler gene belirli yerlerde, fakat daha önce ayrıldıkları mevkilerde olmamak üzere birleşerek, vatan topraklarına dönerdi. Bu durum düşman ülkesini korku içerisinde bırakırdı. Kasırgalar gibi esip geçen akıncıların, ne zaman, nerede ortaya çıkacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı.

Devlet tarafından akıncıların isimlerini, eşkallerini ve tımara (toprağa) sahip olanların listelerini gösteren bir defter tutulurdu. Defterler iki nüsha hâlinde tanzim edilir, bunlardan biri merkezdeki defterhanede, diğeri de akıncıların bulundukları eyalet veya sancakların kadılıklarında muhafaza edilirdi. Böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akın sonunda şehit veya malûllerin yerine, kuvvetli gençler akıncı olarak kaydedilirdi. Akıncılara tahsis edilen bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetlerin 1/5’ini pençlik (humus) vergi olarak verdikten sonra, kalanlarla geçimlerini temin ederlerdi. Bazılarının ise tımarları (işleyebilecekleri toprakları) vardı.

Akıncıların atları hızlı, dayanıklı ve süratli olanlardan seçilirdi. Akıncılar sefere çıkarken yanlarında dört-beş at götürürler, yorulan atları konak yerlerinde bırakarak, hız kaybetmeden yollarına devam ederlerdi.

Uzun mesafeleri, kısa sürede koşabilecek şekilde yetiştirilen ve birçok meziyeti olan akın atlarının eskisi kadar yetiştirilememesi, bu teşkilâtın zayıflama sebeplerindendir. Fetihler döneminin sona ermesi ve duraklama devrinin başlaması ile akıncılar görülmez olmuştur. 1595 yılında Koca Sinan Paşanın Eflak’ta Prens Mihal’e yenilmesi üzerine Tuna’nın öte yakasında kalan akıncıların ve akın atlarının pek çoğu telef olmuştur. 16. yüzyıldan itibaren sayıları iyice azalan akıncılar, geri hizmetlerde kullanılmaya başlanmıştır. Akıncıların yerini bu dönemden sonra Kırım Hanlarının emri altındaki Tatar askerleri almıştır. Akıncı adı 1826 yılında resmen ortadan kalkmıştır.

Akıncıların parolası, “Yazılan gelir başa”ydı. Yazılan mademki başa gelecekti, ölümden korkmak niyeydi? Bu yiğitler gözlerini budaktan sakınmaz, her yerde şehadeti ararlardı. Gece âbid olan bu Hak fedaileri, gündüz birer arslan kesilirlerdi. Akıncılardaki ruh hâlini anlamak, Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde geçen, “Malınızla ve canınızla cihat edin.” âyetini kavramaya bağlıdır. Çiftçilerin ellerindeki tohumları toprağın altında çürümeyeceğine inandıkları ve ellerindeki tohumları tereddüt etmeden toprağın bağrına saçıp beklemeye durdukları gibi, akıncılar da yapmış oldukları güzel işlerin karşılığını mutlaka göreceklerine inandıklarından, hayatlarını Hakk’ı korumaya ve ülkelerini savunmaya adamışlardır. Evet herkes inandığı kadar gerilime geçecek, o kadar bu yola baş koyacak ve o kadar toprağın bağrına tohum saçacaktır.”

