Tarihte birçok kırılma noktası vardır ve bunlar kendisinden evvel ile ahiri birbirinden ayıran fasledici tarih çizgileridir.

Meselâ, Batı’da yaşanan Rönesans hareketi burada bahsettiğimiz gibi tarihte bir kırılmanın vesilesi olmuştur. Kilise marifetiyle unutulan, unutturulan Eski Yunan ve Roma’ya uzanan akıl ve metod köklerine doğru fikirde, edebiyatta, sanatta ve müsbet ilimlerde bağı yeniden tesis edebilmek çabasının neticesidir Rönesans.

O güne kadar kilisenin, Hristiyanlık adına değil, kendi müessesesinin menfaati istikametinde üzerinde tahakküm kurduğu “akıl”, Rönesans ile beraber kiliseden intikamını almıştır. Yalnız burada şu hususu göz ardı etmeyelim, Rönesans’ı doğuran ve ardından devam eden sürecin düşünürleri; biz akıl ve deney tarafına geçelim de Hristiyanlığın altını oyup onu tepeleyelim davası gütmemişlerdir. Bunların büyük çoğunluğu Hristiyanlığa muhatab, kilisenin tekelinden kurtulmuş bir akıl sistematiği kurabilmenin ve böylelikle asırlardır Kilise marifetiyle türlü hurafe ve yalana bulanmış Hristiyanlığı yeniden hâkim kılabilmenin davasını gütmüşlerdir.

O dönem ortaya çıkan fikir akımlarından ziyade asıl dikkat çekmek istediğimiz şudur ki, Rönesans, yeni bir anlayış zemini doğurmuştur. Üstad Necib Fazıl’ın “edebiyyat” diyerek tarif ettiği mücerred idrak zemini. Bu zeminden birçok anlayış doğmuş, birçok fikir ve aksiyon adamı yetişmiştir; ta ki İkinci Dünya Savaşı’na dek.

İlerleyen süreçte, İkinci Dünya Savaşı neslinin gitgide yok olması, sonrasında yetişen nesillerin onlar kadar donanımlı olmaması ve asırlardır yenilenemeyen bu idrak zemini artık verimliliğini kaybetmiş olması neticesinde de gitgide kısırlaşmıştır.

Bugün inovasyonlar sayesinde hâlen terakkisi devam ediyormuş algısına kapıldığımız teknolojik terakki bile esasında İkinci Dünya Savaşı’ndan kalmadır.

Batı’nın mücerret idrak zemini bu dönemde tüketilmiş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Soğuk Savaş ve sonrasındaki tek kutuplu dünya düzeninde de her şeyin metalaştırıldığı süreç neticesinde kimse bu zemini yenileme çilesine talib olmamıştır.

Biz kendimizden pay biçecek olursak, Kanunî devri ile beraber aşk ve vecd dönemimizin kapanmasının ardından, biz de İslâm’a Muhatab Anlayış’ı yenileyemediğimiz için mücerret idrak zeminini tüketmiştik. Sonrasında Cumhuriyetle beraber ne kadar derin bir çukura düştüğümüz ortadadır.

Niteliksiz İnsanlar Sürüsü

Bir kere şu nitelikli insan bahsine gelelim. Meselâ 1980 senesinde Amerikan istihbaratının bölgemizdeki şefliğini yapan Paul Henze’yi ele alalım. Bu istihbaratçı, 12 dile farklı lehçelerine kadar hâkim, son derece entelektüel bir tip. Ardından onun yerine bu bölgede görev yapmaya başlayan Graham Fuller ve Fetullah Gülen’i onunla mukayese ettiğimizde bile Batı’daki tekamülün nasıl da tersine dönmüş olduğunu görmek mümkündür.

Rönesans’tan itibaren 17., 18. ve 19. yüzyılda büyük düşünürler çıkaran Batı, yine aynı sebeble, yani bu idrak zemininin yenilenememesi, verimliliğini yitirmesi ve popülizmin her alana hâkim olması neticesinde artık fikir, edebiyat, sanat gibi alanlarda düşünür, edebiyatçı, siyasetçi, asker ve ressam yetiştirememektedir.

Çünkü, artık idealize edilen insan tipini belirleyen kriter, kafa yapısı, fikir, fazilet değil, sahib olunan yahut olunması muhtemel maddî servettir.

Beğenelim yahut beğenmeyelim, son birkaç asırda, yalnız siyasî planda bile Liberalizm, Marksizm, Kapitalizm gibi dünya görüşleri doğurmasını bilmiş Batı adamı, bugün içinde bulunduğu ve kendisinin sebeb olduğu açmazlar arasında kaybolmuştur.

