Başkan Erdoğan, bu cesur ve fedakâr milletin gönlünde tartışmasız liderdir. Ülke içinde hiçbir kesimin bu milleti ve liderini alenen karşısına alıp yenme şansı yoktur.
Tarihin en hareketli dönemlerinden birinde yaşıyoruz. Hadiseler o kadar hızlı ve büyük ki, gerçekten basiretle bakamayanlar için dipsiz kuyu. Belki de modern tunç çağının sonuna yaklaşmış bulunuyoruz. Dünya şartlarının son derece karışık hale gelmesi yüzünden akıllara zarar komplo teorileri havada uçuşuyor. Şahsen “Deccal mi çıkacak?” diye düşünmeden edemediğim bu hengamede, Türkiye olup biten hadiselerin göbeğinde yer aldığı için bıçak sırtında gidiyor. Tam anlamıyla tarihî bir dönüm noktası üzerindeyiz. Kazanırsak her şeyi alabileceğimiz, ama kaybedersek tarihten adımızın bile silineceği bir nokta. Artık dönüşü olmayan bir yoldur bu.
Tarihte belli dönemler insanlığın kaderi için son derece belirleyici olmuştur. Yakın tarihimizde bu tip büyük hadise 1700’lerde Avrupa’da ortaya çıkan -Karartma Çağı diye andığım- Aydınlanma Çağı’dır. Ondan sonra dünya bir daha eskisi gibi olmamıştır. Aydınlanma adı altında maddeci ve seküler anlayışın işgaline uğrayan dünya, git gide dinsizliğe ve her türlü insanlık dışılığa sürüklenmiştir. Makine ve teknoloji arkasına saklanarak dinleri ve ahiret duygusunu tahrib etmeyi başaran şeytan ve hizmetçileri, tam bir karartma amacıyla belki de nihaî saldırılarına hazırlanmaktalar. Ahiretini berbat etmek için saptırmaya uğraştığı insanoğlunun dünyasını da perişan eden şeytan, ezelî hasmını köleleştirmek için teknoloji yoluyla sahte dünyalar inşa etmeye kadar gitmiş durumdadır. Bu vaziyette belki de topyekûn insanlığın ölüm kalım savaşı verilecek.
Türkiye’nin tarihî misyonu
İşte bu noktada en önce kurtulması gereken ülke Türkiye’dir. Çünkü kurtarıcılık misyonu Türkiye üzerindedir. İslam’ın son kalesi Osmanlı’nın düşüşüyle her türlü din düşmanı anlayışın tahakkümüne giren dünya, insanlığını da kaybetmiş oldu. Dünyanın hiçbir yerinde kaybedilen insan haysiyeti için Müslümanlar dışında hakkıyla savaşan olmadı. Öte yandan, fikrî altyapıdan mahrum İslamî hareketler maalesef başarılı olamadı. Hiçbiri İslam halifeliğini geri getirecek ve ümmete önderlik umudu verecek seviyeye gelemedi. Türkiye’de ise Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğu ideolojisini inşa etmesi sayesinde aksiyona dökülecek İslamî bir dünya görüşü ortaya konmuş oldu. Bu ilahî nasibin Anadolu coğrafyasında görülmesinden belli ki, kurtarıcılık misyonu hâlâ Türkiye üzerindedir. İbda Mimarı’nın “Şartlar Türkiye’yi tarihî misyonunu üstlenmeye zorluyor!” ifadesiyle ta 1990 yılında ihtar ettiği dava nihayet en katı sertlikte gelip kendini dayatmıştır. Geçtiğimiz yirminci asır boyunca ezildikçe ezilen Türkiye artık köleliği kabul etse bile hayat hakkını koruyamaz. O yüzden herkesi kurtarmak için kendini kurtarmaya mahkûmdur. Osmanlı’dan miras kalan halifelik ve liderlik misyonuyla Türkiye, kendi farkında olmasa da düşmanın bunun farkında olması hasebiyle topun ağzındadır. O halde kendinden kurtulmanın mümkün olmadığı kurtarıcılık misyonu için davranmaya bakmalıdır.
