Giriş
Ahlak, hiçbir düşünürün bigâne kalamayacağı bir alandır. En mücerret teoriler dahil olmak üzere esasen tüm düşüncelerin ahlaki bir kaygının sebebi veya neticesi olduğu gibi bir iddialı cümleyi kurabilmemiz mümkündür. Bu noktada bir din olarak İslam’ın insan hayatını şekillendirmesi göz önüne alındığında ahlakın, Müslümanlar için ayrı bir önemi olduğu muhakkaktır. İslam tarihinde bu ifadenin yansımasını izlediğimiz ekoller, kişiler ve kitaplar bulunmaktadır. Bunlardan birisi de Rağıb el-İsfahânî ve onun müstesna eseri ez-Zerî’a ilâ mekârimi’ş-şerî’a’dır. Genellikle Kur’an ilimlerine dair yaptığı çalışmalar ile bilinen Rağıb el-İsfahânî’nin (ö. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği) hayatı hakkında elimizde pek veri bulunmamaktadır. Ancak doğum ve ölüm tarihlerinden ve ayrıca yaşadığı coğrafyayı göz önüne aldığımızda farklı gruplarla iletişim halinde olduğunu tespit etmek mümkündür. Özellikle yaşadığı coğrafya itibariyle Ehli Sünnet ekollerin yanında Mutezîlilerden ve İbn Miskeveyh gibi filozoflardan etkilendiği açıktır. Ayrıca İsfahânî’nin İbn Sina ve Farabi gibi filozoflardan haberdar olduğunu yine kaynaklardan yola çıkarak ifade etmemiz mümkündür.
Rağıb el-İsfahânî’nin, kelami ve felsefi tartışmaların göbeğinde kaleme aldığı ez-Zerî’a, esasen ahlaka dair bir kitaptır. Ancak bu kitap muadillerine nazaran tertibi, başlıkları, işlediği mevzular ve akıl yürütmeleri ile kendine has bir çizgi oluşturmaktadır. Bu noktada onu diğerlerinden ayıran en önemli unsur, din ve felsefe arasında kurmaya çalıştığı bağdır. İsfahânî, bu çalışmasıyla Farabi’de izlerini görebildiğimiz felsefe ve din arasındaki gerilimi giderme çalışmalarından farklı bir kanadı temsil eder. Onun, dinin esas alınması ki burada kastı nasslardır ve felsefenin ise araçsallaştırılması gibi bir gayesi bulunmaktadır. Biz bu yazımızda ağırlıklı olarak ez-Zerî’a eseri üzerinde Rağıb el-İsfahânî’nin ahlaka dair görüşlerini serdetmeye çalışacağız. Bu noktayı açmak adına, ahlakın tanımının ne olduğu, insanın yetileri, akıl ve din arasındaki ilişki, ahlakın kaynağı, doğuştan gelen yetiler, ahlakın değişmesi ve erdemler gibi meselelere değineceğiz. Ağırlıklı olarak ez-Zerî’a esas alınmakla birlikte, bazı noktalarda müphem kalabilecek konuları açmak adına yine Rağıb el-İsfahânî’ye ait olan Tafṣîlü’n-neşʾeteyn ve taḥṣîlü’s-sa’âdeteyn adlı esere atıflar yapacağız.
Ahlakın Tanımı
Bir nesnenin veya olgunun tanımını verebilmek, o şey hakkında sınırları belli bir düşünceye sahip olmak anlamına gelmektedir. Ahlak noktasında bir tanım ise, kişinin ahlakı nasıl gördüğü ile doğrudan ilintili olması nedeniyle oldukça önemlidir. Ahlak tanımı üzerinden kişinin tecrübeyi mi, sezgiyi mi veya doğuştan ilkeleri mi esas aldığını görmek mümkündür (Özturan, 2020, s. 117). Özellikle Müslüman düşünürlerin beslendiği Platon, Aristoteles, Galen ve Plotinos gibi antik kaynaklardaki farklı ahlak görüşlerinin izlerini takip etmek ve kelam, felsefe, fıkıh ve tasavvuf gibi ilimler arasındaki ahlaka bakıştaki farklılıkları tespit etmek açısından ahlakın ne olduğunu tanımlamak bir hayli önemlidir.
