Mimar Sinan’ın bir külliye olarak inşa ettiği ve imaret, tabhane, türbe, vakıf, medrese ve mekteplerden müteşekkil olan Şehzade Camii’ne birkaç kapıdan girilebiliyor. Ben genelde Şehzade Camii’ne Bozdoğan Kemeri’nin en sonundaki revağından direkt bahçeye bağlanan kapısından giriyorum. Bu kapının etrafı birkaç yapıyla çevrelendiği için dışarıdan görülmüyor. Ne zaman Bozdoğan Kemeri’nin revaklarından camiye girecek olsam sanki 21. yüzyıldan 16. yüzyıla geçiyormuşum hissine kapılıyorum.

Caminin bahçesine adımımı attıktan sonra bambaşka bir alemde olduğumu hissediyorum. Sanki birazdan Mimar Sinan gelecek ve caminin bir eksiği var mı diye bakacak. Yahut birazdan bahçeye başlarında sarık Osmanlı kıyafetiyle birkaç kişi gelip oturacak ve sohbet edecek. Bahçeyi gezdiğim zaman dışarıdan gelen gürültüyü de işitmez oluyorum. Asırlık çınar ağaçlarını görünce bu cami bu ağaçların yanına mı inşa edilmiş diye geçiriyorum içimden. Başımı kaldırıp bozulmamış örtüsüne bakıyorum Sinan’ın çıraklık eserinin. Aşılamayan bu güzellik abidesi beni daha da heyecanlandırıyor. Caminin avlusuna doğru hızlı hızlı yürüyorum. Caminin avlu kapısıyla avludaki abdesthanenin kubbesi ve caminin ana girişinin simetrik duruşu karşılıyor beni. Mikrofondan okunan ezan sesini duymuyorum bile. Revakların arasında kayboluyorum adeta. Tüm sütunları kucaklayacakmışım gibi bir hisle başımı çeviriyorum duvarlara. Avlu içindeki kubbelerin küçük ihtişamı ana kubbeye yönlendiriyor beni. Ayasofya’nın kubbesini geçen Selimiye Camii kubbesinin hazırlığı diyorum Şehzade Camii’nin 18.42 metre çapındaki kubbesine.

İçerideyim. Dört yarım kubbe ve dışarıda gördüğüm ana kubbenin şimdi içeriden görünen billur hali. Ve bunların hepsi dört fil ayağına oturtulmuş vaziyette. Tüm duvarlar da bunlara bağlı olarak bir eseri oluşturmuş. Mihrap üstünde ve tüm kapı girişlerinde yer alan mukarnaslar adeta bu eşsiz sadeliği alabildiğine ihtişamlı gösteriyor. Onlarca penceresiyle içeriye dolan ışığın verdiği görüntü de yine Sinan’ın dehasına işaret ediyor.

Tekrar bahçedeyim ve girdiğim kapıdan şimdi dışarı çıkıyorum. Yani 16. yüzyıldan 21. yüzyıla dönüyorum. Evet, bir rüyadan uyandım ve gerçek, tüm çıplaklığıyla karşımda duruyor. Ezik büzük betondan evler, birbirine sırtını yaslamış yapılar, geçilmez çirkin mi çirkin sokaklar, çekilmez araba gürültüsü, birbirine bağıran, deli gibi etrafa koşturan, yere tüküren, kötü giyinen, ruhsuz, hissiz, gayri ahlaki insanlar…  Güzel bir rüyadan kabusa uyanıyorum sanki ve bu kâbus hiç bitmeyecek biçimde çepçevre sarıyor ruhumu. O kapıdan çıktığımda 21. yüzyılın beni daraltan, bunaltan, sesimi ve soluğumu kesen vahşi tavrıyla karşılaşıyorum. Bu geçmeyecek olan kâbus için aynı rüyaya dönmenin dayanılmaz isteği doğuyor bende. 21. yüzyıl İstanbul’unu 16. yüzyılının İstanbul’u haline getirmek muhal midir bilmem ama hayalini kurmak, rüyasını görmek neden zor olsun ki?