Devletin tavrı ve halkı vaziyeti
Halihazırdaki duruma bakacak olursak, 20 yıldır Recep Tayyip Erdoğan tarafından yönetilen Türkiye, dizginlerini birer birer kırmakta olduğu için emperyalistler tarafından dizlerinin üstüne çökertilmek maksadıyla alenen saldırı altındadır. Devlet organizması bu saldırının farkında olmakla beraber, düşmanın içerde sabotaj imkanının bolluğu karşısında liberal-demokratik rejim şartlarından dolayı müdahale teşebbüslerinde yetersiz kalıyor. Maalesef su alan kayığın batmaması için maşrapayla su boşaltmaya benzeyen bir durum bu. Ayrıca gerekli müdahalenin ancak inkılap çapında bir hareketle mümkün olduğu bu noktada devletin bunu fark edip gerekeni yapmakta ne kadar kararlı olduğu belli değil. Bence devlet durumun farkında ama A’dan Z’ye her şeyi baştan sona yeniden inşa etmeye gözü kesmiyor. İyi ihtimal ise bunun için planlı bir geçiş döneminin uygulamaya konmuş olmasıdır. Bu tarz bir restorasyon belki yekten her şeyi yıkıp yeniden yapmaya göre daha iyi sonuç verebilir.
Halka gelince, bir tarafta zincirlerini kırmak isteyen Müslüman halk, diğer tarafta ise Batı kuyrukçusu köksüzler olarak iki kesime bölünmüş durumdadır. 15 Temmuz itibariyle Müslüman halk cesaret ve hırsıyla devleti yıkımdan ve vatanı işgalden kurtarmıştır. Diğer kesimin ise kendi dünya menfaatleri için satışa çıkarmaktan utanmayacağı hiçbir değerinin kalmadığı görülmüştür. Müslüman halkı istediği gibi yönetmeye alışmış Batıcı devlet bürokrasisi için belki de en sarsıcı hadise bu olmuştur. Çünkü “…yarattık her yaştan…” diye övündüğü, dinden uzak, Batıya hayran, yoz insanların ödlekliğini ve inkâr edip sürekli ezdiği Müslüman halkın cesaretini ve fedakarlığını apaçık gördü. Adeta Müslüman halkla asker yan yana gelerek kurtuluş savaşı verdi. Belki de bu yüzden devlet bürokrasisi, Erdoğan ve Müslüman halka doğru gönüllü veya pragmatik bir yakınlaşmaya yöneldi.
Başkan Erdoğan, bu cesur ve fedakâr milletin gönlünde tartışmasız liderdir. Ülke içinde hiçbir kesimin bu milleti ve liderini alenen karşısına alıp yenme şansı yoktur. 15 Temmuz zaferiyle psikolojik olarak herkes devrim yaşadı. Muhakkak ki Erdoğan da tıpkı devlet yapısı gibi belki de hiç hesap etmediği bir noktada buldu kendini: Kurtulma ve kurtarma memuriyeti. Bugüne kadar Batı kuyrukçusu aciz bir devlet olarak güçsüzlük tesellisiyle idare ederken artık bu sahte dengenin alt üst olmasından dolayı iş başa düştü. Bunu tıpkı devlet bürokrasisi gibi Erdoğan da en derinden idrak etmiş durumda.