Rağıb el-İsfahânî yukarıda saymış olduğumuz isim ve geleneklerin adeta kesişim noktası olan bir isimdir. O bir yandan İslam filozoflarının varlık görüşünü benimserken, diğer yandan Kuran ve Hadisler üzerinden bir öğreti oluşturmaya çalışır. Kelama dair eserlerini ve tefsir çalışmalarını da göz önüne aldığımızda İsfahânî’nin çok yönlülüğü daha iyi anlaşılacaktır. Bu şekilde geniş bir perspektif üzerinden ahlaka yaklaşmaya çalışan İsfahânî, ahlakı öncelikle ‘Fıkhın bereketi’ (ez-Zerî’a ilâ mekârimi’ş-şerî’a) üzerinden incelemeye çalışır.
İsfahânî ahlak tanımını net bir şekilde vermese de belirli bir kavram dizgesi üzerinde konuya yaklaşır. Ona göre ahlâk Arapça'da “yaratma, yaratılış ve yaratılmış” gibi mânâlara gelen “halk” ile aynı kökten olan “hulk” veya “huluk” kelimesinin çoğuludur. “Hulk" kelimesi de "seciye, tabiat, huy” gibi manalara gelmektedir. İsfahânî’nin bu noktada ahlaka dair dizgesi hulk, seciye, tabiat ve huy kavramları üzerinden şekillenir. Bunları tek tek açıklayarak ahlaka dair kendi tasavvurunu ortaya koymayı hedefler. Ez-Zeria’da geçtiği itibariyle tabiat, tab’ kökünden isim olup sözlük anlamı damgalamak, mühürlemek, basmak gibi manalara gelir. Bu kelimeden doğan tabiat kavramı ise seciye, karakter gibi manalara gelmektedir ki, bu da ya mizaç ya da alışkanlık bakımından nefsin nakşedilmesidir. Örneğin, ateşin ve ilacın tabiatlarının, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu mizaç üzerinde olması gibidir.
Seciye ise insanın karakter edinmiş olduğu şeydir. İsfahânî'ye göre bu kelime “aynun sâciye” yani “fâtiretü'l-hilka” (yumuşak yaradılışlı) gibi kullanım biçimlerinden türetilmiştir. Hem tabiat hem de seciye kavramlarında görmüş olduğumuz gibi bu kavramlar insandaki değiştirilmesi imkânsız karakter ve mizaç türlerini anlatmak için kullanılır. Ahlak felsefesinin önemli bir tartışması da olan ahlak düşüncesinde özgürlük meselesi, bu iki kavramın işaret ettiği kadarıyla imkânsız gözükmektedir. Huluk kavramına geldiğimizde ise, bunun aslı Arapların "eş-şerb ve'ş-şurb”, ses-sarm ve’s-surm” sözleri gibi “el-halk”tır. Fakat "huluk" kelimesi, basîret ile algılanan kuvvetler; "halk" kelimesi ise çıplak gözle algılanan durumlar, şekiller, sûretler için kullanılır. Bu kelime bazen insanın bir şeyi yapıp diğer bir şeyi yapmama konusunda -mizâcının hiddetinden ötürü öfkelenmeye eğilimli kimse gibi- yatkın bir varlık hâline gelmesini sağlayan kazanılmış ahlâkî bir duruma isim olarak verilmiştir (İsfahâni, 2019a, s. 24-76).
