Özellikle "Tarihçi değildi" telkini, Üstadın tarihe dair yaptığı tespitlere de gölge düşürmektir. Üstad Necip Fazıl elbette tarihçi değildir. Tenkidimiz de "Tarihçi olmadığına göre, söylediklerinin de bir kıymeti harbiyesi yoktur" anlayışınadır.
Zeytinburnu Belediyesi'nin Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in doğumunun 110. yılı anısına çıkardığı ve editörlüğünü Asım Öz, İsmail Kara ve Aykut Ertuğrul'un yaptığı 605 sayfalık "Necip Fazıl Kitabı" isimli kitapta Üstad Necip Fazıl'a dair kaleme alınan eleştiri yazıları üzerinde duracağım.
Kitap; "Hayat ve Eser", "Sanat ve Edebiyat", "Fikriyat ve Siyaset" adı altında üç bölümden oluşuyor. Araştırma yazılarının kimi bölümlerinde Üstadın tarihçi olmadığı, kimi sayfalarda ısrarla şair olduğu, sadece bir muharrir olduğu, sunduğu Büyük Doğu ideolocyasının bir ütopya olduğu, kimi yerlerde çektiği deha ıstırabının boş bir hafakan, korku ve yalnızlık hissi olduğu, gel-gitleri, çelişkileri olduğu, haddi aşan cümleler kurduğu, İbn Teymiye gibi isimleri eleştiri hususunda aşırıya kaçtığı ve daha birçok yersiz sözler; "tenkit" adı altında ve övgüler arasında bazen açıkça bazen de sezdirilmeden kullanılarak Üstad Necip Fazıl "portre"si çizilmektedir.
Kitabı görmezden gelebilir, dikkate almayabilirdim. Fakat iki sebepten dikkate aldım; birincisi kitaptan birçok kişi faydalanmak isteyecek ve Üstadı yanlış tanıyacak olması; ikincisi ise, kitapta hakkını vererek Üstadı değerlendiren ve tahlil ve analizlerde bulunan çalışmaların olması... Biz bu yazımızda kitapta yer alan eleştiriler çerçevesinde Üstad Necip Fazıl'ın tarihçiliğini ele almaya çalışacağız.
"Necip Fazıl Kitabı"nın giriş kısmında Rasim Özdenören, Üstad Necip Fazıl'ın bir tarihçi olmadığını aktarır.
TDK'da tarih, bir olayın gününü, ayını ve yılını bildiren söz ya da rakam olarak addedilir. Ayrıca ülkeleri, ulusları, toplumları, kuruluşları etkileyen eylemlerden doğan olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki nedensel bağları, bunların daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her ulusun kurduğu uygarlıkları, ulusların kendi iç sorunlarını vb. inceleyen bilimdir. Tarihçi ise geçmişte yaşanan hadiseleri, zaman ve mekan göstererek ve sebep-sonuç ilişkisine bağlı sistemli bilgilerle işleyen kişilere denir.
Fakat günümüzde sözlüklerde geçtiği üzere tarih ve tarihçilik, ansiklopedik bilgi dikizlemek, malumatfuruşluk ve kronolojik bilgi sıralaması yapmak olarak anlaşılıyor. Tarih, toplumun-insanın teşekkül eden zihnî-fikrî-ruhî tarafıyla ele alınır ve muhasebesi ona göre yapılır. Geçmiş geleceğe katkı niyetiyle ele alınır. Tarihçi, geçmişe bakmak için yönünü çevirmez, geçmişi yönüne çevirir. Tarih, kronolojik bilgiyle değil (ki bu da gerekli) hadiseye yanaşan insan şuuruyla bilinir ve "an" içinde idrak edilir. Tarihçi, tarihe müdahil olandır. Eşya ve hadiselere teshir rolüyle bunu yapandır. Yoksa diğer türlü kuru teferruatçılık, kuru tekrardan başka bir şey katmayacaktır. Tarihçinin tarihe objektif bakması bu yüzden düşünülemez. Çünkü insan subjektiftir ve ruha dayanarak, kendi şuuru seviyesince tarihi ele alır, muhasebesini yapar. Ki bugün tarihe dair binlerce araştırma, veri, tez, sentez insan şuuruna, insan düşüncesine dayanarak ortaya çıkmıştır. Yoksa kimse anı anına hiçbir vakayı anlatamaz. Buna ne kaynak yeterli olur ne da başka bir şey. Kronoloji-zamanbilimi tarihin kendisi değil tarihin ilimlerinden biridir. "Tarih, sun'i güzellemelere ait bir tertip ve saptırmalarla verme yerine, halihazırda doğru dürüst bir fikir mihrakının