Gülüp geçtiğimiz melodramlardaki iyi ve kötü çatışmasının yerini yalan ve hile aldı. Artık yanlışa yanlış, kötüye kötü, çirkine çirkin demek ayrımcılık ve suç oldu. Birbirine tam tezat halinde ne varsa o ikisi arasında bir üçüncünün varlığını kabul, yahut her ikisini de içine alan bir sentezleme mecburiyet haline geldi. Sanki istenen, her şeyin yuvarlak hale gelmesi. Akademide bile durum böyledir. Hal böyle olunca insanlar karaktersiz, şahsiyetsiz ve kimliksiz hale gelmek zorundadır.

Münafık…

Kendi sinsi emellerini gizleyerek ihanet eden alçaktan bahsetmiyoruz. O da bu cümleden olmakla beraber, münafık; inanmadığı şeyi söyleyen, inandığı şeye bağlılığı zayıf, inkâr ettiği şeye benzemeye meyilli, renkten renge şekilden şekile kolayca giren, hâsılı insanoğluna mahsus inanma kabiliyetinden mahrum, maddemsi ve insansı tuhaf yaratık. Bu karakteri zamanımız insanının umumî mizacı olarak kaydetmek durumundayız. I. Dünya Savaşı felaketiyle yıkılan klasik dünyanın kadim değerlerinin 20. asır boyunca ayakaltı edilmesi sonucunda bu aşağılık mizaç kendi tarihinin en parlak günlerini yaşamaya başladı. Hala insan kalmaya çalışanların öcü gibi kaldığı bu devir tabiri caizse münafığın altın çağı oldu.

Münâfikûn Suresi 1. ayette mealen şöyle buyruluyor: “Münafıklar sana geldiklerinde: Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın Resûlüsün, derler. Allah da bilir ki sen elbette, O'nun Resûlüsün. Allah, münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir.” Görüldüğü gibi münafıklar Peygamber Efendimiz’i tasdik ettiklerini söyledikleri halde Allah-u Teâlâ tarafından yalancı olarak vasıflandırılmışlardır. Söyledikleri şey doğru olduğu halde yalancı olmaları, aslında inanmadıkları şeyi söylemelerindendir. İbda Mimarı, eserlerinde münafık mizacından bahsederken “imanı da inkârı da zayıf” diye tarif eder. Münafığın diğer alçak hususiyetlerine kadar lafı uzatmadan bu esasları sabit tutarak zamanımız insanına baktığımızda gördüğümüz şey şahane bir münafık resmi oluyor.

İbda Mimarı’nın “kapatılan asır” diye tarif ettiği 20. yüzyıl, hakikati örtüp kapatma manasına aldığımızda tam bir “küfür asrı” anlamına gelir. I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlıyla beraber klasik dünyanın çöküşü bu küfür asrının asıl başlangıcı sayılmalıdır. Ondan önce şöyle bir dünya vardı: İnsanlar dine inanırdı, yani Hak veya batıl inanma vardı, insanlar inanıyordu, dünyanın rengini de o inanç çerçevesinde algılıyordu. Milletleri krallar yönetiyor, gençler yaşlılara hürmet ediyor ve kadınlar erkeklere itaat ediyordu. İnandığına ve sevdiğine vefa ve sadakat son derece önemliydi. Hak kutbunu temsil eden Müslümanlarda sayısız kahramanlar olduğu gibi batıl kutupta da kendi inancı için ölüme meydan okuyan cesur adamlar mebzûl miktardaydı. Bedir’de müşrik ordusu saflarından mübarezeye çıkanlar, Hıristiyanlık gayretiyle Haçlı Seferlerine katılan şövalyeler bu cümledendir. Kazıklı Voyvoda namıyla bildiğimiz Vlad Çepeş bile Osmanlı ordusu tarafından kıstırıldığında Fatih’i vurmak için gece baskınına cesaret etmiş bir adamdı.

Bir tek Yahudi denen mahlûk bu üstün insanî vasıflardan mahrum olarak farelere mahsus bir hayat yaşardı ve pislik muamelesi görürdü. İnanmadığı şeyi söylemekte benzersiz olan Yahudi, söylediği yalana sadakatte eşsizdi. Hangi kılığa girerse o kılığa hiç yakışmayacak derecede uygunluk belirterek kendini ele veren Yahudi, sapıkça bir vecd içinde kendi yalanına inanır. Nihayet kendini aşağılayan kudretlilerden ve cesurlardan intikamını her türlü fitne fesat ve sair münafıklık usulleriyle almayı başaran Yahudi, bu yolda kendisi gibi alçak karakterli iki müttefik buldu. Bu müttefiklerin biri, Hıristiyanlığı asla kabul etmeyip kendine benzeterek farklı yol tutan, Buckingham Sarayı’nın kapıları arkasında ne tür bir zombi hayatı yaşadığı herkes tarafından sezilen ama hakkında az konuşulan, hasislikte Yahudiyle at başı giden sinsi İngiliz Krallığı, diğeri de ruhunu şeytana satmış masonlardır. Aydınlanma Çağı diye anılan ama aslında “Karartma Çağı” diye anılması gereken 18. asırdan itibaren sürekli kazanarak insanlığı yeryüzünde zindana tıkan Yahudi, yendiği eski klasik dünyaya ait ne varsa hepsini yıpratıp içini boşalttıktan sonra kendi mizacında bir insanlık mayaladı. Güya eski dünyanın arızalı taraflarını yontarmış gibi görünürken insanları en başta dinden uzaklaştırarak her türlü aidiyet duygularını zayıflatmış, bireyselcilik adı altında bencilliğe ve yalnızlığa mahkûm ederek küspeye dönüştürmüştür. Gelinen son noktada insanların neredeyse gerçeklik algısı bile bozulmuştur. Bunu biraz somutlaştırmak gerekirse; bir zamanlar filmlerde görmeye alıştığımız güzel ve zarif kadınlarla cesur ve karizmatik adamların yerini kadına benzemeyen ucube dişiler ve sümüklü oğlanlar aldı. Gülüp geçtiğimiz melodramlardaki iyi ve kötü çatışmasının yerini yalan ve hile aldı. Artık yanlışa yanlış, kötüye kötü, çirkine çirkin demek ayrımcılık ve suç oldu. Birbirine tam tezat halinde ne varsa o ikisi arasında bir üçüncünün varlığını kabul, yahut her ikisini de içine alan bir sentezleme mecburiyet haline geldi. Sanki istenen, her şeyin yuvarlak hale gelmesi. Akademide bile durum böyledir. Hal böyle olunca insanlar karaktersiz, şahsiyetsiz ve kimliksiz hale gelmek zorundadır. Esas ve mesned sahibi hiçbir dava ve görüş bu insan tarlası içinde yeşeremez, çünkü körün renkleri idrak edememesi gibi bir mahrumiyet, bir imkânsızlık söz konusudur.