Bu noktada İsfahânî huluk kavramının yanına âdeti de ekler. Çünkü huluk kavramı, alışkanlık hâline getirilen kuvvetlere göre insanın uygulamada bulunduğu şeyin ismidir. Alışkanlık ile ilişkisi kavram olan âdeti İsfahânî şu şekilde tanımlar: “Tekrarlanan davranış ve davranışsal tezahürdür. İnsan huyu yalnız âdetle kemale erip tamamlanmış olur. Şöyle ki, yalnız âdetle, insanda kuvve hâlinde bulunan güç kolaylıkla fiil hâlinde ortaya çıkar.” Bu da ahlâktır. Tüm bu kavramların açıklanmasından sonra ahlaka dair bir tanıma ulaşmak mümkün gözükmektedir. Bu ifadelerden yola çıkarak "huluk" kavramının bir fiilin düşünmeden nefiste kendiliğinden meydana gelmesi durumunu ifade ettiğini çıkartabiliriz. Ahlâk, insanda, daha önceden zaten bulunan veya sonradan alışkanlıklarla elde edilen, fiillerin düşünmeden nefiste kendiliğinden meydana gelmesini sağlayan yerleşmiş bir melekedir (İsfahâni, 2019a, s.98).
İsfahânî’nin ahlaka dair tanımının Galen üzerinden gelen geleneklere benzerliğini görmek mümkündür. Galen ahlakı, düşünme ve tercih olmaksızın nefsin fiillerini sevk eden nefs hali olarak tanımlamıştır. Bu tanım İslam dünyasına da intikal etmiş başta Yahya b. Adi ve İsfahânî’nin çağdaşları sayabileceğimiz İbn Miskeveyh ve İbn Sina tarafından da ufak değişiklikler ile sürdürülmüştür (Özturan, 2020, s. 118). İsfahânî’nin bu noktada diğer düşünürler ile farkını görebileceğimiz nokta ise insana bakışıdır.
İnsan Nedir?
İsfahânî’ye göre, insan gözle idrak edebilen bir beden ve basiret yoluyla idrak edebilen bir nefsten oluşan bir varlıktır. O, nefsin insan için apaçık bir şey olduğunu ve onun hakkında delil gerekmediğini söyler. Bedende var olan hayat, hareket, duyu, temyiz vb. şeyler nefsin varlığı sayesinde olmaktadır. Eğer nefs var olmasaydı, bu melekeleri de gerçekleştirmek mümkün değildir. Beden, nasıl fiziki işlerin konusu ise, nefs de soyut şeylerin konusudur ve nefs olmadan beden çürümeye mahkûmdur. İnsan, kendisinde, sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlık bakımından dört unsuru barındırır; cisim olması yönünden madenlere, beslenmesi ve büyümesi açısından bitkilere, hissetmesi, korkması, ürkmesi ile otçul hayvanlara, saldırganlığı ve kızgınlığı ile yırtıcı hayvanlara benzer. Ayrıca o, aldatması ve saptırmasıyla şeytana, Allah’ı bilmesi, ona ibadet etmesi için yaratılması açısından meleklere, O’nun hikmetlerini bilmesi, saklayabilmesi açısından Levh-i Mahfuza benzemektedir. Ayrıca İsfahânî, insanın yaratılış sürecini ayetlere atıfla açıklamakta, bu noktada sırasıyla toprak, çamur, kara çamur, yapışkan çamur, kuruyan çamur ve balçıktan oluştuğunu söylemektedir (İsfahâni, 2019b, s. 34-40).
İnsanın melekelerini ifade ederken İsfahânî, İslam filozofları ile benzer bir tasnif yaparak duyumsama, muhayyile, fikir ve akıl sahibi olduğunu söyler. Duyumsama, duyu araçları sayesinde, muhayyile ise beynin ön kısmında bulunan organ sayesinde gerçekleşmektedir. Fikir ve akıl gücü ise, birlikte ruhani varlıkları kavrayan melekelerdir (İsfahâni, 2019a, s. 76-77). Akıl, ilk yaratılan şey olan Külli Akla nispetle bir cevherdir. Bu noktada aklın iki anlamı vardır: Birincisi külli olan akla nispetle kullanımı, ikincisi ise bu akıldan pay alan tek tek insanların akıllarıdır (İsfahâni, 2019a, s. 134). Akıl, insanı diğer canlılardan ayırır ve ona üstün bir konum verir. Ayrıca akıl sayesinde mesul bir varlık olmuş ve halife olabilme imkanına elde etmiştir. Kısacası akıl, îtikatta hakkı batıldan, sözde doğruyu yalandan, fiillerde iyiyi kötüden temyizi sağlamaktadır (Gafarov, 2006, s. 201-202). İnsan görüşü noktasında İslam filozofları ile benzer noktalar bulunmakla birlikte İsfahânî farklı görüşleri de ileri sürmüştür. O, insanın nefse ve bedene sahip bir insan tasavvuru bakımından filozoflarla benzerlik göstermiş ancak bunların pay aldığı külli akıl ve işlevleri bakımından İslami kaynakları göstermeye çalışmıştır.