İdealler Vasıta – Vasıtalar İdeal

Bugünkü dünyanın esas meselesini, “Adalet Mutlak'a" başlıklı konferansta Kumandan Salih Mirzabeyoğlu şu şekilde tarif etmişti; “Teknolojinin geliştiği sürat içinde örf olmuyor, âdet olmuyor, ahlâk olmuyor ve fikir de doğrudan doğruya teknoloji üzerinden işliyor. Baştan şöyle koyalım; yâni ahlâk oluşmuyor, ki ahlâk müesseselerin daha lâtif şeklidir, sonra yaptırım hâline getirirsin, müesseseler oluşur.” Günümüz dünyasındaysa tam tersine yaptırımlar konuyor ve bu yaptırımların ahlâklaşması, vicdanî değerler hâline gelmesi bekleniyor. Böyle söylendiğinde, ilk bakışta sanki teknolojiden elde edilen verimlerin sürati karşısında insanî müesseselerin gelişim hızı buna yetişmiyormuş gibi anlaşılabilir; fakat burada Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu esasında insanların yaşanan gelişmeler karşısında insanî hasletlerini kaybetmelerine dikkat çekmektedir. Meselâ teknolojide meydana gelen terakkinin insanî hasletlerden fedakârlığı nasıl tahrib ettiği, bunun da aileden başlayarak en geniş fert demeti topluma dek geniş perspektifte insanlığa ne çapta zarar verdiği ortadadır.

Fikir planında ast-üst ilişkisi tersine dönmüş vaziyette. İdeallerin vasıtalaştığı, vasıtaların idealize edildiği bir dönem bu. Dinden başlayarak ahlâk ve vicdana kadar her şey, belli zümrelerin elinde toplumun diğer kesimlerini kandırmak için kullanılan birer vasıtadan ibaret bir şekilde işletiliyor. Vasıtalık ettiği istikamet nisbetinde değer kazanması beklenen şeyler ise ideal muamelesi görüyor. Doğan ruhî boşluk ise insanın nefsi, hayvanî iştiyaklarının tatmini üzerinden ikâme edilmeye çalışılıyor ki, bu da ruhî hastalıkları ferdî plandan çıkarıp, cemiyet planına aksettiriyor.

Rönesans ile beraber bütün değerlerde meydana gelen değer değişimi, müntehasında fert ve toplum meselelerinin tamamına çözüm getiren, mutlakları olan ve buna riayet edilen bir dünya görüşü ortaya koyamadı ve neticesinde yaşanmaya değer bir hayata çıkmadı.

Amerika, Komünizm tehlikesine karşı demokrasiler tarafını savunurken bir kıymet arz ediyordu; fakat Kumandan’ın dediği üzere silahlar sustuğu zaman konuşacak bir şeyi kalmadı. Bir anda anlaşıldı ki Amerika’nın dünyaya verebileceği hiçbir şey yokmuş, müttefiklerini Sovyetlere karşı korumaktan başka…

Bir diğer taraftan, yaşanan hadiselerin gölgesinde IV. Sanayi Devrimi gerçekleşiyor. Kumandan ruh ve fikrin cemiyet planında tezahürü, müesseseleşme olmuyor demişti. Bugün üretim şekillerinde meydana gelen değişim, artık yardımlaşması gereken bir topluma da ihtiyaç duymuyor.

Peki, topluma yer bırakmayan bir gelecekte, insan kendi varlığının şuuruna nasıl erecek? Öyle ya, insan kendisini içinde bulunduğu cemiyet vasıtasıyla tanıyor.

“Bir insanda veya toplumda öz nizâmını sarsıcı her hareket, ihtilâl belirtir.” diyor İbda Hikemiyâtı... Bugün adı konulmamış olsa bile kıtalar çapında bir ihtilâldir yaşanmakta olan.

Kumandan İHTİLÂL için Ölüm Odası’nda diyor ki; “Nefsin, müsbet ve menfi, ruh ve sair zıd kutupları arasında gerçekleşme kargaşası ve bunun içtimaî tezahürü ki, varılacak gaye inkılâbtır. Herkesin hakikatinin kendisine olması ayrı mesele, ama kâinat çapında bir izahtan gelen NEFS Muhasebesi olmayan yerde, bu kargaşa kendi kendinden ibaret bir fasa-fiso kıymetinde davranıştan başka birşey ifâde etmez.” Yani, bu mânâda, yaşanan paylaşım kavgasından ibaret kalacak olursa, kıymeti de olmayan bir ihtilâldir Batıda yaşanan.

İlüzyon

Rönesans ile başlayan süreç, bu süreçte madde üzerinde kurulan tahakkümden elde edilen göz kamaştırıcı zenginlik ve imkânlar ile buna bakarken gözü kamaşan insanlığın bütün değerlerinin yeniden değiştirilmesi meselesine gelelim.

