Usûl Hakkında
“Ölüm Odası-Matla’ Beyitler” eserini Salih Mirzabeyoğlu’nun Haliç Kongre Merkezi’ndeki konferansında aldım. Vaktimi ayırıp 8-10 günde okudum. Hacimli bir eser, 815 sahife. Ara vermeden ve yoğunlaşarak okumanın faydasını gördüm; başlardaki sıkıntı yanında gittikçe zevk alarak okudum. BARAN Dergisinde tefrika edilirken de okuyordum ama kitaptan ve kesintisiz okumak farklı. Daha önce “Ölüm Odası-Giriş” ve “Ölüm Odası-Tarih” kitaplarının çıktığını da hatırlatayım; BARAN’da tefrikaya devam ettiğine göre başka ciltleri de çıkacak.
İBDA Külliyatına yeni başlayanlara bu eser ağır gelebilir. Fakat “Ölüm Odası- B-Yedi anlaşılmıyor” edebiyatına da itibar etmeyin. Kâinat lisanda toplu. Ölüm Odası’ndaki iştikak ve ebcedlere bu gözle bakarsak suyun gürül gürül bir mecraya doğru aktığını hissetmek mümkün. Eseri ve usulünü tanımaya yönelik yer yer verilen izahata da dikkat etmeli.
Ölüm Odası’nın merkez bahsi “ben kimim?” suali ve bununla bağlantılı olarak Üstadın Kumandan’a bahsettiği takdim yazısının “Abdülhâkîm Koltuğu” bâtınında görünüşüdür. Mutlak Fikrin ölçülerine nisbetle kader sırrının kurcalanması, hadiselerde Allah’ın hikmetlerinin aranması ve istikbali gözetleyici aksiyon tavrı. İBDA külliyatı ve hassaten “Ölüm Odası” için, derin tefekkür yanında harfler ilmi, ebced ve iştikak ilmi, felekler ve yıldızlar cetveli ve de ilm-i ledün vasıflarından bahsedebiliriz. Her birini tek tek inceleyeceğiz.
Kitabın arka kapağında, “Sistem-Hakikati, Şeriata bağlı vasıta sistem ve şiir idrakıyla örgüleştirilen… Bu eserde MATLA’ Beyitler, şiir ve şiir idraki bahsini besleme niyetiyle ele alınmıştır!..” deniyor...
Şiirin, anlama, idrak ve süt mânâları var. Sütün Hadis'te yapılmış tâbiri, ilim… “Şiir idrakı”nın “Kur’an İdrakı”na varışı, Allah’ın sır hazinesi oluşu ve anahtarının şairlere verilişi. Üstad'ın, “şiir Allah’ı arama sanatıdır” ifadesi de hatırlanmalı.
“Fikirden süzülmüş şiir” olarak her biri mütefekkir sayılabilecek Divan şairlerinin yaptığı, bizim yanlış anladığımız veya bize yanlış anlatılan “gül-bülbül” edebiyatı değil, zengin bir kavrayış ve ince bir kültürdür. Lisan da zamanın maksatlılığının hakikatine ermek için var. Nedim’in Matla’ Beyti: “Söz cihan içre ne gülşen ne gülistan almada / İş hemân âğuuşa bir serv-i hirâmân olmada”.
Ölüm Odası’nda, Matla’ Beyitler’in ebced tevafukları da verilerek “ne söyledi değil, nasıl söyledi?” sanat usulünce hâlihazırımıza hitap ediliyor. Klasik şiir metinleri tahlili yapılmıyor. Divan edebiyatının tefekkür taşlarını İslâm hikemiyatı binasını kurarken kullanmak söz konusu. Ebced usûlünde, bazen mısra veya beyti bir tek ebced tevafuku kelimede de görülüyor…
Bulut bahsinde bir rüya (levha) var, “bir bulut ama, balık şeklinde son derece güzel ve şeffaf  kuyruk ve kanatları var…” deniyor. Salih Mirzabeyoğlu’nun Kayan Yıldız Sırrı kitabındaki beyti bu minvalde: “Gökyüzünde bir bulut şeffaf kuyruklu balık / Nazlı nazlı süzülür kıyısında seherin”.
Bulutla balık’ın su ilgisi ve yerle gök’ün birbirini beslemesi yanında, verilen lügatçeler şöyle: Mahî, balık. Yok eden. Küfür karanlıklarını mahveden anlamında Allah Sevgilisi’nin bir ismi. Bulut’un tahavvül, değişmek mânâsıyla, kalbin değişmek mânâsı. Taha, bulut demek. Taha, Allah Resûlü’nün bir ismi. Taha (Örtü-Malik) bölümünde, Tasarruf Hikmeti ve Mehdî Muhammed bahsi var. Rahmet bulutları (Allah Resûlü) ve yağdıran (BD-İBDA).