O halde hem kendime hem de siz sevgili okuyucuya şu soruyu sormak istiyorum; o kapıdan çıktığım an 16. yüzyılda olsaydım hangi manzarayla karşılaşırdım? Gelin birlikte gezelim o İstanbul’u…

                                                                     ***

Kapıdan çıktıktan sonra sanki sessiz bir dünyaya adım atmış gibi hissettim kendimi. Uzaktan gelen hafif uğultu dışında hiçbir ses işitmiyorum. Çevremde hemen hemen ev yok. Az ileriden atların nal sesleri geliyor. Biri atın yuları ellerinde dört nala sürüyor hayvanı, arkasından da ata bağlanmış dört tekerli bir kutu çekiliyor. Her yeri rahatlıkla görebiliyorum. Şehirde her şey yerli yerine oturtulmuş vaziyette. Hiçbir yapı bir diğer yapıyı taciz etmiyor, önüne geçmiyor. Şehrin dokusunu bozan hiçbir şey göremiyorum. Evler, camilerin minarelerini geçmediği için de ezan sesi tüm sokaklara yayılıyor. Şehrin yeşillerle örtülü güzelliği karşısında kalakalıyorum meydanda.

Şehrin en meşhur bedesteni olan Galata Bedesteni’ni görmeye gidiyorum. Bu bedestenler şehrin nabzının attığı yerler. Şehrin dörtte birini oluşturan bedestenler ekonomik açıdan büyük fayda sağlıyor. Üretilen her türlü mal buradan halka satılmakta. Kıymetli eşyaların da yer aldığı bedestenler ticaretin kalbi mesabesinde. Kuyumcular, halıcılar, kumaşçılar, aktarlar ile birlikte terzi, çömlekçi, iğneci, hakkak, bakırcı, ciltçi gibi esnaf ve zanaatkarlar da yer alıyor. Dışarıdan gelen yabancılar da yine bedestenlere uğramakta, hanlarda dinlenmekte. Aklıma Evliya Çelebi’nin, Seyahatnâme'sinde Galata Bedesteni’ni tarif edişi geliyor. “Bir kale gibi dört demir kapılı ve çatısı kurşunla örtülü kubbeli 200 dolaplı (dükkânlı) metin bir bedesten…”

Kare biçiminde inşa edilen ve dokuz bölüme ayrılan Galata Bedesteni’nin etrafında da Yelkenciler, Rüstem Paşa hanları ve bazı ahşap dükkânlı çarşılar yer alıyor.

İsminin Hakkak Ali olduğunu ve oymacılık mesleğini icra ettiğini öğrendiğim biriyle tanışıyorum bedestende. Çeşitli maden, ağaç ve taşlara çeşitli hat yazıları yazan ve bunu oyarak yapan hak ustası beni evine davet ediyor. Genişçe bir avlusu ve ortasında çeşmesi olan bir eve getiriyor beni. Ev iki kattan oluşuyor. Harem ve selamlığı bulunan Osmanlı evleri adeta bir Müslümanın en ideal şekilde yaşama yeri olarak inşa edilmiş. Kendi duygu ve düşünceleri Osmanlı evinin bizzat kendisinde toplanmış. Evin odaları birbirinden bağımsız biçimde yapılmış. Her bir odanın kapısı bahçeye ve avluya açılıyor. Kare planlı bu odalar her türlü görevi görüyor. Ahşap olan bu ev horasan harcı kullanılarak yapılan kolonlarla muhkemleştirilmiş.

Evde en çok dikkatimi çekense bir odadan diğer odaya dönerek geçen bir dolabın olması. Bu dolabı çevirdiğinizde diğer taraftan evin hanımının koyduğu herhangi bir şey döner dolap sayesinde yan odaya anında getiriliyor.