Batı âleminin teknikte terakki, maddeye nüfuzdan ve diğer ön plana çıkartılan bütün başarılarından ziyade, hâkimiyet anlamındaki en büyük başarısı, dünya çapındaki bütün kavramların içini kendi şuur seviyesine göre doldurmuş olmasıdır.

Hani bugün Mutlak Fikir bağlısı olduğumuz ve kavramların içini ona göre doldurduğumuz için biz dogmalara inanıyoruz, gericiyiz ya; Allah’ın Mutlak’ları yerine Batı adamının kendi inancı, kendi çıkarı ve kendi şuur seviyesindeki ancak teamül denilebilecek mutlaklara inanınca da ilerici olunuyor hani…

Neyse, Batı adamı fert ve toplumun bütün meselelerine çözüm getirecek bir dünya görüşü ihdas edememiştir; fakat dünya çapında bütün kavramları kendisine göre izah etmenin ve bunu umumileştirmenin sırrına ermiştir.

Fransızların kendilerine beşer zekâsının sekreteri unvanını yakıştırmalarının vesilelerinden olan ansiklopedicilerden tutun da bugünün Wikipedia’sına kadar bütün kavramların içi ya Batılılar tarafından bizzat yahut kontrolünde doldurulmuştur.

Esaret

Şimdi, kavramları kendi inancı, kültürü ve geleneğine göre dolduramamış olmak zaten başlı başına bir esaret anlamı taşımaz mı?

Bu kavramların ötesinde tabiî bir de bir tefekkürün temel taşları olan ontoloji (varlık), epistemoloji (bilgi), metedoloji (metot) ve aksiyoloji (ahlâk) için getirilen izahatlar var.

İnsan kelimeler ve kavramlar üzerinden düşünür. Biz, içi onlar tarafından doldurulmuş kavramlar ve onlar tarafından dayatılan kelimeler yahut anlamlandırmalar üzerinden ister istemez onlar gibi düşünmeye zorlanıyoruz ve bunun neticesi olarak ortaya koyduğumuz iş ve eserler de onların verimi hâline dönüşüyor. Bunlardan da onlar istifâde ediyor, onların verimi hâline geliyor. Hepsinden de önemlisi, biz hakikaten de biz olarak, kendimize ait değerler ile, kendimiz olarak, bir şahsiyet olarak var olamıyoruz. Olsa olsa onların bir parçası olarak hayat sürmeye zorlanıyoruz.

Burada şimdi tekrar kendimize dönecek olursak. Üstad Necib Fazıl ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun ne yapmaya çalıştığının şimdi daha rahat bir şekilde kavranabileceğini zannediyorum.

Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte, içinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideâli aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzâhta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren” Üstad Necib Fazıl ile, Doğu ve Batı’nın irfan yemişlerini yeni bir dil çarşafına silkeleyerek “Mutlak Fikir” önünde hesaba çekip, bütün dalları tek bir kökte toplayarak “İslâm’a Muhatab Anlayış”ı örgüleştiren Kumandan Salih Mirzabeyoğlu.

Burada ortaya çıkan en önemli şey, ki senelerdir Müslümanlar açısından eksikliği hissedilen şey, yeni bir mücerred idrak zemininin ortaya konmuş olmasıdır. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, bu sebeble 500 yıldır beklenen mütefekkirdir.

Aslında bir bakıma büyük bir lütuf ile karşı karşıyayız, böylesi yepyeni, bâkir ve son derece verimli bir idrak zeminine tevafuk ettik. Rönesansını tamamlamış bir Büyük Doğu-İbda’ya muhatabız, her şeyin başında.

Dünyanın Hâli Ayna

Bu kadar anlattıktan sonra şimdi biraz da aktüel hadiselerden yola çıkarak bahsimizi müşahhaslaştıralım.

İşgâller, savaşlar, ambargolar, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve global salgın hastalık ile beraber tavsadığını artık Amerikan Başkanı dâhil herkesin kabul ettiği bir dünya düzeni var karşımızda. Evet, mevcut düzen artık banilerinin bile midesinin kaldırmayacağı kadar kokuştu, bunda hem fikiriz, peki yerine hangi düzen tesis edilecek?

Tek kutuplu dünya düzeni, Arab Baharı dalgasının 15 Temmuz gecesi Müslüman milletimiz tarafından kırılması ile başlayan ve nihayet Amerika’nın Afganistan’dan çekilmek zorunda kalması, bu esnada bir tahliye operasyonunu bile beceremeyip eline yüzüne bulaştırması ve müttefiklerini yüz üstü bırakması ile tamamen sona erdi. Senelerdir kayıtsız şartsız Amerika’ya biat eden iktidarlar bile farklı müttefik arayışına girdi ve kendi siyasetlerini tayin etmeye başladılar.