Altı sayılı bölüm başlığı: “İdrak-(Ölümün Kız kardeşi)”. Yedi sayılı bölüm başlığı: “İnsan (Tefsir Kabı).” Ölmeden ölme idrakına erme babında bir sıkıntı ve çile ile, feyz ve feyzi kabulde feyz vericinin “dişi” mahiyeti açıklanıyor. Şeyh Galib’in, Matla’ mısraından, “ateş ve suyun birbirine muvafık oluşu, badenin tabiatındandır” mealiyle birlikte. İnsan, tefsir kabı ya, Kabul edici insan, Kur’an’ı kabul edici fevkiyette yaratılan insan. Feyz’in ölmek ve bolluk-bereket mânâları ve harf’in yemiş toplamak manalarıyla birlikte “TA-HA’ya böyle bakınız!” uyarısı yer alıyor, sahife 112’de. Demem o ki, hatırlatmalar ve uyarılarda bulunarak okuyuculara gerekli kolaylıklar sağlanıyor eserin içinde.
Eserin tertibi üzerinde duralım. Her sayı bir bölüm olmak üzere 51 bölüm var. Külliyatın umumunda olan Levha’lar yerine rakamlar yer almış. Başta Matla’ Beyitler verilmiş ve ondan sonra iştikak, ebced, tefekkür, tahassüs elele şiirin derinliklerine dalınmış. Bazen ise levha ile başlanmış. Divan edebiyatının zenginlikleri İBDA zenginliği ile süslenmiş. Nurun âla nur olmuş. Matla’ kelime olarak, tulu edecek-doğacak yer ve zaman demek, Matla’ Beyitler: Gazel ve kasidenin kafiyeli ilk beyti. Divan şairleri her hakiki şair gibi murada açık söyledikleri için “onların muradı bu muydu, bu kadar hacimli eser yazılmış?” diye sormaya gerek yok. Zaten ele alanın mütefekkir-şair olduğu düşünülmeli. Eserin kendi içinde kendini tanıtma cümlesinden ve işin genişliği sadedinden olarak şu iktibası yapalım:
“Matla’ beyitler vesilesiyle, “fikirden süzülme şiir” ekolünün DİVAN Edebiyatı’nda asıl olduğunu gösterirken, aynı zamanda “şiirden fikre” bir iz sürmeyle Osmanlı Düşüncesi’nin irfan dünyasına bakabilme ve “Düşünce Tarihi” cümlesinden olarak bir numune de vermeye çalıştığımızı hatırlatalım!”
Bu eser vesilesiyle Divan Edebiyatı şairlerinin nasıl işleneceğini, eski asıla aykırı olmadan yeni bir tertibe mevzu olmasını, “mahv ü ispat” metodu kullanılarak bize gösterilir. Divan Edebiyatı arkaik-ölü değildir, çünkü sanat eseri ölmez. Fakat bu irfan yemişlerini devşirmek gerek. Büyük Muztaribler 3. ve 4. cild ve bu eser güzel bir misal... Zorunlu olması tartışılan Osmanlıca eğitimi, tarih ve edebiyatımızı tanımamıza, dil, kavram ve sembol zenginliğine yol açacaksa ne âlâ. Usta eller ve sevdiren gönüller olursa Osmanlıca gönüllerde meşaleler yakar ve gençlerin hayatına anlam katar.
Berzah sırrı. Bizi Allah’a ulaştıran “köprü-insan” Allah’ın Sevgilisi’nin miraç mucizesi. KÜN ve KÜNA emir ve icabeti. Kader sırrı. Vâhid ve Vahîd ilgisi. “Şekk derin” denilen “derin zann” Hakkın Hak üzerine kimliği, Beynin Bintasya Bölgesi, insanın ezel-ebed oluşu ve bu Allah’ın El-Evvel ismi değil...  Çağımızın İslâm diyalektiği ve İslâm hikemiyatı kurucusu İBDA Külliyatının orijinal tarzdaki bu eserinde böyle bir çok mevzu bulmak mümkün.
 
Yeni Fizik ve İBDA
Kitap yazıldığında 13 yıldır sürmekte olan Telegram hadisesini, sun’i cihaz marifetiyle de olsa ruh ve beden yönleriyle ve kelamı da bir unsur olarak kullanmasıyla edebiyat yönüyle ifşâ ederek “Telegram feylesofisi” ismini bu eserle koyuyor. Zaten bu hususta Mirzabeyoğlu’nun eserlerine ve Telegram çevresindeki mevzulara baktıkça işin “din mi, ilim mi?” çatışmasına neden döndürüldüğünü anlarız.