tesbitiyle 'düşman tecrübesi, dua yardımcısıdır' hikmetine ermişliği göstermek, malzemeyi böyle kullanmak"tır. (1) Tarih aynı zamanda, tarihçinin ne anladığıdır. Buna nisbetle tarihçi, neyi anlatıyor olursa olsun işin keyfiyetini sunabilendir. "Tarih, kilo hesabıyla ölçülebilir bir bilgi de değildir. Hadiselere bakan ve irfan kıvamı içindir; kendi öz mavzuuna bakışta bile. Böyle bir gayeye girince, onun karanlık taraflarının bir piramidin yukarıya doğru merkezi bir toplanış ifade etmesine benzer bir şekilde, aradaki eksik taşların yokluğunu da giderici mahiyeti ortaya çıkar." (2) Meselelere bedahet halinde bakan insan, tarihin dış yüzüyle birlikte iç yüzünü de kavrar, idrak eder. Bu vesileyle tarihe bakmadan önce tarihçinin kimliğine, şahsiyetine bakmak elzemdir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'nun tesbitiyle; "Valery'nin eserden çok eseri verene dikkati, Picasso'nun resimden çok ressamın şahsiyetine duyduğu ilgi neyse, eserden çok müessire ilgi de o; tarih bahsinde hadiseleri raksettiren keyfiyeti duymak..." (3) Tarihe mezkur çerçeveden bakmadıkça, örneklerinde gördüğümüz yap-boz tarihçilik meydana çıkıyor. Tarık bin Ziyad'ın gemileri yakmadığını, Fatih Sultan Mehmed'in gemileri karadan yürütmediğini kaynakta olmadığından dolayı inkar eden tarihçi, kaynaklara bağlı olarak devamlı bir tereddüt halinde yaşayacak, determinist zihniyetle hadiselere de kör bakmak zorunda kalacaktır. Böylece takılı kaldığı şartlar, tarihçiyi kaynak peşinde döndürüp dolandıracak, tekrar başa getirecektir.
Tarihin tamamen kaynaklardan ibaret olduğuna inanan biri ve tarihi böyle ele alan biri nasıl doğru tesbitleri ortaya koyabilecek? Nitekim aynı kaynaklardan başka başka şeyler anlayan bir diğer tarihçinin varlığı söz konusu iken bir kaynaktan yüzlerce mana anlaşıldığına göre; tarih, kaynaktan ziyade insan şuuruna göre temerküz eder, etmelidir. Kaynaktan ise istifade edilir. "Tarih itiyad kazanmaya hizmet eder. 'Geçmişe mana veren halihazırdaki şuur'; bu, bir ideolocya manzumesinin kendi olmaya kadar gider. Tarih, sadece siyasi bakımdan değil, her şeye dair mevzularıyla, sadece olanlar değil, olsaydılar, bunun yanında olması gereken gelecek hayalleriyle, bahsi geçen ideolocya manzumesinde asıl veya nüve şeklinde yerini alır. Bu anlayış, ruh ve sistem." (4) Bu sebeple Büyük Doğu Külliyatı ve İbda Külliyatını okuyanlar şu gerçekle karşılacaklar. Üstad Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu, tarihi işe yaramaz konumdan çıkarıyor, ehlileştiriyor. Kendi dünya görüşlerine nisbetle tarihi muhasebe ediyor. Misal, mütefekkir Mirzabeyoğlu'nun alt başlığı "tarih" olan Ölüm Odası eserinin ikinci cildinde tarih, Anadolu keyfiyetiyle işlenmiş, soylu izahı yapılmıştır.
Üstad Necip Fazıl’ın; Ulu Hakan Abdülhamid Han, Benim Gözümle Menderes, Vatan Dostu Sultan Vahidüddin, Put Adam, Çöle İnen Nur, Sahte Kahramanlar, Çerçeve, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, Türkiye'nin Manzarası, İhtilal, Moskof birer tarih eserleridir. Üstad, bu eserlerle tarihe ve yakın tarihe nasıl bakılacağını tarihçilere göstermiş, bir nesle unutturulan Abdülhamid Han'ı tekrar hatırlatmış, Vahdettin Han'ın hain olmadığını ispat etmiş, Mustafa Kemal'in vatanı İngilizlere peşkeş çektiğini yine eserleriyle göstermiş, elbette bunları da bizzat İslam'ın ve Müslümanların rahat bırakılmadığı, hor görüldüğü bir dönemde kaleme almış, tesbit ve tahlillerle Kanuni'den günümüze kadar tarihin muhasebesini yapmıştır. Akabinde bu eserlerden dolayı da birçok kez hapse mahkum edilmiştir.
