Ancak 5-10 metre yüzebilen bazı arkadaşlar, “iyi yüzüyorsun!” diye beni takdir ediyor ve bunu tekrarlıyorlar. Bu durum hoşuma gitmiyor.
Arkadaşlara, “kendi seviyemizin ölçü olamayacağını, işin ehlinin tesbit, takdir ve ölçülendirmelerinin esas alınması gerektiğini; yüzme hocamın, yüzme tekniğim ve hızımla ilgili eleştirileri olduğunu” söylüyorum.
“Fikrî, siyasî, ticarî ve aksiyon mevzularında bile bu kuralın geçerli olduğunu” ilave ediyorum.
Arkadaşlar, ikrar mânâsında susuyorlar.
Üç-beş kişinin kendi seviyelerini ölçü alarak değerlendirme yapmaları, yanlış ve yanıltıcı sonuçlara varabilir.
Her iş kendi esas, usul ve kurallarıyla ele alınmalıdır. Ölçü biz değil, işin niteliğidir.
İşin niteliğine göre kendimizi değerlendirmemiz gerekirken, kendimize göre işi, mesleği, hareketi ve ideolojiyi değerlendirmemiz hata olur.
“Körler sağırlar, birbirlerini ağırlar” hesabı birbirimize bakarak haklılığımıza pay çıkarmak, birbirimizi pohpohlayarak vakit geçirmek, ne dürüstlükle, ne de hayatın gerçekleriyle bağdaşır.
Bu hâlin neticesi fikrî aydınlığa değil, “üzüm üzüme baka baka kararır”a çıkar.
Çevremizdekilerin takdiri hoşumuza gitse bile kriter olamayacağını vurgulamak istiyorum. Ayrıca, etrafımızdakilerin kuru takdiri bizi yanıltır ve yanlış yöne sevkeder; doygunluk hissine ve lüzumsuz gurura yol açar. Hayat bunu affetmez, Hak ve hakikat de affetmez!
Ağzı olan konuşuyor, devrindeyiz!
Yazmasa da olur, yazarların devrindeyiz!
Naylon adamlar, sahte kahramanlar devrindeyiz!
Demokrasi, bir ülkeyi ayaktakımı ile yönetme rejimidir. Bu rejimde bir çobanla, bir mütefekkirin oyu eşittir.
Ne çapı, ne yüreği, ne bileği müsait olan adamlar her mevzuda ileri-geri konuşuyor.
Nefsani hazlara ve başıboş hürriyete dayanan Batı tarzı yönetimler bu durumdan memnundur ve kitleler böyle uyutulmaktadır.
Halk dalkavukluğu ile işler idare edilir; sömürü ve vurgunların üstü örtülür.
Okumak, araştırmak, çile çekmek ve elini taşın altına koymak yoktur.
En kolayı hariçten gazel okumak, oturduğu yerden ahkâm kesmektir.
Menfaati ile de uyuştu mu, ondan daha keskini, ondan daha edepsizi, ondan daha ahmağı yoktur.
İBDA Fikriyatı ve hareketi karşısındaki tepkiler de bu seviyede. Aslında eşya ve hadiseler karşısındaki tepkiler de bu seviyede. Haddini bilmek diye bir şey yok. Ukalalık ve ahmaklık dizboyudur.
Bir fikre, bir harekete inanacak ve girecek seviye yok iken, bol bol konuşulmaktadır.
Çapın, kültürün, nisbetin, emek ve aksiyonun ne?
Hekim olan “ilaç tedavisi”, alternatif hekim ise “bitkisel tedavi”, psikolog “terapi”, göz doktoru “gözlük reçetesi”, nalbant “nal çakalım!” derken, geveze ise “lak lak edelim!” der.
Küllî Bakış nerede?
“Nalbant” ve “geveze” misâlleri alâkasız görülebilir ama, gerçek hayatta karşımıza çıkmaktadır; “dam üstünde saksağan” türü teklifler ve tedavilere(!), tavır ve davranışlara sıkça rastlamaktayız. Gözü ağrıyan birine Nasreddin Hoca’nın, “benim de dişim ağrıyordu, çektirdim, kurtuldum!” türü tavsiyeleri “Toplumsal Reçete” olarak sunanlar bolca bulunmaktadır.