Yeni Fizik’in geldiği noktada artık madde latifleşiyor ve manaya kıvrılıyor. İzafiyet teorisi, Determinizmin iflası, elektronların canlı ve şuurlu hareketi vs. “Kainat varlıkları çerçevesinde hiçbir madde ve enerji, kendini İslâm’ın bâtın hakikatine bağlı görmeden, yani madde dışını maddeye bağlı kılarak izahla, kendi hakikatine de eremez. Ne fizikte, ne tıpta, ne bir şey…” tesbitinin geçtiği “Cem-ül Cem” bölümünde ışık mevzuu üzerinde uzunca durulur. “Nurun aksi, sureti olan ışık” denir… Heba, kendisi şekil olmadan “şekil-suret” veren oluşu. Misali tabiattaki su ve hava gibi. Fakat Budistlerin veya Kuantum Fiziğinin boşluk’u olarak anlamamak gerek. Işık ve renk ilişkisi. İlk madde esir’in heba ile ilişkisi. Bunun gibi bir çok orijinal tesbitler…
Mirzabeyoğlu söz konusu bölümde, Kuantum’un Türkçe miktar karşılığına da iştikaktan yola çıkarak, daha uygun bir kelime önerir. Büyüğü cezbeden küçük cüsselere misal olarak. Rüyada gelen bir mana olarak Muhyiddin-i Arabî’nin Mirzabeyoğlu için “bit, pire hakkında en çok yazan o’dur” sözünü hatırladık. Mirzabeyoğlu’nun Kuantum Fiziği denen “atomaltı parçacıklar dünyası fiziği”nden kendi keşfine materyaller devşirmesi de bundan mı?
“Billur Keyfiyet’ten” bölümünde kan dolaşımı üzerinde duruluyor, öncesinde de omurilik bahsi. “Niçin?” diye düşünürken bize yardım edici bilgi geliyor, “hangi vücud elemanı ele alınırsa, o kendini merkez olarak tebliğ ediyor.” Ve ilave ediyor: “Fizik, tıb ve kimya; her varılanda gölge gibi üste çıkan metafizik taraf, bizim usulümüzce daha dikkat çekici olarak ortada…” Eserden istifade şunu da söyleyelim: Zihin bedenin her yerinde (sh. 657). Modern tıbbın çıkmazını da görebileceğimiz ehlince tafsil edilecek bahsin sonundaki ifade: “Kan unsurunda görünen unsur üstü mânâ, bedenin içyüzü “cinn”e yapışıklığına da delil!” “Cinn” gizli demek. Cennet de gizli olmak bakımından “cinn” lafzından gelir.
Hangi parça mevzuu ele alınsa kendini merkez olarak tezahür ettiriyor. Kesrette vahdet tecelli ediyor. Üstad'ın, “merkezde nâmütenahî tek, çevrede nâmütenahî sonsuz…” ehadiyet kelamında olduğu gibi.
Adli Tıbb mevzuunda beden bir sır olarak ele alınır ve renk renk iplikler masuralara sarılır. Adlî Tıb, kabul edici nefstir, iki yöne (madde-mana) nefstir. Renk enerjisi gibi meselelerin Berzah'la ilgisi, insanın bütün varlıkla ünsiyet etmesi, canın ayrı, insana mahsus ruhun ayrı oluşu. Ruh ve beden birleşmesinden doğan nefs hakikatinin de iki yöne bakışı. Ve şuurun akıl ve idrakle parlaklığı ne nefsi ruha doğru yükseltişi, sezgileşmesi. Kalb hakikatinde insanın memuriyeti gerçekleştirip gerçekleştiremediği. Mahluk olması bakımından aslına benzemez; piç-a-piç olması ve bunun kıvrım ve düğüm ifade etmesi. Bu arada Farsça piç’in bulut mânâsını hatırlatalım. Bütün kötülükler nefsinin beden cihetinden gelir. “Bedene, kurbanlık nefs” iştikakı verilir… Adli Tıbb mevzuu çok geniş…
Düşünürken mecburen akıl ve mantık kalıplarını kullanıyoruz. Öyle ki hayatın binbir sırrı karşısında yine de kalıplar-şablonlar arıyoruz. Esnekliği yitirdiğimizin alameti bunlar. Mevcut düzenin düşünce kalıplarından dolayı İBDA Külliyatı’ndaki mânâ, kavram ve sembolleri anlamakta zorlanıyoruz. Su’nun bildiğimiz su olmadığı söyleniyor Ölüm Odası’nda: “Allah’ın hayat sıfatının suya işlemesi, maddî ve ruhanî bütün varlıkların yaratıldığını bildiğimiz Su’yun da kendisinden olduğu Su” deniyor, sahife 788’de. Emr (Berzah) Âlemi-Halk âlemi farkına dikkat çekiliyor ve şöyle bir misal veriliyor: Berzah âleminde bir şeyin renginin lacivert olması, o âlemin bildiğimiz lacivert olması değil. Öyle ki halk âleminin zâhir hadiselerinin bile kendine has mantığı kuru mantığa istihza görülür... İBDA Diyalektiğinin temel ölçülerinin başında “Sır İdrakı” geldiğini hatırlatalım.
