Böyle diyor İBDA Mimarı; kuytularda inleme yerine, meydanlarda-cemiyette söz sahibi olacak, çelikten irade gösterecek aksiyon adamlarına...
Açlık Grevleri
Cezaevleri deyince açlık grevleri akla gelir... İmkanları kısıtlı mahkumların başvurduğu bir yöntem... Bilhassa siyasî tutuklu ve hükümlülerin...
Sağmalcılar Cezaevi’ndeki ölüm oruçları ve hepimizin beyaz kefenliklerini giymesi... Ölüp de ölmemek için; “ölmeden ölme” sırrıyla yaşamak için... Er-geç bizi bulacak ölümle erken hesaplaşmak için, o bizi bulmadan bizim onu cevaplamamız için...
Ölümden çok mu bahsediyorum? Ölümden kaçış var mı? Bu temel meseledir: Hayat nedir, ölüm nedir?
Metris’te başlayan açlık grevleri... Hep idarenin zulüm isteklerine karşı direnmek için... Devlet, dört duvar arasına kıstırdığına güç yetirmek istiyor ve mahkumun imanını yenemeyince çıldırıyor. “Nasıl olur siz benim esirimsiniz?” diye...
Ne esiri lan!.. Size denmedi mi: “Tenimizi ezebilirsiniz, ama ruhumuzu asla!”
Bir davanız, bir idealiniz olmadığı için, uğrunda can vermenin ne demek olduğunu da bilemezsiniz!
Pisi pisine yaşayıp, pisi pisine geberip gidersiniz! “Kiralık hayvanlar” sebebiyle insan olma onurunuzu çoktan sattınız. Dolayısıyla olmayan onurunuza seslenmek gibi bir derdim yok!
Halk güce tapar ve iktidar güçle kurulur ve yıkılır...
Ve bunun için, BARAN dergisinin sürekli logosunda yer aldığı üzere:
“Ya Bizdensin, Ya Onlardan!”
Meydanlarda güç sahibi, cazibe merkezi olmak... Metriste çıkan isyanlar ve 5 cinsi sapığın şişlenerek öldürülmesi üzerine Niğde’ye sevkimiz ve orada 16 ay süren dönüşümlü açlık grevimiz...
1999 Ümmetin Kurtuluş Yılı Çağrısı ve Altın Yıl... Metris isyanları ve bir çok zaferler...
Kartal Özel Tip Cezaevinde “özel” işkencelere maruz kalan Kumandana destek için yapılan açlık grevleri her tarafa yayılıyordu. Konya’daki gönüldaşlar da açlık grevine giriyordu. Biz de o sıralar Eskişehir Özel Tip Cezaevi’ndeyiz.
25 Nisan 2000 Salı günü, ölüm orucundaki Salih Bilen fenalaştı, hastaneye kaldırıldı. Akşam da ölüm orucundaki Muttalip Sanır fenalaştı; iki kere baygınlık geçirmiş, kontrolsüz konuşmaya başlamış. Hastaneye yollamışlar; durumu ağırmış ve şuuru kapalı imiş. Hastane geri yollanmamış, vücuttaki şeker ve tuz seviyesi yükselmiş, böbrekler de su almaya almaya iflas etme noktasına gelmiş. Bir şey almayınca vücuttaki şeker ve tuz seviyesi yükseliyormuş; şekerin sonra telafisi varmış, ama tuzun yükselmesi tehlikeli imiş ve kendini bilmez konuşmalar tuz seviyesinin yükselmesindenmiş.
50. günü aşmış bir açlık grevinde havalandırmada volta atıyorum. Mevsim bahar ve duvarlarda çeşit çeşit böcekler; bir müddet sonra bana et olarak görünmeye başlıyor. Voltayı kesip içeri giriyorum. Böyle bir vukuatım yok; Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin!
Jack London’un bir romanının filmini hatırlıyorum. Her taraf kar ve yol uzun. Adam aç ve peşindeki kurt da aç; amansız bir takip ve sonunda adam kurdu parçalıyor.