Ahlakın Gayesi Nedir?
Rağıb el-İsfahânî, insana dair tasavvurda İslam Filozofları ile büyük oranda benzese de farklılıkların olduğu noktaları görebilmek mümkündür. Bu farklılıkların yansıdığı en önemli alan ise ahlakın gayesi noktasındadır. Ahlakın felsefeciler nezdinde gayesi mutluluktur (İbn Miskeveyh, 2013, s. 93). Filozoflara göre, insan akıl ve beden ikiliği üzerine şekillenmiştir. Bu ayrımda kemale ermek ancak akıl yetisinin yetkinleştirilmesi ile mümkün olacaktır. Bedenin üç erdeminin itidal seviyesine çekilmesi ile ahlaki anlamda doğru noktaya erişilmiş olacaktır. İsfahânî’de ise gaye insanın tanımından yola çıkarak Allah’ın Halifesi olmak şeklinde görülmüştür.
1-Din ve Akıl İlişkisi
İnsanın kemale erme süreci, aklın bilkuvve halden bilfiil hale geçmesidir. Hz. Ali’nin yaptığı tasnifi kullanan İsfahânî aklı, Garîzî ve mesmû‘ (işitilmiş) olarak ikiye ayırır. Garîzî akıl, kişinin çocukluk halinde sahip olduğu akıl gibi, potansiyel olarak insanda bulunan akıldır. Mesmû‘ akıl ise kendi içinde ikiye ayrılır: İlki halden hale geçişte kişinin iradesi olmaksızın gerçekleşen kemal, ikincisi ise kesbi bir şekilde, kişinin kaynağını bildiği bilgi sayesinde kemale eren akıldır. Garîzî aklın, mesmû‘ya konumu göz ve ışık ilişkisine benzemekte, Garîzî akıl olmaksızın mesmû‘ aklın bir anlamı olmamaktadır. Aklı bilfiil veya mesmû‘ hale getirmek için bir çaba gerekmektedir. İsfahânî, aklın kendi başına kemale eremeyeceğini düşünür. Ona göre akıl, tümelleri bilebilmekle birlikte bu, onun saadete ulaşmasına yetmez. Ayrıca insanların çoğu hem tümelleri hem tikelleri tam olarak bilemez. Ancak “zahiri elçi” olan peygamber sayesinde insanlar saadete erebilirler (İsfahâni, 2019a, s. 133-160).
Allah insanları doğru yola eriştirmek için iki yol vermiştir: Birincisi batından gelen elçi olan akıl, ikincisi ise zahiri elçi olan peygamber. Bu ikisinin işbirliği ile ancak insan hakikate erebilir ve saadete erişebilir. Akıl, doğru yola ancak Allah’ın hükümleri ile ulaşabilir, Allah’ın hükümleri ise ancak akıl ile açıklanabilir. Akıl adeta bir temeldir, vahiy ise bu temel üzerine inşa edilen bir bina. Aklı olmayanın dinden sorumlu olması mümkün olmaz, dini olmayanın da aklı doğruyu bulamazdı. Doğru yola ulaştıranın ancak Allah olduğunu söyleyen İsfahânî, aklı insanın içinden “dışarı çıkan bir vahiy”, Allah’ın hükümlerini bildiren vahyi ise insanın “içine gelen bir akıl” olarak görür. Bunların her ikisi de birbirini desteklemekte, hatta özlerinde aynı olmaktadırlar (İsfahâni, 2019b, s. 110-11).