Berzah Âlemi ile Halk Âlemi’nin mânâ ve kavramları farklı ama kelamda birleşiyor. Ulvî mânâlara yükseldikçe ve tefekkür ettikçe aradaki makas kapanır ve bizler ruhun özgürlük yoluna gireriz. Mutlak Fikir ölçüleri ile ruhumuz ve bedenimiz aydınlanır. Yoksa, madde dışına çıkamayan modernist anlayışın esiri oluruz. İslâm’ın bâtınının dedikodusunu yapmakla vakit geçirenlere de dikkat. Derviş diye nefsini yelleyenleri, fikir ve aksiyonu olmayan miskinleri kastediyorum. Hz. Ömer’in mescidden kovduklarını...  “Cezm-i Ezdad” dedikleri birbirine zıd manaları kendinde toplama söz konusu İBDA Külliyatında. Kelime ve kavramların kullanıldığı yere göre renk alışına dikkat, diye uyarılıyoruz. Mesela, Battal kelimesi işe yaramaz da olur, büyük iri de olur. Mesela Fuzulî kelimesi işe yaramaz da olur, faziletli de olur. Battal Gazî ve Divan Edebiyatının en büyük şairi Fuzulî’nin isminde olduğu gibi. Tevafuk’un, ittifaka rast gelme hali ve zıtlık mânâları var. Eserden: “Mesela boşluk diyoruz ama merkez olacağı aklımıza gelmiyor. Esir maddesi, unsurları birbirine döndüren “boşluk-merkez”.
 
İBDA’nın Hususiyeti Olan İlm-i Ledün
İlm-i ledün; keşfî, vehbî, bâtınî ve futuhî ilim. Allah'tan ilham yoluyla mânâlar devşirme ilmi. Marifet ilmi veya irfan da diyebiliriz. İndî, zatî karakteri var. Üstad, Kumandan'a, “hiç kimseye hiçbir şey borçlu değilsin!” demişti. Kumandan'ın ilm-i ledün, Vehbî ilim sahibi oluşu Üstad'ın bu sözünden de anlaşılıyor. Ayrıca Üstad’ın Kumandan için “ifrad halde tecrit” tesbiti de onun ilm-i ledün yönüne yorumlanabilir. Zaten Kumandan'ın yepyeni dil ve diyalektiği, yepyeni usul ve tarzı kimseden almadığını bu vaziyet ispatlıyor. Yaptığı iş ise, allamelik değil, ansiklopedicilik değil, orijinal sentezdir.
İlm-i ledün’ün bir özelliği, şeriat dışında kalan meselelere şeriata aykırı olmadan çözümler üretebilmek. Ladinî meseleler denmesi bundan. İlm-i ledün alanının doğrudan şer'î ilim ve meseleler olmamasından. Çağımızın karmaşık ve yeni çıkan meselelerine İslâm’a göre çözümler üretebilmek, müceddid-yenileyicinin vazifesidir. Öyle ki ahir zamanda olduğumuzu düşünürsek mehdiyet misyonu ile ilişkilendirmek zorunda kalırız. Ama biz aksiyonumuza bakalım.
Rahman Suresi’nin 20. Ayetinde geçen ve “bulamamacasına arama” demek olan “Lâ yebğıyan sırrı”, ilm-i ledün’e denk gelir. Örtüleri açmak, dindeki gizlilikleri ortaya çıkarmak ve böylece yeni meselelere İslâm’ın ağını atmak, kıyamete kadar İslâm’ın baki olma usulü olan ilm-i ledünle sağlanıyor.
Ledün sırrı olan İBDA, veli kelâmındandır, veli kelâmıdır. Ölüm Odası’nda, “Allah’ın emir ve yasaklarını, zâhir ve bâtına müteallik kelamını en iyi bilen ve ledün sırrıyla hep taze ve tazeleyen veliler…” deniyor ve İBDA’nın yeni ve benzersiz oluşu, onun ledün keyfiyetini de barındırmasını ve esasen yenileyici fikrin şartını da ihtiva ediyor.
 
Harfler ve Ebced
Harfler ilmi ve ebced, kültür ve irfanla alakalıdır. Salih Mirzabeyoğlu’nun sayılar ve rakamlar üzerinde durması ve ebcede başvurması, kemiyetlerin keyfiyeti olması ve sayılar ilmi ile ideolocyasının doğrulamasını yapmasıdır diyebiliriz. Tabii o buna denk geldi, bu onunla eşleşti diye ebced yapılmıyor. Derin tefekkürü için uygun bir araç olduğu için yapıyor. İBDA’nın dünya irfan yemişlerini kendi çarşafına silkeleme özelliğiyle de uyumlu zengin tedailere imkan veriyor, ideolocyasının sağlamasını yapıyor ebcedle. Hakîm, hikmetle muttasıf olan, eşyayı yerli yerine koyan… Adalet de budur. Hakîm Mirzabeyoğlu, hikmetleri yaşanır planda bize gösteriyor. Kalbimizin içinden ve hayatın içinden… İslâm anlayışına dinamizm veriyor, anlayışı yeniliyor.