BAKIŞ AÇIMIZ

Çocuktur ki elinde tahtadan kılıç ve okla tüm dünyayı fethetme gayretindedir. Çocuktur ki gökyüzüne saldığı uçurtmayla, kuşlarla bulutlarda gezme çabasındadır. Çocuktur ki kendine kahraman arar ve o kahramanın haliyle hareket etme derdindedir. Çocuktur ki bir milletin geleceğidir, büründüğü kahramanın haliyle milletini gelecekte nakış nakış şekillendirecektir. Bir öğretmen olarak çocuk dünyasına sizlerden daha çok aşinayız. Ne yazık ki çocuklarımız Amerikan sinemasının oluşturduğu “Süperman” ve “Örümcek Adam” gibi kahramanlarla yatıp kalkıyorlar. Onlara ait sembollerin bulunduğu giysileri giyiyorlar. “Ayfon”a sahip olmak ve Messi gibi top oynayıp meşhur olmak en büyük hayalleri. Bunun da en büyük müsebbibi, kendi tarihine reddi mirasta bulunan, Batının bütün değerlerine kucak açan Batılılaşma dönemidir. Yani her şeyden önce bu bir sistem meselesidir. Bu dönemde Batı kutsanmış, ecdad hor ve hakir görülmüş, tek bir kahramandan başkası çocuk ve gençlerimize anlatılmamıştır. Eğer Batılıların Osmanlı gibi bir tarihleri olsaydı ne kahramanlar çıkarırlardı ne kahramanlar. Batılılar Süperman ve Örümcek Adam gibi hayalî kahramanlara ihtiyaç duymaz milletlerine gerçek kahramanları anlatırlardı. Cumhuriyetle birlikte hafızamız silindi. Geçmişimiz, medeniyetimiz, masallarımız, türkülerimiz bir bir unutturuldu. Hayat boşluk kabul etmez. Çocuklar kahraman arar. Çocuklar, onların önüne ne serersiniz onu alır.

Yetmişli yıllarda Salih Mirzabeyoğlu tarafından ülke gündemine Akıncılar kavramı yeniden sokulmuştu. Akıncı kavramı ile üzerlerine adeta ölü toprağı serpilen Müslümanlar meydan yerinde gözükmeye başlamışlardı. Üzerlerine dökülen ölü toprağını atarak fikir ve aksiyon erleri olarak hak ve hakikat aşkıyla siyasi arenada bizde varız demişlerdi. Akıncı ruhiyatı Salih Mirzabeyoğlu ile yeniden canlanmış ecdadının hedef ve gayesine uygun şekilde Anadolu insanına yepyeni bir ruh verilmeye başlanmıştı.

Aydın daha doğrusu Müslüman çağından mesuldür. Bu mesuliyet ile çocuklarımızı Allah ve resul aşkıyla donatmalıyız. Batının kusmukları yerine kendi değerlerimizin kahramanlarıyla yavrularımızın rüyalarını süslemek zorundayız. Bu yüzden Salih Mirzabeyoğlu’nun Anadolu insanının yeniden gündemine soktuğu Akıncı kavramının ruhuna sadık, zamanın tekniğine münasip, çocuklara dönük bir çizgi filmin yapılmasını çok yerinde görüyoruz. Kendi kahramanlarımızı bilen onları örnek alan yavrularımız bu milleti küçük görmez. Kendi değerlerimizin kahramanlarıyla hemhal olan yavrularımız Batıya gidip dünyanın neresinde olursa olsun Batılıya hizmet etmez, zihin ve bilek kuvvetini bu milletin ilerlemesine vakfederler. Zamanı gelmiş bir fikri kimse engelleyemez. Zamanı gelmiş fikir “yeni dünya düzeni buradan kurulsun” diyen Büyük Doğu-İbda’dır. Zamanı gelmiş anlayış ‘’İstikbal İslamındır’’. Bekleyin gündeme daha neler gelecek neler. Bekleyin yavrularımızın rüyalarını neler süsleyecek neler.

Son olarak Salih Mirzabeyoğlu’ndan:

Akıncı...

İlk örneğini “Mutlak Önder”in serîyyelerinin gösterdiği akıncı, tarihimizde, aynı mânâya bağlı aynı rolü, devletin silâhlı kuvvetinin özel bir biçimi olarak göstermiş, günümüzde ise aynı mânâya bağlı görevini -çağdaş, sosyal, siyasî şartlar gereğince- daha geniş ve değişik olarak yüklenen bir gençlik ifadesine bürünmüştür. Tarihimizdeki görevi, devlete (tabii ki devletin temsil ettiği fikirden dolayı) bağlılığı açısından, maddî kuvvet çerçevesinde görünür ve nizamdan karşı nizama doğru hareket diye belirtilirken, bugünkü görevinin, nizama bağlı değil “nizamına doğru” olduğu açıktır.

Aylık Baran Dergisi, 16. Sayı, Haziran 2023