Akıl, şifa için ilaç almaya, vahiy ise sağlığa ulaşan bedeni koruyan besine benzer. Eğer beden rahatsızlanırsa, besinlerin bir anlamı kalmaz. Bu nedenle aklın, makulleri bilmesi gerekmektedir, yoksa gözüne perde inmiş gibi olmaktadır. Ölen birisi nasıl göremez ise makulleri bilmeyen kişi de şeri ifadelerin gerçekliğini anlayamaz. Ancak makuller sadece aklın ulaşabildiği şeyler de değildir; vahiy de aynı şekilde eşyanın külli bilgisine sahiptir ayrıca o cüzileri de içinde barındırmaktadır (İsfahâni, 2019a, s. 160-161).
2-İnsanın Gayesi
Bu noktada akıl ve vahiy ilişkisini açıkladıktan sonra İsfahânî, insanın ulaşması gereken kemali anlatır. O, her şeyin bir gayeye sahip olması gerektiğini düşünür. Bıçağın kesmesi, saatin doğru vakti göstermesi vb. gayeler insan için de geçerlidir. Fakat İsfahânî, Fârâbî’de ve diğer felsefi ekollerde gördüğümüz, insanın düşünen vasfının gereği olarak saadete erişme fikrinde farklılığa gider. Ona göre insanın üç gayesi vardır: Allah’ın halifesi olmak, Allah’ın kulu olmak ve yeryüzünü imar etmek (İsfahâni, 2019a, s. 84-85). Bunları Kuran ve hadisten çıkardığı anlamlar ile açıklayan İsfahânî, her insanın doğuştan halife, kul ve âmir olma potansiyeli ile doğduğunu söyler. Ancak bunlara ulaşmak için çaba gerekmektedir. Bu çabayı göstermeyen kişiler, Allah’ın insanı yaratma gayesine ulaşamadığı gibi aynı zamanda insan olma vasfına da erişemezler. Çünkü insan olmanın anlamı halife, kul ve âmir olmaktır. Bu nedenle de toplumlarda hakiki manada insan çok sınırlı sayıdadır (İsfahâni, 2019b, s. 64-68).
Halife, kul ve âmir olmanın şartları ise akıl ile vahyin esasına erişmek ve bunları hayata tatbik etmektir. Pratik sahada da akıl-vahiy dengesini sürdüren İsfahânî, şeriatın belirlediği sınırlar uygulanmadığı vakit kişinin ahlakı olamayacağını, kişi ne kadar nafile ibadet yaparsa yapsın bunların boşa gideceğini söyler. İbadetin sahası ahlaktan daha geniştir, ibadetlerini yapmayan bir kişi haddi aşmış ve zulmetmiştir. İbadetleri uygulamak adalet kapsamındadır. Ahlak ise nafile ve erdemler alanına dahil olmaktadır (İsfahâni, 2019a, s. 63-66).
Kısaca özetlememiz gerekirse İsfahânî, felsefecilerin ahlakın gayesi olarak gördüğü mutluluğu değiştirerek Allah’ın halifesi olmayı hedef olarak koyar. Felsefecilerin ahlakı dünya üzerinde bir yetkinlik olarak görmesinin aksine İsfahânî, bu dünyada âmir olmakla birlikte ahiret hayatını da içine alan bir ahlak tasavvuru ortaya koyar. Bu noktada değinilmesi gereken bir diğer mesele ise dünyada yaşarken ahlaki dönüşümün imkanıdır. Çünkü bedensel ve akli yetkinlik nispetinde erişebildiğimiz kemal halinin durumuna göre ahlak tasavvurunda da bir değişim olacaktır.
Ahlak Değişir mi?