Harfler ilmi… Topyekûn varlık harf varlıklarıyla ve iki yüzüyle görünüyor, Berzah âlemi ve Halk âlemi. “Kün” ol emri; emir Allah’tan, oluş kuldan. Allah kelamı, Kul kelamı… “Her şeyden önce kelam vardı” hikmeti. “Varlık kelamla çerçevelendi ve insanla mühürlendi.” 7 sema tabakası ve feleğin 7 yıldızı, 12 Burç, 4 temel unsur. Hepsi harflerde topludur. Bilinen ve bulunanın aranması… Kainat-Beden bölümünden: “Harfler, bir yüzüyle Allah’ın isimlerinin tecelli yeri BERZAH Âlemine, diğer yönüyle her insanda bu “Mavera-üt Tabia”dan nefsinde bulunanı haber edendir; nasibi örtülü ve açık her ne ise…” “Mavera-üt Tab (Fizik)” ve “Mavera-üt Tabia (metafizik)” şeklinde Salih Mirzabeyoğlu’nun kavramlaştırması da fizik ve metafizik’in bir kökte olduğunun güzel bir ifadesidir.
Harflerle ilgili iki cetvel kullanıldığı ifade edilir Ölüm Odası’nda. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri ve Şeyh Ebul-Muvahhid: Bu cetveller Berzah âlemindendir. Felek Atlası ve Yıldızlar da, âlem ve insan ilgisi içinde yer alır. İnsan, kâinatın özüdür. Harflerin, felek ve yıldızların ve Berzah Âleminin her bir vasfı insanda mevcut. Fakat bunun her örgüsü tezatsız bir kâinat nizamı içinden gösterilmesidir mühim olan.
“Ölüm Odası’nı Anlamak” dedik… Ölüm, akla yokluk diye hitap eder. “Ben kimim?” diye sormak, “Ölüm nedir” diye sormaktır. Demek ki “Ölüm” burada başka bir şeyin sembolü… Ölüm; perde, berzah, men’, gölge… Günlük hayatta da bir çok sembol kullanıyoruz. “Felaket güzel”, “tatlı bela”  gibi zıtlıkları da bir arada uyumlu kullanıyoruz… “Ölmeden ölme” sırrı var, bâtın kahramanlarının nefs tezkiyesi olarak. Bedenin ölümü, ruhun yoluna girmesi şeklinde. İBDA’nın lügatçesine bakıyoruz. “Bedene. Kurbanlık deve. Kurbanlık nefs” çıkıyor karşımıza. “Oda”, “has oda” mı, “Ölüm Odası” da has oda sırrına giriş mi? Ölüm’ü harf diye okursak “Harf Odası” mı? Murada uygun yorumlar yapılabilir ama dikkatli olmak şartıyla.
 
Dünya Görüşü ve Dil Meselesi
“Karışık, karmaşık, birbirine zıt ve ne alaka?” diyoruz belki de Ölüm Odası’nı okurken. Hüküm tesis etmenin şartlarına malik olup olmadığımıza bakmadan ve altyapı dahil yeterli emek sarf etmeden kolayından hüküm vermemeliyiz. İçimizde ve hayatta perde ve manialar var ve iç oluş ve dış oluş olarak insanî hakikatimizi gerçekleştirmek için yeryüzüne geldiğimizi biliyoruz. Akıl, idrak ve aşk nimetine sahip olduğumuzu da biliyoruz. Bir hüküm verilirken bile, nerelerden ve ne zıtlıklardan geldiğinin ihtarı olarak “iyi-kötü” bahsinden bir alıntı yapalım:
“Hükümler, insan aksiyonunu öne alıcı bir bakışta, bir gayret, “sır” ihtiva eden mahiyetine nisbetle “karışık”, aynı şeyde ayrı anlayış veya birbirine aykırı oluşları ile, “kargaşa ve fitne” tâbirine giren her mevzuun kendine mahsus değer ve değerlendirmeleridir…”
Mânaları anlamadan hüküm tesis etmenin sakatlığına misal olarak aynı bahsin devamında şöyle deniyor: “Divan şiirinde erkek olan şeyhin “kadın” mecazı, “erkek erkeğe” gibi bir sapıklıktan kaçınmak için değil, “mahiyet-iç, asıl, öz, kendilik”te dişi olmak ve onun da “mahiyet-iç, asıl, öz, kendilik”inde bu olması bakımından sıfatlarına bürünmede “ayniyet-birlik” anlamındadır.”