Bu arada, salgın hastalık sürecini fırsat bilen Türkiye, senelerdir ruh köklerimize ait mânâların içinde esir tutulduğu Ayasofya’yı aslî hüviyetine kavuştururdu. Yine Türkiye, askerî ve ticarî olarak Orta Asya, Ortadoğu, Afrika ve Balkanlarda kendisinden beklenmedik şekilde son derece başarılı hamlelerde bulundu.

Çin, bilhassa yatırım, kredi ve ticaret yoluyla Amerika ve Avrupa’nın istismar sahalarında kendisine alan açtı.

Rusya ise önce Suriye ve Libya’daki iç savaşa müdahil olarak Akdeniz’e indi ve ardından Ukrayna’yı işgâl ederek, Avrupalıların korkulu rüyası olan savaşı bir ânda kıtanın ensesine dayayıverdi.

Hâsılı kelâm, yaşanan bütün bu hadiseler çok kutupluluğu gösterirken artık hâlâ martaval okurcasına “Tek Kutuplu Dünya” düzeninden bahsetmenin de anlamı kalmadı. Biraz evvel bahsettiğimiz üzere, Amerikan Başkanı Joe Biden dahi hâli hazırda yeni bir dünya düzeninin ihdas edildiğini, Amerika’nın bu yeni düzende liderlik konumunda bulunması gerektiğini ikaz etti.

Ön plana çıkan aktörlerden Amerika, Rusya, Çin ve Avrupa açısından yaşanan değişimin nasıl idrak edildiğini de anlamak bize kalırsa son derece ehemmiyetli. Amerika, Rusya, Çin ve Avrupa tek kutuplu dünya düzeninin sona erdiği ve yerine kurulacak olan yeni dünya düzeninin çok kutuplu bir yapı teşkil edeceği noktasında üç aşağı beş yukarı hemfikirler. Bununla beraber, tek kutuplu olan yerine çok kutuplu bir düzene geçişten anladıkları ise mevcut düzeni meydana getiren bütün değerler sistemi olduğu yerde kalırken, rollerin paylaşılması. Yâni Amerika’nın elinde bulunan düdük küçülecek ve diğer belli başlı güç unsurlarının eline de çaplarınca düdükler dağıtılarak bugünkü düzen ufak tefek tashihlerle devam ettirilecek. Yoksa Rusya, Çin yahut Avrupa mevcut olan düzenin yerine insan ve toplum meselelerine çözüm getirecek dört başı mamur, sabiteleri olan bir dünya görüşü ve bu görüşün düzenini teklif ediyor da bizim mi haberimiz yok?

Bugün fertten başlayarak bütün insanlık çapında tezahür eden bunalımın kaynağı Amerika’nın tek kutuplu dünya hakimiyeti değil, bizzat bu dünya düzeninin kendisidir.

Esas Mesele

İşte, bize kalırsa esas meseleye şimdi gelmiş ve toslamış bulunuyoruz. Çin, Rusya, Avrupa ve diğerleri mevcut düzende kendilerine düşen payı arttırmak maksadıyla çok kutuplu bir dünya arzuluyorlar, oysa ki biz düzen değişiminden bahsediyoruz; belli başlı devletlerin küçük Amerikacılık oynayarak statükoyu yaşattığı değil, bunun yerine dünyanın beklediği “yaşanmaya değer hayat”ı!

Şimdi tekrar başa dönecek olursak, bütün değerleri ve kavramları kendi dünya görüşümüzün getirmiş olduğu ölçülere göre yenilemek, bir yandan kendimizi bu yeni düzene göre kalibre etmek ve eş zamanlı olarak bunları iş ve eserler üzerinden pratik hayata aktararak canlı kılmak gibi bir misyonumuz var.

Üstad Necib Fazıl, “Dünya Bir İnkılap Bekliyor” başlıklı konferansında; “Ne gariptir ki, bu devler ve cüceler, ama kıvranan devler ve çırpınan cüceler dünyasında, yine dünyanın beklediği en büyük inkılap işte bu cücelere düşüyor! Ve biz, böyle bir noktadan harekete memur bulunuyoruz. Yani, öyle bir hasta ki, dünyaya devayı getirmek zorunda üstelik…” demişti. Devler paylaşım kavgasına tutuşadursun, elinde yeni bir dünya düzeninin tek reçetesi olan Büyük Doğu-İbda ile Türkiye, dünyanın beklediği en büyük inkılâbı gerçekleştirmeye memur ve mecburdur!

Aylık Dergisi 2. Sayı Nisan 2022