Siyasi macerasıyla bizzat yaşayan efsane ve enteresan bir fenomen haline gelen Erdoğan’ın fark edilmesi gereken yanlarından biri de iman ve küfür davasında turnusol kâğıdı gibi bir iş görmesidir. Kalbinde iman bulunmayanlar Erdoğan karşısında kendini tutamayıp küfrünü kusuyor. Kalbinde hastalık olanlar da Erdoğan’a karşı akıllara ziyan teviller icad ederek nifaklarını ortaya döküyor. Kalbinde iman ve Allah davası muhabbeti olanlar ise Erdoğan’ı görünce küfürle hesaplaşma için umut ve hırslarını köpürtüyor. Adnan Menderes’ten beri umut edip bulamadıkları liderliği bulduğuna inanan Müslüman halk, garip bir feraset duygusuyla Erdoğan etrafında kenetlenmiş durumdadır. Bugüne kadar değişik siyasi cephelere bölünmüş olan halkın bu şekilde kenetlenmesi, birçok cemaat ve o tarz yapılanmayı da Erdoğan’ı lider olarak görmeye yöneltti. Öteden beri tefrikadan başka şeye sebep olmayan yapay cemaatlerin Uhud’daki nifak cephesi gibi kendini açık etmesi karşısında, gerçekten dine hizmet kaygısı taşıyan cemaatlerin hakkını bu devlet ödeyemez. Bu sayede gerek İslâmî cemaat vs. yapılanmalar, gerekse Müslüman halk birlik ve ittihad yoluna girmiş oldu. Müphem sayılabilecek bir genellemeyle söyleyecek olursak, daha İslâmî bir hayat ve nizam hedefinde birliktir bu. Bu yolda can vermeye ve kan dökmeye hazır millete Büyük Doğu vizyonunun işaretlerini veren Erdoğan sayesinde bu millet, büyük dava adamı Necip Fazıl’ın gölgesi altında bir araya gelmektedir.
Üstad’ın tabiriyle, “iktidarın düşmesi için vatanın düşmesine razı” Batı kuyrukçusu muhalefet ve arkasındaki Batıcı eğitim sayesinde köksüzleştirilmiş yığınlar, cumhuriyet rejiminin korkunç fiyaskosu olarak meydana dikilmiştir. Dinden uzaklaştırılmış, Batı ne yumurtlarsa onu cevahir sanan kof kitleler, vatan ve devlet tehlikeye girdiğinde kaçacak delik arıyor. Bunlara kim güvenebilir ve kim bunlardan ne bekler? Üstelik bu kesim ağzını açmış Amerika’dan bir umut ışığı gelir diye boş boş bakıyor. Oysa cumhuriyet rejimi bugüne kadar Batıyı örnek almış ve Müslüman Anadolu’yu Batılı değerler ekseninde tabiri caizse zorla terbiye etmişti. Müslüman ve emperyal kimliğinden zorla koparılan millet bir daha Viyana kapılarına dayanmak nerde, ancak ucuz işçi olmak için Alman konsolosluğu kapısına koşar oldu. “Kendim ettim kendim buldum” hesabı, Batılı emperyalistler için kendi insanını zararsız hale getirmiş olan rejim, şimdi emperyalist saldırı ve dayatmalar karşısında kendi eliyle Batıcılık aşıladığı vatandaşlarının işgalciden farksız haliyle karşı karşıya kalıyor. Rejime karşı daima muhalif olmuş ve önce Menderes’e ardından sağ partilere destek vererek muhalefetini sürdürmüş olan Müslüman Anadolu insanı, kendisine ikinci sınıf muamelesi yapmış devletin tek dayanağıdır, ne garip cilve! Bu durumda şapkasını önüne koyup biz ne yaptık diye kendini muhasebeye çekmesi gerekenler, bizzat bunca yıldır şehid ve gazi torunu aziz millete eza edenlerdir. Varacakları nokta ise bu millete zorla belletemeye çalıştıkları Batı artığı değerleri iptal etmenin zaruri olduğu sonucudur.