Neyle geçiyor bunların ömürleri diye düşünüyorum içimden. Eve geleli 10 dakika olmadı ama sanki 10 saattir bu evdeyim. Ali Usta bana şehirde insanların çoğaldığı için birkaç seneye varmaz buraların yaşanmaz bir yer olacağından bahsediyor. İçin için gülüyorum Ali Usta’nın sitemine. Evler, insanlar gibi duygu ve anlam yüklü biçimde şehre dahil olmuş vaziyette. Ev sahibi pencerelere konulan sarı renkli çiçeklerin o evde hasta olduğuna işaret olduğunu, eğer çiçekler kırmızı ise o evde evlenme çağında bir kızın olduğunu söylüyor. Ali Usta hakkaklığın inceliklerini anlatıyor. Uzun süre sarayın hakkaklığını da yapmış. Herkes hakkak olamıyor. Mesleğin sahibinden emin olunması için uzunca bir süre ve güven gerekiyor. Bu anlamda Ali Usta şehirde bir hayli ün yapmış ve mesleğini de hakkıyla icra ediyor. Sarayın birçok mührü onun elinden çıkma. Uzun bir sohbetin ardından Ali Usta’ya teşekkür edip evinden ayrılıyorum.

                                                                         ***

Osmanlı’nın en güzel işlerinden biri de imarethaneler. Şehirde imarethaneler sebebiyle kimse açta-açıkta kalmıyor. İmarethaneler ihtiyaç sahiplerinin tüm işlerini görüyor. Yolcuya, yolda kalmışa, düşküne, talebelere hayırda bulunan bu kurumlar şehrin adeta bel kemiği...

Baktığınızda şehir merkezini en başta cami, medrese, imaretler, şifahaneler, hanlar, hamamlar, bedestenler, çarşılar oluşturuyor. Şehir tabiatla hemen hemen uyum içinde. Camiler, evler, bedestenler, külliyeler, mektepler birbiriyle temas halinde. Fiziki bağlantıyla beraber kültürel çevre de kendini gösteriyor. Dağlar, ağaçlar, gölgelikler şehre apayrı güzellik katıyor. Ağaçlar çoğunlukla evlerin bahçelerinde bulunuyor. Tek katlı evler ve dışarıya meyveleri sarkan bahçeli ağaçları en güzel manzaraları oluşturuyor. Her evin ve mahallenin çevresinin açık olması da her şeyin göz önünde olmasını sağlıyor.

Bu ahenk ve üstün kültürün en büyük özelliği belirli kural ve kaidelerle birlik içinde olmasıdır. Bir mimar, ev inşa ederken etrafındaki evleri, çevreyi gözetmek zorunda ve bu şuurla hareket ediyor. Hatta evin dış cephe boyasında bile bu gözetiliyor. Bir birlik olmasa, kültür erozyonu yaşansa bu düzen olmaz. Sokakların bu kadar temiz olması da ahlakın ne kadar yüksek olduğunun tezahürü değil mi? Kalbini temiz tutanların evi ve sokağı da temiz oluyor.

Şehirde aslında toplumu dirlik halinde tutan mahalle... Mahalle en büyük fonksiyonu yüklenmiş vaziyette. Padişahın, kadının, denetimcinin önüne uğramadan birçok mesele mahalle içinde çözülüveriyor. Hatta mahallede bir yoksul varsa onun ihtiyaçları bile yukarıya temas edilmeden giderilebiliyor. Böylece devletin yönetimi en küçük dişlideki düzenden belli ediyor kendini.

Sokakta oturan hiç kimse yok. Aklıma İslam şehirlerinin sokaklarında başıboş oturulmayacağı geliyor. Çok az insan var ve bu insanlar da ya alışveriş yapıyor yahut bir şeyler satıyor. Elbette insanların toplanma yerleri cami yahut mescidler. İnsanlar camilerde namazlarını eda ettikten sonra ilmî ve fikrî sohbetlerde bulunuyor. Kimin derdi varsa toplulukla birlikte anında gideriliyor.