28 Nisan 2000 cuma günü gecesi Salih Sevim fenalaştı. Gece hastaneye kaldırıldı, kalb grafiği çekildi.
28 Nisan 2000 Cuma günü gecesi İstanbul’da 4 yere bomba konmuş. Gece haberlerinde bütün kanallar vermiş. Fettoşçuların Gazeteciler ve Yazarlar vakfı, Karaköy’deki bir kilise, Balat’ta Kilise ve Fatih’te Rum Lisesi’ne ses bombaları ve parça tesirli zaman ayarlı bombalarmış. İBDA-C üstlenmiş...
BEN KENDİME
YOKUŞTUM!..
Sıkıntılarımın kaynağı şu-bu değil, kendimmiş!
Kendimi aşamadığım noktada sıkıntılar başlıyor. Eğer suçu başkalarına atarak rahatlık sağlıyorsam, durumum daha kötü demektir. Nefsin kucağında züğürt tesellilerle kendimi kaybediyor, zaman ve mekan emanetini yitiriyorum, demektir.
İnsanın en büyük düşmanı nefsi değil mi?
Sayfalarını karıştırdığım bir dergiden, Capital, Temmuz 2007:
“Sonuç olarak, başarı bir zihniyettir. Ruh halinizi ve güdülerinizi yönetmektir. Ruh halinizi yönetmek, her ne olursa olsun, tepkilerinizi kontrol etmekle ilgili bir disiplin gerektirir. Güdülerinizin efendisi olmak ise, ruhunuzdaki güçlü dürtüleri keşfetmek ve bunlardan faydalanmaktır. Bu dünyaya neden gelmiş olduğunuzu anlamaktır. Anlamlı bir hayat sürmek ve başarıyı başkalarıyla paylaşmak gibi bir misyonu üstlenmektir.”
Samuel Johnson’un şu sözünü de unutmadan: “Geleceği satın alabilecek tek şey, bugündür.”
Önce tetkik ve müşahede... Neyiz, kimiz, niçin yaşıyoruz? Suyun akışı gibi tabiî ve duru anlatımıyla Salih Mirzabeyoğlu’nun Kayan Yıldız Sırrı şiir kitabından “Kitabe” şiiri...
“Küçücük yavru kuştum
Issızlıktan sarhoştum
Gördüm de neyi gördüm
Ben kendime yokuştum”
Ve aynı şiirin ikinci kıtasında, insanın ayakları yere bağlı iken göklere yükselme özlemi ile ruhunun özgürlük arayışını ve “ölmeden ölme” sırrına nasıl kavuşulacağının ifadesi:
“Aşmak için dağları
Uçamadımsa koştum
Bulmak için sağları
Öldüm artık kavuştum”
Salih Mirzabeyoğlu, sağ ve sağlamı buldu; Necip Fazıl’dan “ölmeden ölme” sırrını aldı. Kayan Yıldız Sırrı’nda bize de kime ve nasıl ulaşacağımızı da gösteriyor; bize ise bu ateşte yanmak düşüyor...
“Yükselmek İçin
Safra Atmak Gerek”
Tilki Günlüğünde rastladığım bu cümle, bana bir çok anıyı hatırlattı. Bandırma Cezaevinde ayak bağı olan bazı parazitleri ayıklayınca koğuşta yüksek bir moral ve faaliyet yakaladığımıza şahit oldum. Safraları attıktan sonra faaliyet ve moral seviyemiz yükseldi, yüksek bir motivasyonla hızlandık... Çürüme, için için ve ağır ağır olurken; imanın gücüyle âni yükselmeler oluyor...
Sağmacılar Cezaevi B-14 koğuşunda da aynı şeyler olmuştu. Faaliyetlere katılmaz, milletin moralini bozan tiplere layık oldukları yer gösterilince koğuşta yükselme baş gösterdi...