Üstte dile getirdiğimiz korkunç manzaranın yeryüzündeki en güzel (!) örneği kendi ülkemizdir. Birden bire Atatürkçülük, demokratlık, laiklik ve Türkçülük maskesi takan İslamcılar (!), kapitalizme karşıyız derken onun emrinde din düşmanlığı yapan komünistler (esasta din düşmanı oldukları için ünlem işaretine gerek yok), din düşmanlığından başka varlık sebebi olmadığı halde dinî motiflere sarılan, Kürtler’e ettiği onca zulme rağmen yine kurbanından medet uman CHP, Kürtlüğünden ziyade dindarlığından dolayı laik rejimin zulmüne uğradığı halde katiliyle yan yana saf tutmaktan utanmayan ve Kürtlere samimi olarak el uzatmış Erdoğan’a Türk burjuvası ve Türk Soluyla bir olup her türlü düşmanlığı eden Kürtçüler, Avrupalıların pisliğini seve seve temizleyip Suriyeli düşmanlığı eden Türkçüler, hiçbir sanat değeri olmayan pespaye şarkıcıları alkışlayan sanatseverler, sapla samanı karıştırıp ortalığa eden filozof müsveddelerini hem de hiçbir şeyini anlamadıkları halde iltifat yağmuruna tutan  fikirbazlar, en üfürükten meselelerde keskinleşip en keskin meselelerde üfleyince uçan şeriatçı (!) hocalar!... Ve en kötüsü, bunca sahtekârlık ve iki yüzlülüğe rağmen herkesin birbirini iyi tanıyor olması ve buna rağmen aynı yalanı sürdürmesi… Bu olsa olsa insanların inanma kabiliyetinin havaya uçmasından dolayıdır. Sürekli tükürdüğünü yalama ve dün ak dediğine bugün kara diyebilmesi için insanın kendisini ayakta tutan esas ve mesned neyse onunla bağının kopması yahut böyle bir esasa bağlı olabilme kabiliyetinin ölmesi gerekir.

Bu berbat vaziyet, sadece Müslümanlara değil tüm insanlığa şamil hale gelmiş olduğu için esasta bizim imanımız için korkunç bir tehdid olmakla beraber insanoğlunun da sonunu getirecek derecede tehlikelidir. Sık sık dile getirilen küresel projeler, insanların köle haline getirilmesi için teknolojinin kullanılması ve çip takılması gibi iddialar bir yana, insanların inanma kabiliyetinin çürütüldüğü bu iklimde zaten köleleşmeye müsait hale gelinmiştir. Orwell’in 1984 romanındaki işkenceli beyin yıkama metodlarına da ihtiyaç yoktur. Üstad Necip Fazıl’ın “ızdırap duyma hassasını kaybetmiş olmak” tarifine denk düşer bir şekilde en temel insanî vasıf olan “inanma” kabiliyetinin azaldığı yerde her türlü pislik rahatlıkla çoğalır. Çünkü bu durumda içgüdülerden başka itici güç kalmaz. O zaman inanç ve ideal gibi şeyler de münafık mizacı tarafından eğilip bükülerek yuvarlanır ve dünyevî hırslar için kullanışlı hale getirilir. İnsan olarak içi boşalmış sürülerin global seküler lağımın pompaladığı pislikler karşısında direnme, kaçınma, mücadele etme gibi bir meyil göstermesi beklenemez, bilakis o insanların bu pislikleri iştahla mideye indirmesi beklenebilir. Nitekim öyle de olmaktadır.

Bugün tüm dünyada insanların zihnine pompalanan her türlü kaypaklık ve yuvarlaklık sembolleri reaksiyon görmeden yayılıp dururken, bunun farkında olanların sayısı azalıyor. Meşhur hikâyede olduğu gibi suyunu içenleri delirten çeşmeden zehirlenenlerin sayısı arttıkça akıllılar deli muamelesi görmeye doğru gidiyor. Suyun dibine batınca ayağını zemine vurup yukarı çıkma fırsatı bulma gibi bir umutla kurtulmayı bekleyen insanoğlunun en zelil çağı belki de bu.

Aylık Baran Dergisi 26. Sayı, Nisan 2024