Geçmişte olup bitmiş hadiseler için “şöyle olsaydı” diye değerlendirmeler yapmak yersizdir ama bir şeyleri doğru anlamak açısından yeri gelir yapılır. Şeyh Sait hadisesi hakkında yapacağımız da budur. “Şeyh Sait hadisesi Müslümanlara ne zarar getirdi ve eğer bu hadise olmasaydı işler nasıl seyrederdi” diye sorarak bir deneme yapmak istiyoruz. Bunu İbda tarihinin başlangıcı olan 1919’da Abdülhakim Arvasi hazretlerinin Kurtuluş Savaşına verdiği destekle iç içe değerlendireceğiz.
Öncelikle Şeyh Sait isyanı hakkında kısaca konuşalım. 1925 yılında patlayan bu hadise gerçekten planlanmış bir hareket olmayıp kışkırtma şeklinde patlak vermiş ve genç Cumhuriyet rejimine bir anda İslam karşıtı devrimleri gerçekleştirmek için fırsat sağlamıştır. Şeyh Sait’in basiretli davranmayıp oyuna gelmesi yüzünden büyüyen isyan sonunda Müslüman halk büyük zarar görmüştür. Yeni rejimin güdücüleri henüz nasıl bir idare yolu izleyeceklerine karar verememişken, daha doğrusu henüz gözleri kesmezken, Şeyh Sait’in çıkışıyla teşebbüse mecbur olmuşlardır. Aksi takdirde çekilip yeni kurdukları devletin çökmesine izin vereceklerdi. Mecburen teşebbüse geçip kanlı şekilde isyanı bastırdılar ve demokrasiyi iptal edip tek parti düzenine geçerek cebren devrimleri gerçekleştirdiler.
Şimdi de İbda’nın başlangıç tarihi 1919 nedir kısaca anlatayım: Büyük Doğu-İbda’nın mânen bağlı olduğu Nakşibendî şeyhi Abdülhakim Arvasî hazretleri, 1919 yılında başlayan Kurtuluş Savaşı için destek istemeye gelen Fevzi Çakmak’a açık desteğini sunmuştu. Cumhuriyet rejimiyle beraber Müslüman halkın başına getirilenlerden dolayı haklı olarak sorulacak “neye destek” sorusuna cevaben İbda Mimarı “rıza değil katlanış” olarak açıklar bunun hikmetini. Yani o demlerde her cephede yenilmiş ve neredeyse devletsiz ve esir duruma düşmüş Anadolu’nun kurtuluşu için Batılılarla ilişkileri iyi olan ve de Yunan işgaline karşı halkı örgütleyebilecek İttihatçı subayların önderliğine katlanmaktı bu. Bir şekilde savaşı kazanmak ve küçük de olsa bir toprak parçası üzerinde istiklal sahibi olmak en hayatî ihtiyaçtı. Aksi halde Anadolu işgal altında parçalanacak ve Müslüman halk esir düşecekti. Kurtuluş Savaşı sonunda İttihatçı Osmanlı subayları önderliğinde Anadolu kurtuldu. Bu önderliğin Batı açısından kabul edilebilir olmasından dolayı da bağımsız bir devlet sahibi olmamıza rıza gösterildi. Batılı düşman devletlerle belli şartlarda anlaşıp kaybettiği toprakların peşine düşmeyecek zararsız bir devlet olarak savaşı bu şekilde bitirmek kaçınılmaz olarak en doğru yoldu. Kısacası maksat hâsıl oldu.
Yeni rejimin kurucularının ağırlıklı olarak İslam’a karşı oldukları bilinse de, Müslüman halkı karşılarına alacak durumları da yoktu. Müslüman halkın da bu önder kadro olmadan yürümesi çok zordu. Zamanla her iki kesim belli bir uyuşma içinde devam edecekti. Nereye kadar derseniz, onu bilmek kolay değil. Muhakkak olan şu ki, hem cumhuriyetin idarecileri, hem de cumhuriyete rıza gösteren halk birbirine karşı güvensiz, hatta peşrev çeken pehlivanlar gibi pür dikkat durumdaydı. Yeni rejim demokrasiyi kabul ettiğinden dolayı seçimle mevcut hükümet sınanacaktı. Ve yine muhakkak ki, ilk seçimde rejimin kurucusu Halk Fırkası kaybedecekti. Muhalif Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın halktan gördüğü rağbetten belliydi bu sonuç. Buradan şunu tahmin edebiliriz. Kurtuluş Savaşı’na destek veren İrşad Kutbu, sonraki dönemde önder kadronun İslam’a karşı zararlı olamayacağı bir gelecek planlaması yapmıştı. Maalesef Şeyh Sait isyanının patlamasıyla demokrasi ortadan kalktı, gittikçe sertleşen bir tek parti rejiminin önü açıldı. Üstad Necip Fazıl, Şeyh Sait’in bilmeyerek zulmün önünü açtığını ve mazlum olduğunu söyler. Sonuçta olan oldu ve beklenen istikbal yerle bir oldu.