İnsanın iç şeklini bütünleyen İBDA’yı anlamamız kendimizi anlamamızdır. Aslında Kumandan'ın “ben kimim?” sorusu bizim de içine bulunduğumuz sualdir. İnsanın “Ölüm nedir?” diye sorması kendine aşkıdır ve bu çok tabiîdir. Aynı te, “aşk bir “varoluş” sırrıdır; bunu yaşadıkça ondan paydasın ve bunu yaşayanlarla nisbetince…” deniyor… “Nisbetimiz ve vâridatımız ne?” diye kendimize her daim sormalıyız, Kâim olmak için.
Maalesef biz hâlâ Batı'nın iflas etmiş pozitivist kafasını ufak tefek değişiklikle eğitim sistemimizde sürdürüyoruz. Çünkü yeni bir dünya görüşünden mülhem yeni bir model kuramadık. Günlük hayatta da Batı'nın pragmatist ve maddeci kafasını “modern” yaftası altında idame ettiriyoruz. Yerine “bizce”sini tesis edemedik. Bu hususta BD-İBDA’yı idrak edemedik, özümseyemedik. Batı'ya karşı olsak ve onun zulümlerini iliklerimize kadar duysak bile, İslâmî bir dünya görüşünün sistemli düşüncesini bünyeleştiremediğimiz için hâlâ “gavur kafası” ile düşünüyor ve Müslümanca gavurlara kızıyoruz. “Cici demokrasi”, “Evrensel ilkeler” palavrasına sığınmamız gibi. Eşya ve hadiselere İslâmî bakışı verecek bir şuur süzgecinden ve fikirler manzumesinden bahsediyorum. Zarurî bir ihtiyaç olmasına rağmen ne Necip Fazıl ne de Salih Mirzabeyoğlu bu açıdan yeterince idrak edilmiş değil. Buna Büyük Doğucu ve İBDA’cılar dahil. Tabiî ki kendim de dahil. Çevrenin bizi böyle veya şöyle görmesi mühim değil, davanın istediği çap ve kriterler mühimdir!..
İBDA’nın dili modernist eğitimin aklî kalıplarına uymuyor, modern dinî eğitim alanlar da buna dahil. Mânalar sembollerle ifade edilir. İBDA dünya görüşü, bize ait sembolleri modernist eğitimin kıskacından kurtarıp aslı ile canlandırırken, kurucu olduğu için de yeni semboller doğurur, yeni bir işaret dili kurar. Yeni bir dil ve diyalektik gereğidir bu. Onun için İBDA Külliyatına yeni başlayanlara bu dil önce zor gelir. Çünkü mevcut düzenin verdiği bakış açısından başka bir kavrayış tarzına geçmenin zorluğudur bu.
İslâmî ölçü ve hikmetler yürekte sûretlenmelidir. Ölüm Odası’nda varlık sırrına (odasına) girilerek bu yapılıyor aslında, bize bunun zevki verilmeye çalışılıyor, derinleşmek isteyenlere de ipuçları veriliyor; ister ilim adamı olsun, ister sanat adamı, isterse fikir işçisi olsun… Havada ve kuru sıkı malumat değil, ilim-bilginin kalbde suretlenmesi ve doğan itminan ile aksiyon kazanmasıdır istenen. İBDA irfanının muradı ve onun müridinin vasfı. “Faydasız ilim” değil, kalbden gelen yâni irfan. Kuru akılcı veya gelenek tekrarı yapan İslâmcılarla İBDA irfanı farklıdır. Tekerleme İslâmcısı âyet ve hadisleri tekrarlayarak vakit geçirirken bazı Müslümanlar da İslâm’ın inceliğini evliya menkıbesi anlatmaktan ibaret görüp tasavvufu da kendi seviyesine indirir. İBDA irfanının farkı, gelenekten –ki İBDA, İmamı Rabbani’nin Mektubatı’ndan süzülmedir- gelirken “ya sonrası?”na cevap verebilmesi ve toplum projesi ile alternatif olabilmesidir. Devrimci ve yenilikçi vasfını da taşımasıdır.
Aslında şunu da açık yüreklilikle söyleyelim: Gerçekten ihtisaslaşmadığımız için, Ölüm Odası’ndaki incelikleri kendi alanımızda dahi yakalayamıyoruz. Branşımızda dahi derinleşip “ya sonrası?” derdini taşımıyoruz. Samimiyet, çile ve derinlik eksikliği. Öğrendiklerimizi yeterli görüp sorgulamıyoruz bile. Merak ve hayret duygusunu yitirmişiz. İlmin de hayretten doğduğunu “yaşayabileceğimiz en güzel tecrübe mistik heyecandır” sözüyle fizikçi Einstein bile ifade etmektedir.