Böyledir her zaman... İçte sağlam olmadan dışta fetih yapamazsın. Demek ki önce iç temizlik iç birlik-dirlik... Devamlı ayak bağı olan fazlalıklardan kurtulmalı, “safraları” kendi halleriyle baş başa bırakmalı, yani onlara safra muamelesi yapmalı...
Safra atmak iyi bir şey, yükselmenin işareti.
Zaten Cephe anlayışı tabiî ayıklama bünyesine sahiptir, herkes iş ve eseriyle görüleceği için safralar tabiî olarak ayıklanır bu yapıda. Kimse kimse ile, hiçbir cephe diğer cephe ile uğraşmaz; zaten cepheleşme modelinde yeri yok bunun...
Safralarla düşüp kalkan onlarla arkadaşlıklarını sürdürenler, bir müddet sonra safra olurlar. Bu husus, her daim kulağımıza altın küpe olmalı!.. Nasıl yaşarsan, kimlerle düşüp kalkarsan, öyle olursun. Parazitlerle birlikte olup bende parazit yok, ben temizim demenin bir anlamı yok!
Zamanı Yenmek Mümkün
Kişi, bulunduğu işin zamanı içindedir... Allah’ın ve Resûlü’nün yolunda isek, zaman üstüne sıçrama durumundayız. Bu bir şuur hali, şuur ve amel hali... Ruhumuz zaten zaman üstünden ve oradan haber veriyor her an... Kesiksiz oluş... Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun son çıkan eseri “İman ve Tefekkür” den: “Hayatın hakikati, ferdî hayatta... Ruhun kesiksiz akışı içinde...”
Yine aynı eserden yaşamamızın anlamı: ”Hayatımızın sonuna kadar sürekli olarak yokluğa karşı koyan, varolmak iradesidir.” (...) “Allah’a olan bağlılık ve aşk, insanın kendi varlığına olan sevgisindendir, varolma isteğidir; İmâm-ı Gazâlî Hazretleri böyle buyuruyor...”
Sağmalcılar Cezaevine girdiğimde, komşumuz Abdullah dayı haber göndermişti: “Oralar koçlar içindir” diye... Fazla muhabbetimiz yoktu; onun için böyle bir haber göndermesini unutmamıştım, moral de olmuştu...
Uzun hapis dönemim sona erip çıktığımda tabiî akraba ziyaretleri. Fakat dikkatimi çeken husus, bir kişi hariç hiçbiri “gazan mübarek olsun!” demiyor. Çıkar çıkmaz beni çağıran ve ziyaretine gittiğim Mahmud Efendi, “Siz boşuna yatmadınız!” diyor, bazı Müslümanlar dünyaya dalmış gidiyor. Mahmud Efendiyi aşmışlar(!), Allah selamet versin. Zaten muhatap ilgilisine olur, ne müsbet, ne menfi muhatap değiller aslında. Bu iş akrabalık işi değil, gönül işi. İsterse zenci olsun, kardeşimizdir. İsterse kan kardeşimiz olsun, gönül bağı olmayınca ayrı...
İçeride geçen zaman kaybedilmiş mi? Dışarıda geçen zaman kazanılmış mı?... “İçeride yattığım anlar, en kıymetli anlarım” dediğim zaman, evi-işi-dişi arasında yaşayan yakınlarım bu lafımı yadırgamıştı. Tatmayan ne bilsin... Hayat tarzı meselesi, dünya görüşü meselesi... Farklı hayatların insanlarıyız ve ayrı ayrı yaşıyoruz; ne kadar fiziken yakın olsak da ayrıyız. Zaman üstü mana birliği olanlar ise, yine ayrı şuurlar halinde BİRLEŞİYORLAR... Bu da bir fikir ve aksiyon mihrakı etrafında halkalanma ile olur. Çevrenin şahidliği yazı dizisinde de gayemiz bu. Buna vesile olucu ve günümüzde de yaşanır kılıcı olmak...