Şimdi, "Necip Fazıl tarihçi değil, tarihe dair söylemleri dikkate alınmaz" diyen kişilere, Üstadın tarihi nasıl ele aldığını da göstermiş olduğumuzu umuyor, tarihçiliği Batılıların kendi literatürlerinde belirlediği kişiler üzerine hapsetmiyor ve bu işin asıl boyutunun böyle olması gerektiğini belirlemiş oluyoruz. Özellikle "Tarihçi değildi" telkini, Üstadın tarihe dair yaptığı tespitleri de gölge düşürmektir. Üstad Necip Fazıl elbette tarihçi değildir. Tenkidimiz de "Tarihçi olmadığına göre, söylediklerinin de bir kıymeti harbiyesi yoktur" anlayışınadır. Üstad, hadiseleri tarih ve tarih edebiyatı nazarında değil, onun tabiriyle "sadece vakıalar temeli üzerinde, ilmî, aklî, teessürî, her melekeye dayanan bir (tez), bir (manifest), bir dâva çerçevesi" içerisinde sunmaktadır. Tarihçilik zaten onların istediği şekilde olsaydı, Necip Fazıl Kısakürek, tarihçilerin kutbu olurdu. Ki bugün tarihçilerin kutbu diye lanse ettikleri kişinin sırf vesika bulamadı diye koskoca gerçeği iptal etmesi de abesle iştigal. Zaten Üstad vasfını taşıyan birine "bu iktisatçı değil, bu tarihçi değil, bu profesör değil" gibi tanımlamalar da yakışık almaz. Çünkü "Üstad" vasfını yüklenen biri için bunların hepsi bir bütün halinde onun şahsında mevcuttur.
Nitekim Üstad “tarihçi” olmadığını kendisi de söylemektedir. Dolayısıyla “Üstad tarihçi değildi.” eleştirisi kara çalmak adına zırvalamaktan başka bir mânâ ihtiva etmemektedir. Üstadın tarihi ve tarihçiliği nasıl gördüğünü onun kaleminden verelim:
"Ben, sanat ve tefekkür adamı olmak dâvasındayım ve tarihçi değilim. İrfan sahiplerince bilinir ki, hikmet ilmin, ilim de tekniğin üstündedir; tarih ise bu üç görüş şekline göre çeşitli... Tarihi, hikmet yönünden ele alan, onu, kafasındaki tezatsız ve her örgüsü tamam bir dünya görüşüne nispet eder. İlim gözüyle yuğuran, vakıaları sağlam bir (analiz) ve (sentez) halinde umumi kıymet hükümlerine bağlar. Teknik bakımından inceleyen de, sadece malzeme ve ham madde verir ve gerisi için tasa çekmez. Bu üç faaliyet nevinin sahiplerinden birincisi, cemiyet hamulkârı büyük fikirci, ikincisi tarihi kendi içinde ve zamanının anlayışına göre muhasebe eden meslekî ilimci, üçüncüsü de bu rizikolu ve belâlı işlerden kaçınıp, yalnız dış şekil bakımından 'doğru' ve 'yanlış' ölçüsüyle hareket eden ve mansaptan evvel menbaı tutmaya bakan kuru müşahedeci... Herbirinin ayrı ayrı hakları olan bu üç sınıf iş sahibinden ilki, dünya çapında tefsirci ressam, öbürü sınırlı görüş peşinde usta fırça sahibi, daha öbürü de düpedüz fotoğrafçı... İlkinde hikmet kanatlı büyük ruh, öbüründe mevzuuyla kayıtlı mahallî idrak, daha öbüründe de dış hakikat kaygılı yavan akıl iş görür. Birinciye azametli hamle, ikinciye şerefli vazife, üçüncüye de tarafsız ihtiyat düşer; ve büyük sorumluluk, şüphesiz birinciden başlar. Benim yaptığım, tamamiyle örgüleşebildiğine şahit olduğum bellibaşlı bir ideolocya örgüsü karşısında, tarih görüşümüzün en hassas nahiyelerinden birine ait umumî kıymet hükmünü, çizgi çizgi billûrlaştırmaktır. Öğretmek istediğim, vakıalar değil, mânâlardır. Usûlüm de, tarihin ikinci ve üçüncü nevinden inşasındaki kanunlara aykırılık göstermeden, üstelik bunlardan yeteri kadar pay alarak, birinci soya bağlı bir hikmet ve sanat fırçasiyle içyüzlere inmek ve (dinamik) çizgiler yolundan, hikâye üstü ruha tırmanmak..." (5)
"Necip Fazıl Kitabı"nda Üstadın bir gece vakti kapısını çalıp yakasına yapışarak "beni sen mahvettin" diyen kişinin kim olduğu meçhul bırakılmış ve Üstadın "Işık" yazısıyla müjdelediği Akıncı Güç kadrosundan ise hiç bahsedilmemiş. Üstadın aradığını bulamadığı, yalnız yaşayıp yalnız öldüğün iddialarına da gelecek yazımızda açıklık getirmeye çalışacağız.
Kaynak
1. Ölüm Odası B-Yedi -Tarih-, Salih Mirzabeyoğlu, 2013, II. Cilt, s. 928.
2. Ölüm Odası, Mirzabeyoğlu, II. Cilt, s. 953.
3. Ölüm Odası, Mirzabeyoğlu, II. Cilt, s. 924.
4. Ölüm Odası, Mirzabeyoğlu, I. Cilt, s. 762.
5. Ulu Hakan: II. Abdülhamid Han, Necip Fazıl Kısakürek, 1981, Önsöz.
Aylık Dergisi 196. Sayı