Aydınlanmayı başlatan ünlü matematikçi ve filozof Dekart, tabiatı matematiğin genel ve zarurî ilkeleriyle basite ircâ edip açıklamak istemişti. Matematikte bilinenler için alfabenin ilk harfleri olan A,B,C’yi seçerken, bilinmeyenler için alfabenin az kullanılan harfleri olan X,Y,Z’yi seçmişti. Aslında Ölüm Odası’nı da basite irca edebiliriz, karmaşık görünenler sade ve basit bir temele dayanıyor. Bütün sayıların BİR’in katmanları oluşu gibi, merkez çevrenin her yerinde olduğu gibi, her şeyin merkezinde toplanışı gibi. Bizim rönesansımızı gerçekleştiren İBDA, olması gereken derinliği yanında, basit ve anlaşılır formüllere de sahip; fakat basitlikte kalmamak şartıyla. Zira basitlikte kalmak insan tekâmülüne ve İBDA Diyalektiği’ne aykırı bir durumdur ve satıhçı-taklitçiliğe yol açar, o da yobazlığa varır. Halbuki cehaletle İslâm’a muhatap anlayış (BD-İBDA) birbiriyle bağdaşmaz.
 
İBDA Külliyatı ve Sosyal Çevre
Farkında olduğumuz kadar hayatı derinden yaşıyoruz, hürriyet davası bilgilenme süreciyle eşdeğer. Hayata bakışımız ne kadarsa yaşayışımız da o kadardır. İBDA Tefekkürü, mensuplarında farkındalığı artırmak ve onların hürriyet-idrak alanlarını genişletmek ister. Kaba ve kazmalığın, arabesk ve tekerlemeciliğin zıttıdır İBDA’cılık, her ne kadar böyleleri etrafta mevcut olsa da, beklenen nesil vasıfları ortadadır. “İnsan sevdiğinden uzak olmaktan korkar.” İBDA’yı anlamaktan uzak olmaktan korkalım. Yoksa Kumandan'a fizikî yakınlık gayreti bir şey ifade etmez, çaycı da yakın olabilir. Kumandan'ın Üstad vesilesiyle söylediği, “Adam tanımak surat tanımak değildir” uyarısının da bilincinde olalım.
Fikir geleneği olmayan bir toplum olmamız yanında insan yapısı da malum. Kitap okumayan toplum olduk. Sol cenah da bundan şikayetçi, onların da bir dünya görüşü (Marksizm) olduğu için, bu müştereklikten dolayı söylüyorum. Kumandan Mirzabeyoğlu’nun zindan hayatında da ara vermediği içtimaî çığlığı, arayış içinde olan bütün yüreklere bir ışık, bir kan olmaktadır. Bu hususta ne kadar kuşatıcı ve nezaketli davrandığı dil ve diyalektiğinde tebarüz etmektedir.
İBDA Külliyatını sathî okuyoruz, sloganvarî ifadeleri ve karşıtlarımıza yönelik hicivleri seviyoruz. “Yaşamayı fikir, fikri yaşamak” ilkesini sadece lafta tekrarladığımız için İBDA’yı da takım tutar gibi tutuyoruz. İBDA formasyonunu içselleştiremediğimiz için kelime ve kavramları da satıhta anlayıp zengin tedailere varamıyoruz, kısır kalıyoruz, üretken olamıyoruz. Davayı kendi seviyemizle bir tutuyoruz ve iç güdüsel olarak da herkes kendi aklını üstün görüyor. Sığlıkla İBDA’cılık bir arada gitmediği gibi dinamik hayat planı da bunu kabul etmez. Böyleleri safsata yorumlara ve dedikodulara düşer. Kafa ve gönül nisbeti ile yoğunlaşmayı gerektiren Ölüm Odası eseri, hasis gönül ve miskin akıl ile anlaşılamaz. Eserde bize en büyük ihtar yapılıyor, tabii anlayana. Çapsızlara bakarak teselli bulan bahtsızlardan olmamak dileğiyle, eksikliği kendimizde bulup, oluş ve arayış yolundan vazgeçmeyen talihlilerden olmayı arzu ediyoruz.
Antitezimizi yâni zıddımızı da tezimizi kuvvetlendirici kılmak, İslâm diyalektiği olan İBDA’nın bir özelliğidir. Kelime-i Tevhid’de  “nefy-i ispat” var zıttımızı da muhasebe edebilmeliyiz. “Düşman hakkında tecrübe sahibi olmak, duanın yardımcısıdır!” hikmeti ve Salih Aleyhisselam’da tecelli eden, “zıddıyla ilgilenmekten nefsi rahat bulur!” kendinden zuhur ilkesi buna misaldir. İddiamızı dışımızdan da delillendirmek şart. Bu, davamızın bütün insanlığa bir teklif getirmesine ve kuşatıcı oluşuna işaret. Dünya görüşü ve fikir haysiyetine misal… İBDA’nın Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu kanatları arasında yükselmesi, birinciyi ikincinin önünde hesaba çekmesidir.