İsfahânî öncelikle ahlaki değişim ve dönüşüme dair iki görüşün varlığından bahseder. Bu görüşlerden ilki hiç kimsenin yaratıldığı hâlin dışına çıkamayacağı, bu halden gelen ahlâkî yapısının üzerinde bir değişiklik yapamayacağıdır. Buna göre yaratılanın, Yaratıcının fiilini değiştirmesi imkansızdır. İslam tarihinde de karşılığı olan bu görüş esasen ahlakta dönüşümü kabul etmediği için kaderci bir anlayışa yönelmiş ve insanın bu dünyadaki anlamını göz ardı etmiştir. İsfahânî’nin ifade ettiği diğer bir görüş ise ahlâkın değiştirilmesinin mümkün olduğunu savunanlarındır. Bu görüşü savunanlara göre, Allah eşyayı iki şekilde yaratmıştır. İlki, gökler ve yeryüzü, yaratılanların biçimleri ve durumları gibi her şeyi bilfiil kendisi yaratıp, kulları tarafından değiştirilemeyen şeyler ki bunlara farklı düşünürler tekvini emr olarak isimlendirmiştir; ikincisi ise herhangi bir varlığı yaratıp ona birtakım güç ve yetenekler vermesidir ki buna da teklifi emr ismi verilmiştir. Meselâ Allah'ın, insanı eksik kalan yanlarını tamamlamakla görevlendirmesi gibi veya Allah'ın, zeytin çekirdeğinde zeytin ağacını kuvve olarak yaratması ve onu ağaç haline getirmesi için insana yardım etmesi buna bir örnektir. Fakat insan bu çekirdeği ağaca dönüştürebileceği gibi, onu kendi hâline terk edip çürütebilir de (İsfahâni, 2019a, s. 99-100).
Aristoteles’te ilk olarak görebildiğimiz insanın ilk yetkinliği ve ikinci yetkinliği ayrımına benzer şekilde Râgib el-İsfahânî'ye göre de insanın ahlâkî yapısı buna benzer bir haldedir (Aristoteles, 2019, s. 412a, 11-412b,1). İnsan seciye hâlinde bulunan karakter yapısını tümden değiştiremese de onu eğitip kontrol altına alabilir. Bu güç insana verilmiştir. Nitekim bir âyette şöyle buyurulmuştur: “Nefsini arındıran kesin kurtulmuştur; onu kirletip gömen de ziyâna uğramıştır.” (Şems Sûresi, 91 / 10) Ayrıca, insana sahip olduğu seciyeyi dolayısıyla nefsinde bulunan birtakım güçleri kontrol altında tutabilme imkânı verilmiş olmasaydı emr, vaaz, nasîhat, va’d, vaîd, ve nehiy anlamını yitirmesi gerekirdi.
İnsan sayısınca var olan karakter yapısını, kimisine verilen bilgi ve eğitimin çok hızlı bir şekilde algılayıp kabul edecek karakterde, kimilerinin daha yavaş kabul eder karakterde ve kimilerinin de bunların ortasında yer alan karakterde yaratılmış olduğuna değinen İsfahânî, insanların her birisinin mutlaka, kendi kapasitesine göre bir kabul yeteneğine ve imkanına sahip olduğunu da belirtmiştir. İsfahânî'ye göre ahlâkî yapının değiştirilmesinin imkânsız olduğu görüşünde olan kimse bile zikri geçen husûsu kabul etmektedir (İsfahâni, 2019a, s. 100). Ahlâkı değiştirmenin imkânı hususunda her iki görüşün doğru bir yaklaşım olduğunu söyleyen İsfahâni, seciye kavramını insanın doğuştan sahip olduğu ve sonradan edindiği karakter olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Nitekim İsfahânî bu hususu şu şekilde ifade eder:
“İnsan fıtratını (seciyesini) ters yöne sürükleyemez. Çünkü Seciye tamamen Yaratıcının işidir. İnsanın edinmiş olduğu birtakım âdetler (alışkanlıklar), onun seciyesini dolayısıyla Allah’ın fiilini iptal edemez. Fakat insanın (iyi ya da kötü şeyler hususundaki) alışkanlıkları seciyeye dönüşünceye kadar güçlendirilebilir olduğu için ‘Alışkanlık (âdet) ikinci tabiattır (seciyedir).' denilmiştir." (İsfahâni, 2019a, s. 100-101)
İsfahânî’nin ahlâkın değişme imkânı konusundaki görüşünü toparlarsak eğer şunları söyleyebiliriz: İnsanlar, yaratılışları bakımından farklı mizaç ve güçlere sahiptirler. Fakat dünyadaki her insan, bir ölçüye kadar fazilet kazanma kuvvet ve gücüne sahip olabilir. İnsan hilkati itibariyle fiillerini, huyunu iyileştirmek, doğru olanı yanlış olandan ayırt etmek veya bunları fesada uğratacak fıtrat ve kabiliyet üzerine yaratılmıştır. İnsan iyi veya kötü bir şeyi tekrar ederse artık bu onun için tabiat hâline gelir. Bu alışkanlık insanda böyle bir duruma geldikten sonra artık insanın kendisi istese de tabiîleşen ve bir meleke hâlini alan bu durumunu değiştirmesi mümkün olmaz (Gafarov, 2006, s. 89).