Peki Şeyh Sait isyanı olmasa ne olurdu. Yine Üstad, Son Devrin Din mazlumları adlı eserinde “Milli Damat” Metin Toker’den şunları aktarıyor: “Muhalefet ister istemez çok geniş bir muhafazakâr kütleye dayanacaktı. İktidar ister istemez çok ufak bir “avantgarde” ile yetinecekti. Kudret sahibini oy takdir ettiği takdirde, muhafazakâr, en azından pek ılımlı devrimci muhalefetin, iktidarı alacağı tabiiydi.” “… Şeyh Sait ve isyanı, onları bir tercih yapmak durumuna getiren olaydır ve önemini buradan almaktadır.” (s. 46,47) Ne kadar açık değil mi? İlk seçimde Türkiye büyük ihtimalle Halk Fırkası’nı iktidardan indirecekti. Yeni gelen TCF, Halk Fırkası gibi İslam düşmanı olmadığından bildiğimiz hikâye yaşanmayacaktı. Olur da iktidar değişmemiş olsaydı bile 1929 bunalımıyla korkunç sefalete düşen ülkede Halk Fırkası iktidarı kesinlikle sona ererdi. Üstelik dünyada topyekûn yıkım olduğundan iç işlerimizde daha rahat hareket edebilirdik. Çünkü Batıya şirin görünme ihtiyacı otomatik olarak azalacaktı. Bunun peşinden Avrupa’da Faşizm ve Nazizm’in doğması sayesinde düşman İngiliz gücüne karşı denge imkânı elde edeceğimizden dolayı, kaybettiğimiz pek çok şeyi geri alabilme şansımız olacaktı.
O dönemlerde Boğazlar İngilizlerin elindeydi. İstikbalde Almanlarla savaşacağını bilen İngilizler, tarafsız bir devlet elinde olursa Alman saldırısına uğramaz diye 1936 Montrö Sözleşmesiyle boğazları bize terk ediverdiler. Fransızlar da 1939’da Hatay’ı benzer korkuyla bize geri verdiler. Bilindiği gibi Boğazlar, Birinci Dünya Savaşının galiplerinin işgal ettikleri bölgelerdeki manda idaresini temsil eden Milletler Cemiyeti denetimindeydi. Hitler’in de bariz şekilde silahlanarak Birinci Dünya Savaşı yenilgisinin intikamını almaya kalkışacağı besbelliydi. Bu durumda Boğazlar Hitler’in saldırmak isteyeceği en önemli hedeflerdendi. Bu vesileyle İngiliz’in istikbal hesabı yaparken gösterdiği dehayı da belirtmiş olalım. Batıyla bu kadar uyumlu, askeri ve ekonomik açıdan o kadar kötü durumdaki Türkiye’den korkup da bu tavizleri verdiklerini düşünen yoktur zannederim. Bu şartlarda Türkiye çok büyük fırsat yakaladı. Misak-ı Milli dâhilinde olup Lozan’da kaybedilmiş topraklar geri alınabilir, hatta hilafetin geri getirilmesi bile konuşulabilirdi. Onun yerine pek az kazançla yetinildi. Prusya ekolüne hayran olan tek parti kadrosu yani bizim Jön Türk geleneği bağlıları, 1930lu yıllarda ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’e bariz yakınlık sergileyerek yanlış siyaset izledi. Daha önce Almanya’nın yanında savaşa girip Osmanlı’yı çökerten İttihatçı kafasının sığlığından başka sonuç çıkmazdı. Halbuki o demlerde Üstad Necip Fazıl Almanya karşısında alenen İngiltere’ye yakın olmak gerekliliğini söylemekteydi. İki kötü arasından menfaatini devşirmeye çalışan üstün siyaset karşısında Jön Türk geleneğinden gelen tek parti iktidarının yanlış siyaseti kendi sonunu hazırladı ve zorla demokrasiye geçen Türkiye’de bir daha iktidar yüzü göremedi. Tersi olsaydı yani Türkiye Almanya’ya karşı müttefikleri destekleseydi kesinlikle Türkiye büyük kazançlar elde edebilirdi. Zıt rüzgarlar arasında ayakta kalmanın yolu istikbalde kazanacağı belli olan rüzgâra sırtını dayamaktır. Savaş sonrasında SSCB tehlikesine karşı yine benzer yakınlıkla Batı’ya yaslanma zarureti ve Batı’nın Türkiye’ye ihtiyacı sayesinde elde edilecek tavizleri düşünürsek bugün bambaşka bir Türkiye olabilirdi.
Savaş boyunca tarafsız kalıp her iki tarafı da istismar eden ve bu sayede 1975’te ölene kadar Avrupa’nın göbeğinde diktatör olarak ayakta kalmayı başaran General Franco örneğinden yola çıkarsak genç devletimiz hiç de İslam’la ve Müslüman halkla çatışmadan pekâlâ büyüyüp gelişebilirdi. Toprak, nüfus ve etki alanı olarak daha büyük, hem de endüstriyel açıdan çok daha iyi seviyede olabilirdi. Ne yazık ki bunlar olmadı, olamadı. Bir kere çarpışmaya mecbur olan ve kazanan Halk Fırkası fırsatın büyüklüğü ve zaferin rüzgarıyla aldı yürüdü. 1929 bunalımıyla her yerde iktidarlar tepe taklak olurken, muhalefet edebilecek kişileri ortadan kaldırmış ve halkı da ezmiş olan Halk Fırkası, sadece parasızlık dolayısıyla Dersim’in yok edilmesini ertelemek dışında her istediğini yaptı. Böylece Nakşibendi şeyhi Abdülhakim Arvasi hazretlerinin istikbal için izlediği üstün siyaset Şeyh Sait isyanıyla daha ileri istikbale ertelenmiş oldu. Takdir tedbiri bozar, Allah böyle istemiş.
Baran Dergisi 764.Sayı