Fikir ve sanat adamlarının keşif ve ilhamlarının ilme öncü olduğu malum. Şairler ve sanatçılar, toplumların geleceğini hisseden anten şahsiyetler olarak, en azından hayal ve zihinde yeni keşiflere zemin hazırlarlar. Jules Verne’nin fantastik romanlarının gerçek olması gibi. Salih Mirzabeyoğlu’nun Yağmurcu’dan Telegram’a, Sefine’den Madde Nedir?’e kadar bir çok eserinde ilme de yön verecek fikir ve tesbitleri vardır. Fizik, metafizik, tıb vs… Ölüm Odası’nda “Şairleriz (Birdir Temelde Murad) bölümünde, Einstein’ın “Enerji: Kütle ve ışık hızının karesi-C²” formülü iştikak ve ebcedleriyle işlenir. Adeta simya yapılır. C’den yola çıkarak ışık ve nur ilgisi ve izâfiyet isminin elf ve elif ve zafiyet olarak okunuşu. İdrakın aczini idrakın bir ilim oluşu… “Işığın Üç Çiçeği” bahsinde devam edilir, tefekkür ve ilim elele gider: Atom yapısının rengin yapısı ile ilgisi, “resim, red kökündendir”in mânâsı, red kelimesindeki zıt mânâların mürekkeb oluşu, ışık yerine şuurun konuluşu, mânâ rengiyle varolan madde içyüzü vs…
Kuantum Fiziği hayat hakkında bir şey demiyor, fakat determinizmi çürütmesi ve maddenin latifleşmesini ispatlaması yeterli. İzâfiyet Teorisi de devrinin geçerli fizik anlayışını yıkıyor. İşte İBDA, bilimin geldiği bu noktayı kendi tezinin ispatı olan bir noktaya yâni aslına irca ediyor. “Ölüm Odası’nın Ta-lâm bölümünde İzâfiyet Teorisi hakkında düşülen notu verelim: “Zann ile “izâfiyet” arasındaki farka dikkat… “İzâfiyet teorisi” belirtile beri “şu izafî, bu izâfî” derken, izâfî olanın hakikatler değil de zanlar olması gözden kaçtı; bunun yanında bir hakikate izafe edilenin, hakikatinin “izafî” olması meselesi…”
Öncü fikir ve sanat adamı (avangard) Salih Mirzabeyoğlu’nun, ilmî keşiflere de nüvelik edecek tahlil, sentez ve değerlendirmelerinde Necip Fazıl’ın şiirlerinden istifade ettiği görülür. İnce sırları çağrıştıran ve içinde “Mavera-üt Tab: Fizik” ile “Mavera-üt tabia: Metafizik”i bağdaştıran Üstad'ın şu beyti Matla’dan Metali’ye bahsinde dikkatimi çekti. “Hayat bir zar içinde, hayatı örten bir zar / Bana da hayat yeri Bağlum Köyü’nde mezar!”
Ölüm Odası’nı okuyunca, Berzah alemine gitmiş, felekler ve yıldızlarla mıknatısî ilişkiye girmiş, bütün varlıkların kendilerine ait harfler üzerinde yüzdüğünü hayal etmiş, rakamların esrarlı trafiğine şahid olmuş, derken kendinizi aniden insanın içine doğru seyahat ederken bulmuş, nefsimizin bintasya bölgesine varmış, Adlî Tıb’ta mola vermiş, atomların sinir uçlarına basmış ve başınızı kaldırınca Yaratan'la karşılaşmış ve hiçbir zaman sizden ayrı olmadığını anlamış oluyorsunuz. Kusura bakmayın biraz duygusal oldu.
Ve Necip Fazıl’ın su mısralarını Ölüm Odası’nda Salih Mirzabeyoğlu’nun yapmak istediklerinin tedaisi olarak vermek istiyorum:
“Eliyorum!
Akıl sormaya mecbur;
Gökleri kalbur kalbur
Eliyorum!”
Kaderimize değil, hâlimize şuurumuz vardır. Ne etsek, ne yapsak şuurumuzla ediyoruz; iyi ve kötüyü tercih ve kabul eden… “ İnsan çağına tanıktır, mesûldür!..”
Eğer şuur sahibi ve entelektüel isek, kabımızı İBDA’nın mânâları ile dolduralım, şüphesiz ki kalb mertebemiz alıcıdır. Aydın insan, mücerredleri anlama istidadında olan insandır… İBDA ile gıdalanmak üzere, asıl açlığımız bu…
Baran Dergisi 417. Sayısı