Erdemler
İsfahânî’nin ahlak görüşüne dair değinmemiz gereken son konu ise erdem anlayışıdır. Erdem teorisi ilk olarak Platon’da izleri bulunmakla birlikte Aristoteles’in kâmil bir şekilde koyduğu bir düşüncedir. Ardından gelen filozoflara aktarılmış ve bu miras İslam dünyasında karşılık bulmuştur. Özünde ahlaki anlamda mutluluğun gerçekleşmesi için üç ana erdemde itidale ulaşmak gerekir (Özturan, 2020, s. 288-294). Bu üç erdem ise akıl, öfke ve şehevi güçlerdir. Bu üç kısımda itidale ulaşıldığı vakit, insan da artık gerekli ahlaki yetkinliğe de ulaşmış varsayılmaktadır. Rağıb İsfahânî de Aristotelesçi erdem anlayışını büyük oranda sürdürüyor gibi gözükmektedir. O insanın üç temel erdem alanını kabul etmektedir. Erdem alanlarında var olan itidal noktası da benzer durmaktadır. Buna göre akıl gücünün itidal noktası hikmet, öfke gücünün itidali yiğitlik, şehevi gücün itidali ise iffet ve son olarak bunların bir araya gelip meydana getirdiği dördüncü erdem olan adalet İsfahânî’nin düşüncesinde bulunmaktadır.
İsfahânî filozoflara benzer bu erdem tasnifine ek olarak farklı erdemlerden de bahseder. Bunlar: uhrevi, nefsani, bedeni, harici ve tevfiki erdemlerdir. Bunlar da kendi içlerinde alt bölümlere ayrılmaktadır. İnsanla ilgili erdemler mal, aile, izzet ve aşiret kısımlarından oluşur. Bedenle ilgili erdemler ise sağlık bir vücuda sahip olmak ve güzelliktir. Nefsani erdemler iffet, adalet, mürüvvet, kerem vb. gibilerdir. Son olarak İsfahânî’yi kendine has kılan erdemler ise tevkif-i ilahiye erdemleridir. Tevkifi ilahiye bağlı erdemler hidayet, rüşt, destekleme ve doğrultmadır. Bu erdemlerde esas olan şey, Allah’ın yardımı olmaksızın bu erdemlerin hedefine ulaşmasının imkânı yoktur. Ayetlerde geçtiği üzere Allah, insanın hidayete de batıla da yönlendirilmesine gücü bulunmaktadır. Bu anlamda insanlara öncelikle hayır ve şer yolları gösterilmiş. Kulun bu yolda ilerlemesi ile ona destek verilmiş ve bu yolunda sonunda kula velayet nuru nasip olmuştur (İsfahâni, 2019a, s. 108-121).
Bu şekilde yapmış olduğu tasnif ile İbn Miskeveyh gibi erdem düşüncesini sürdüren filozoflardan ayrılan İsfahânî, dini düşünceyi de içine alan bir ahlak teorisi oluşturmaya çalışmıştır. Klasik erdem düşüncesine eklemiş olduğu bu yeni erdemler ile de hem İslam toplumunu göz önüne alan hem de teolojik anlamda Tanrı’yı devreye sokan bir ahlak düşüncesi meydana getirmiştir.