Şehir adeta insan gibi besleniyor. Şehir iştihası doymayanlar elinde boşluk bırakmayacak biçimde dip dibe ve göklere çıkarırcasına binalardan oluşmadığı için nefes alınabilen ve gözlere huzur sağlayan mahiyet arz ediyor. Mesela hayran kaldığım özelliklerden biri de çevreyi kirletecek ve insan sağlığını etkileyecek meslek grupları şehrin daha çok dışında yer alıyor yahut bu gibi dükkanların çevresi genişletilerek boş bırakılıyor. Diğer her türlü ticari işler bedestenlerde yapılıyor.

Mezarların insanlarla iç içe yaşadığını görüyorum. Her an ölüm ile hayatın ince bir çizgide oluşunu bilen ve sürekli ölümü hatırlatan bu görüntü dünya hayatının geçiciliğini gösteriyor halka.

Şehirleşme her yıl daha da hızlanarak genişliyor. 1580 yılını gördüğüm bu şehirde 16. yüzyılın başından bu zamana kadar Osmanlı nüfusu iki katına çıkmış. 1530-1580 yılları arasında bütün imparatorluk halkının nüfusu iki kat artmış ve 11 milyon olmuş. Buna rağmen şehirler ferah ve geldiğim zamana nisbetle insan azlığından dolayı değerler muhafaza ediliyor.

İstanbul'un şu anki nüfusu 300 binin üzerinde. Yani Paris ve Londra gibi şehirlerden 200 bin daha fazla bir nüfusa sahip. Tabii ki 300 binlik nüfus çeşitli milletlerden müteşekkil. Fetihten sonra İstanbul'da kalan ve fetih sonrası gelen çok millet oldu. Mesela Rum, Latin, Frenk, Ermeni, Kafkas, Roman milletleri vardı. Yine bu yıllarda İspanya tarafından zulme uğrayan ve baskı gören bir kısım Müslüman ve Yahudiler de vardı.

Her millet her yerde karışık oturuyor olsa da genel itibariyle hepsinin kendilerine ait topluca ikamet ettikleri bölgeleri mevcut.

Mesela Bizans İstanbul'unda Yahudilerin birçok kez şehirden kovulduğunu duydum. Fetih sonrası ise hepsine kapılar açılmış. Ermeni ve Yahudilerin bu Müslüman millete yapacakları zulmü ve vahşeti bilmiş olsalar acaba yine kabul ederler miydi? Elbette burada kimin tahakküm kurduğu önemlidir. Osmanlı hâkim olduğu sürece yan unsurların hepsini zapt-u rapt altına alıp kendi gayesi doğrultusunda kullanabilir. Çeşitli milletlerin kültür, sanat, zanaatlarından faydalanmak gibi. Mesela Ermeni mimarların mimari yapılarımızda eli olması, diğer milletlerin mesleki loncalarla beraber çalışıyor olması ve hepsinden de önemli olanı Osmanlı hukukuna göre hareket ediyor olmaları bu medeniyeti ayakta tutan temel unsurlardan... Bu şehirde yabancı milletlere bakıyorum da Osmanlı medeniyetinin din, kültür, gelenek ve ahlakından oldukça etkilenmişler. Hal, hareket ve tavırları Müslümanca.

Osmanlı’nın dünyaya en güzel misal teşkil ettiği unsurlardan başlıca olanı vakıflar. Her yerde vakıf mevcut. Sadece kendi insanına ve çevreye değil, dışarıdan gelen yabancı milletlere, hayvanlara ve eşyaya da hizmet veriyor vakıflar. Sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan vakıflar şehirlerin taşıyıcı kolonları adeta. Ayrıca vakıflar yoluyla elde edilen gelirle şehir yenileniyor, imar ediliyor, bakım-onarımı yapılıyor.