Meselenin ismini farklı koyan veyahut farklı gösterenden, elma ile armutu toplayandan, asıl meseleye hiç esmeyip gölge boksu yapanlardan, kendi küçük dünyalarında mutlu ve mesud yaşayacağını zannedip hayatın gerçekleriyle karşılaşınca şok olanlardan, deve kuşu misâli meselelere kıçını dönenlerden, kırık plak gibi inkarcı söylemlerine devam edenlerden, atmasyoncu onbaşı tavırlı “çözüm”lerden ve kuru gürültüden ortalık geçilmiyor.
Varlık Muhasebesi nerede?
Üstad’ın, “yetiş, yetiş, ey sonsuz varlık muhasebesi!” haykırışının şartlarındayız!
İBDA karşısındaki ahmaklıkların temelinde de bu var, hainler bir yana.
Her mevzuda teklifimiz ve aksiyonumuzla görülmeliyiz. Samimiyetimiz iş ve amel üzerinde olmalı.
Hilafet müessesesi tartışmaları... İslâm Birliği için Müslümanların ideali. Fakat içini doldurmak lazım.
Erbakan Hoca’nın altyapısı hazırlanmamış ve çilesi çekilmemiş “Ağır Sanayi” ve “İslâm Dinarı” şeklindeki taleplerine dönmesin!
Hilafet müessesesinin içini dolduran Büyük Doğu-İBDA Hareketi var, hilafetin “nasıl” ve “niçin”i Başyücelik modeli olarak ve bunun aksiyonunun tezgahlanması olarak...
Şu husus çok açıktır ki, önce evimizi kurtarmak lazım, sonra İslâm Âlemi’ni... Yani hilafet, adım adım gerçekleşecek bir ideal.
Tarihçi ve sosyolog Kemal Karpat bir TV kanalında, “Hilâfet laiklikle uyuşur” diyor. Prof. Kemal Karpat; “bundan 30-40 sene önce bunları konuşamazdık” diyor. Fakat, bir parantez açalım ve diyelim ki; “Biz (Büyük Doğu-İBDA) konuşuyorduk, sadece konuşmuyor, bunun sistemli fikir ve aksiyonunu tezgahlıyorduk. O zaman ‘radikal’ gelen görüşler, şimdi, en yetkili kişilerce konuşulur oldu. Tabiî öncüler sayesinde. Gerçi şu ân konuşanların çoğu samimi değil. Prof. Kemal Karpat hariç olabilir. Fakat bir siyasî taktiktir; engelleyemediği fikir ve harekete sahip çıkarak, kendi maksadına uygun kullanmak.
Bu proje, yükselen Devrimci İslâm karşısında Hilâfet’in itibarından istifade etmek isteyen AB-D teklifi olarak karşımıza çıkmaktadır. Meselâ Fetullah Gülen bir ABD projesi olarak, bir ‘Halife’ olarak ABD’de bekletilmekte olabilir. Fetullah Gülen hakkında takibat da söz konusu değilken niye Türkiye’ye gelmiyor? Hoca sevenlerini, niye ‘gül cemâli’nden mahrum bırakıyor?
Bu söylediklerimiz, her şeyin ABD’nin kontrolünde olduğu mânâsına gelmemelidir, bilakis, ABD’nin kontrolünün dışına çıktığı mânâsına gelmektedir. ABD artık eskisi gibi dünyayı kontrol edememekte ve bölgesel güçler zuhur etmektedir. Herkes de yeni dengeler üzerinden politika yapmaktadır. Türkiye de bu süreç içerisindedir.
Hilâfet müessesesi hakkında samimiyetin ölçüsü şu sualleri sorabiliriz:
Hilafet hakkında teklifin ne? Örgütlenme biçimin ne? Bu ideale varmak için fikrî, siyasî, iktisadî, estetik, dil ve diyalektiğin ne? Adım adım, cephe cephe aksiyonun ne?
Kısaca, müktesebatın ne?
Baran Dergisi 135. Sayı
13 Ağustos 2009