Sonuç
Rağıb el-İsfahânî, düşünceleri ile birçok bakımdan orijinal bir alim portresine sahiptir. O, ancak İmam Gazali sonrası görmeye başladığımız felsefe ve dini ilimler arasında telif girişimlerinin adeta öncüsü konumundadır. Bir yandan İslam filozofları ile benzer ahlak ve insan görüşüne sahip olması bir yandan da fıkıh ve tasavvuf gibi ilimleri düşüncesinde barındırması ile kendine has fikirler ortaya koymuştur. Ahlaka bakışındaki bu geniş perspektif, onu çok yönlü bir şekilde insana yaklaşmasını sağlamış ve farklı gelenekleri bir araya getiren âlim figürü ortaya çıkmıştır. Rağıb el-İsfahânî’yi İslam filozoflarından ayıran en önemli husus, ilahi inayeti ahlaki erdemlerin içerisine yedirmesi ve tikeller dünyasına sırf itidal görüşü ile yaklaşmayıp, fıkhı da dahil etmesidir. Erdem teorisinin en önemli özelliği kesin açıklamalardan uzak bir söyleme sahip olmasıdır. Rağıb el-İsfahânî bu düşünceyi korumakla birlikte fıkhın sınırlarını çizdiği bir yaşantı içerisinde erdemlere yer vermektedir. Bu durum ona toplumsal anlamda daha gerçekçi bir pozisyon sağladığını ifade etmemiz mümkündür. İlahi inayet hususunda ise ahlakı sadece insani eylemlere bağlı görmeyip, Allah’ın yardımı ile yetkinleşme imkanından bahsetmesi önemli farklılıklardan biridir.
İsfahânî her ne kadar kendine has düşüncelere sahip olsa da birçok eksik noktanın varlığını da belirtmek gerekir. Özellikle kitabındaki dağınık başlıklar ve konular kimi zaman okuyucuyu yormakta ve kafasını karıştırmaktadır. Özellikle din ve felsefe arasında yapmış olduğu ayrım, insan nefsine dair verdiği tanımlar ve erdemler noktasında farklı ifadeleri, hesabı verilmemiş bir düşünceyi okuyormuş hissine kapılmamıza yol açmıştır. Nitekim zaman zaman adeta bir mitoloji anlatır gibi yapılan ahlak anlatısı, ikna kapasitesini düşürmüş gözükür. Tüm bunları gören İmam Gazali’nin onun projesini tamamladığını ez-Zerî’a’yı elinden düşürmediğine dair rivayetler yola çıkarak söylememiz mümkündür. Gazzali, ez-Zerî’a’da görmüş olduğumuz dağınık düşünceleri derleyip, toparlamış ve tüm İslam dünyasını etkisi altına alacak İḥyâʾü ‘ulûmi’d-dîn gibi bir eseri telif etmiştir.
Kaynakça
Aristoteles. Ruh Üzerine. (Ömer Aygün ve Gurur Sev çev.). İstanbul: Pinhan, 2019.
Gafarov, Anar. Râğıb el-İsfahânî'nin insan ve ahlâk anlayışı. İstanbul: Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2004.
Gafarov, A. Râgıb el-İsfahânî’de İnsan Tasavvuru. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 30(31), (2014), 187-214.
İbn Miskeveyh, Tehzîbü’l-ahlâk. (Abdulkadir Şener, İsmet Kayaoğlu ve Cihat Tunç çev.). İstanbul: Büyüyenay Yayınları, 2013.
Kara, Ömer. “Râgıb el-İsfahânî”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. 34/398-399. Ankara: TDV Yayınları, 2007.
Özturan, Hümeyra. Êthostan Ahlâka Antik Yunan Ahlâk Literatürünün İslâm Dünyasına İntikali ve Alımlanışı. İstanbul: Küre Yayınları, 2020.
Râgıb el-İsfahânî. Erdemli Yol. (Muhammer Tan ve Anar Gafarov çev.). İstanbul: İz, 2019a.
Râgıb el-İsfahânî. Mutluluğun Kazanılması. (Mustafa Solmaz çev.). İstanbul: Sufi Kitap, 2019b.
Aylık Dergisi 203. Sayı, Ağustos 2021