Dinî, ticarî, kültürel, eğitim, sosyal ve askerî sahada çeşitli vakıflarla İslam medeniyetinin insana, hayvana ve eşyaya nasıl değer verdiğini gösteren bu anlayış diğer milletlere de örnek oluyor. Bedestendeki esnaflar yabancı milletlerin Osmanlı’nın vakıf sistemine hayranlığını anlata anlata bitiremiyorlar.

Vakıfların varlığı şehri ayakta tutuyor ve şehre hayat veriyor. Cami, mescit, medrese, tekke, türbe, imarethane, kervansaray, han, hamam, kütüphane, su kuyusu, köprü, aşevi başta olmak üzere Leylek Vakfı, Duvar ve Sokak Temizliği Vakfı, Meyve Ağaçları Diken Vakıf, Köprüleri Sellerin Zararından Koruyan Vakıf, At Vakfı ve daha sayamayacağım onlarca vakıfla bir medeniyet inşa edilmiş.

Bir annenin evladını emzirmesi için inşa edilen vakıftan bir fidanın yeşermesi için inşa edilen vakfa kadar akla gelmeyecek incelikler kültürü bu şehri donatmış. İnsandaki servet hırsını, mal biriktirme isteğini, iştihasını, nefsindeki cimriliği yok eden; iyilik, cömertlik, merhamet gibi vasıfları öne çıkaran vakıf sistemi aynı zamanda Müslümanın yerine getirmesi gereken en asli görevlerinden biri.

Müslümanların dayanışma içinde olabileceği ve iyilik yapabileceği çokça araç var. Mesela sadaka taşları bunlardan biri. Şehrin birkaç yerinde gördüğüm ortası delik taşların içine Müslümanlar sadakalarını bırakıyor. İhtiyaç sahiplerini darda bırakmayacak bu uygulama gelecek nesillere de armağan olacak.

Yine borçluların sıkıntılarını giderecek kolaylıklardan biri de zimem defteri. Varlıklı insanlar dükkanlardaki veresiye defterlerindeki ihtiyaç sahiplerinin borçlarını siliyor ve onları sıkıntıdan kurtarıyor.

Dükkanların açık olmasına yabancılar şaşırıyor. Esnaftan birine neden hiçbir şeye kilit vurulmadığını soruyorum. 47 senelik ömrümde bir kere dahi hırsızlık vakasıyla karşılaşmadım diyor.

Dağlarla ovalar arasına kurulu olan Osmanlı şehirlerinde su da her yere ulaşıyor. Çeşmeler, sebiller, sarnıçlar, bentler, kemerler, kuyular adeta insanlara hizmet ediyor. Su medeniyeti diye boşuna demiyorlar. Osmanlı şehirlerinde Avrupalıların en çok şaşırdığı ve hayran kaldığı şeylerden biri. Medeniyetin uğramadığı Avrupa’da tuvalet, hamam yok. Paris’e gidenler şehrin berbat koktuğunu söylüyor. Anlaşılan Avrupa’nın suyla tanışmasına daha iki asır var.

Şehirlerin sokaklarında başıboş hiçbir insanın olmadığını söylemiştim. İnsanların çoğu cami çevresinde vakit geçiriyor yahut kahvehanelerde çeşitli toplantı ve sohbetlere katılıyor. Yazıdan ziyade söz milleti olduğumuz için insanlar bu sosyalleşme mekanlarında birbirlerinin sıkıntılarını, problemlerini gideriyor, mesele konuşuyor, fikir alışverişinde bulunuyor. Elbette çeşitli oyunlar da oynanıyor. Özellikle satranç oynayan insanları görüyorum kahvelerde. Avrupa’da çokça oynanan kâğıt oyunlarının hiçbiri yer almıyor buralarda.

Günümü, 1580 yılında İstanbul’un birkaç bölgesini dolaşarak bitiriyorum. 21. yüzyıla geçiş yapmadan evvel bir de Osmanlı’nın 17. yüzyılına uğrayıp gördüklerimi gelecek sayımızda anlatacağım sizlere.

Aylık Baran Dergisi 2. Sayı Nisan 202