Kader yılı 2022
2020 Aralık ayında Baran Dergisinde bir yazımda devlet bürokrasisinin mevcut rejimin daha fazla sürdürülemeyeceğini görerek kendi eliyle bir geçiş ve değişime gitmesi teklifini dile getirmiştim. Sonrasında da Kıbrıs ve Sudan örnekleri üzerinden, devletin bu durumun farkında olarak hareket ettiğini iddia etmiştim. Son aylarda kimi muhalif tiplerin Erdoğan ve devletin böyle bir değişimi uygulamaya koyduğunu iddia ettiklerini okuyoruz. 2023 genel seçimine bel bağlamış Batılı emperyalistler ve onların kuyrukçuları, ihanet bayrağını alenen kaldırmış piyasa spekülatörlerinin içerden saldırılarıyla umutlarını artırmış durumda. Artık iktidarı yıkmak demek, sadece Erdoğan’ı devirmek değil, vatanının ve milletinin istikbalini düşünenlerin topyekûn tasfiyesi, yani Türkiye’ye diz çöktürmek demektir.
Şartlar bu kadar keskin hale gelmişken 2022 yılı belki de kader yılı olacaktır. Çünkü genel seçimler öncesinde kim ne yapacaksa bu yıl yapacak. Düşman işbirlikçileri, gıda fiyatlarından kiralara kadar halkın devletten soğuması için her türlü saldırıyı yaparken devlet mevcut rejimle bunu göğüsleyemez hâle gelebilir. Bu da dünya şartlarının uygunluğu sayesinde devletin radikal kararlar almasına sebep olabilir. Rusya’da Putin’in oligarkları ezmesi gibi bir şey olur mu bilemem, ama eğer buna benzer bir şey olursa halkın kesin desteği olur buna. Böylece uyduruk demokrasi ve alçak liberalizm yerine Üstad Necip Fazıl’ın teklif ettiği yeni yönetim modeline geçiş için önemli bir adım atılmış olur, hem de halk desteğiyle. İktidara zarar vermek isteyen kesimler bir yönden kendi sonlarını hazırlıyor olabilir. Şartların olağandışı hale gelmesinin olağanüstü sonuçlar getirmesi kaçınılmazdır değil mi?
Eğer seçime kadar işler öyle böyle giderse ve mevcut iktidar düşerse, devlet bürokrasisinin (asker de bürokrattır hatırlatırım) ve Müslüman halkın yeni iktidara katlanmayacağı açıktır. FETÖ üyelerinin kurtarılma çabası, laiklik dayatmaları ve İsrail’in kucağına atılacak uyduruk bir Kürdistan hikayesi vs. karşısında Müslüman halkın patlamasına kimse mâni olamaz. O zaman iktidarda bulunanlar, askeri kendi yanlarında değil halkın yanında bulabilir. Üstad Necip Fazıl’ın, askerin yanında olmadığı bir halk ihtilalinin mümkün olmadığı tezini biliyoruz. Belki de bu şekilde bir kurtuluş davası Müslüman halkla askeri tamamen bir araya getirecektir. Malum 15 Temmuz’da da aynısı yaşanmıştı. Öteden beri devlet ve halk arasında var olan korku ve şüphe duvarlarının hızla yıkılıp karşılıklı yakınlaşmanın başlamasına vesile olan bu hadiseden sonra, halka barışmak zaruretini gören asker ve devlete sahip çıkıp bir daha yanlış yöne gitmemesi için irade gösteren halk, benzer bir saldırı tehdidi karşısında daha sıkı kenetlenecektir. Devlet bürokrasisinin daha küçük bir Türkiye’ye razı olması yahut içinde İslâm olmayan bir rejimde ısrar etmesi ihtimali ise felaket ihtimalini doğurur. Onların bunca devlet tecrübesinden sonra böyle bir yöne sapmaları zayıf bir ihtimal olsa gerek. Üstelik Müslüman halkın siyaseti çok iyi takip etmesi ve beklediği istikbali için son derece gözü kara olması karşısında bu ihtimal daha da zayıflıyor. O halde 2022 yılında her türlü zorluğa rağmen umut vardır ve umudun olduğu yerde ise rahatta değil “Hazırol”da durmak şarttır.
Aylık Baran Dergisi 1. Sayı Mart 2022