Kayan Yıldız Sırrı’nın müellifi Şair Mirzabeyoğlu şöyle diyor, Sakarya Türküsü’ne ruh ve mana birliği nisbetindeki “Yeşilırmak” şiirinde:
“Bizdedir onun aşkı emanet ve anahtar
Benzerler benzeşirler zamanı içte akar...”
“Allah İçin Aşk ve Allah İçin Nefret”
İslâmcı mücadelenin klasikleri olarak ele alınacak Büyük Doğu-Rapor’larda “Necip Fazıl ve Yeni Dostları” olarak Salih Mirzabeyoğlu hareketi sistemleştirirken şöyle diyordu:
“DOĞRU BİR ÇİZGİ ve TAVIR: Doğru bir siyasî çizgi olmadan doğru bir siyasî mücadeleden bahsedilemeyeceği hakikatine göre, ihtilâl-inkılâpçı bir siyasî çizginin tesbiti üzerinde göz önünde tutulması gereken hususları işaretlersek:
Bir dünya görüşüne göre siyaset, kurucu, koruyucu ve düzenleyici rolü ile “iç” ve “dış”a doğru varılacak hedef doğrultusunda, hedeflerin tesbitinin sonuçlandırılışı olarak bir aksiyon ifadesi; fikri hayata geçirmenin manivelası ve sisteme bağlı bir şube. Bu husus siyasetin temel hareket noktasıyla birlikte sebebini de gösterir.
Bir toplumdaki sosyal, siyasî, iktisadî ve sair ilişkilerin önündeki dengeyi belirleyici temel âmil “ruhî muvazene-denge” bozulmadan, bunun fakülteleri halindeki dış şartları olgunlaşmadan, ihtilâl-inkılâba yol kapalıdır. Bu tesbit çerçevesinde, mücadelenin her safhasında, dış şartların ve genel karakterinin tesbit ve teşhişi ile birlikte, iradeyi karşı tarafa kabul ettirme hareketi olarak, ihtilâlin “özünün” gözden uzak tutulmaması gerektiğini anlarız; gerek “durum”, gerekse “hareket” niteliği ile ihtilâl, kendisinî doğurucu şartların, sebep, gaye ve sonucu olarak “dengeyi belirleyici” unsura bağlıdır.”
Kendi öz nefsimizle savaşın ve doğruyu kalabalığın sayısıyla ölçmemenin önemine vurgu yapıldıktan sonra ve “en küçük çaplar içinde bile doğru politika” ilkesi ve şu tesbit:
“ doğru bir mücadele olamaz. Biz, her adımda benimsetilecek doğruyu bulalım ve onu en küçük çaplar içinde bile tatbik edebilelim ki, tekâmülümüz boyunca sayıca da gelişelim. Ve unutulmamalıdır ki, “Millet hiç bir şey istemez ve isteyemez, dünyanın her yerinde... Milletten, isteyeceği şey istetilir, gösterilir, benimsetilir. “(N.F.K. Yolumuz Halimiz, Çaremiz) Eğer bunun gereği yerine getirilmezse, kitle tabanı aleyhimize olarak eriyecektir.”
İnandığımız davanın rüyasını görme, gençlik kadrosunun gereğini anlama, çilesini çekme, çile çekmenin acısını duyma ve bu zinciri dayanacağı kök duyguya kadar indirebilmek...
İBDA Mimarı sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun son eseri İman ve Tefekkür’den, egonun büyütüldüğü kibir çağında, “çevrenin şahidi” olan biz kadro adaylarına, hem bu yazı dizimize hem kendimizle her dem savaşa anahtar şu altın öğütler:
“Amellerine karşılık isteme ve bekleme. İşlerinde ve sözlerinde kemale ait ne zuhur ederse, hepsini yokluk deryasına at;
DEVAMLI OLARAK NEFSİNİN KUSURUNU MÜŞAHADE ÜZERİNDE YÜRÜ.”
Baran Dergisi 37. Sayı
Baran Dergisi 37. Sayı