Şehidimiz Ünsal Zor ile ilgili haberleri; hadisenin oluş şekli, baş nefret kutbumuzun yaydığı nefret iklimi ve ademe mahkûm etme gayreti hakkında yeterince bilgi sahibisiniz. Ve yine düşman kuvvetlerinin kendine hedef seçtiği, hedef gördüğü alanı görüyor ve bu hedef üzerinden geniş bir cepheye Ehli Sünnet Ve’l Cemaate mesaj verdiğini az buçuk tahmin ediyorsunuzdur. Ancak ne hikmetse ‘batıya yahut batıcılara dönük’ en basit saldırıda ‘terör’ yaygarası koparanlar pek suskun, pek unutkan, pek kör…
Çünkü onlar yabancı toprakların ölülerine ağlar, kendi savaşçılarına haset ve kin gözü ile bakarlar.
Çünkü onlar bu toprağa yapılmış her emperyalist saldırıyı uygarlık ve modernlik alameti bildiği için gizliden gizliye alkışlar; kendi milletine köleliği, köhneliği layık görürler.
Çünkü onlar –benzer bir davayı paylaşıyor dahi olsalar- bu toprağın evlatlarını kahraman olarak, fatih olarak, şehid olarak, mütefekkir olarak görmek istemezler.
Çünkü onlar atalarından yadigâr “uygarlaşmış fikir p.çleri”dir.
Emperyalizme karşı direnişi FİKİR ve AKSİYON birlikteliğinde en yükseğe taşıyan İBDA’ya muhatap anlayışı örgüleştiren mücahidlere gözlerini yumdular, kulaklarını tıkadılar. Hoş, onlardan bir şey beklediğimizden değil de, emperyalizme karşı savaş söylemlerinin aslında içi boş olduğunu ve gerçekte emperyalizmle birlik olup Anadolu insanını, Anadolu toprağını sömürgeleştirmek için nasıl çalıştıklarını vurgulayalım istedik.
BAŞ ŞÜPHELİLER AB-D VE İRAN
AB-D ve İran son on yıl içinde Afganistan, Pakistan, Suriye ve Irak’ta 1.300.000 kişiyi (bu resmi rakam, daha ötesini varın siz tahmin edin) katletti, yüz binlerce kadına tecavüz etti, milyonlarca insanı göçe zorladı. AB-D güçleri işgal edilen yerlerdeki merkez bankası rezervlerini ve altun, gümüş, tarihî eser gibi kıymette yüksek, yükte hafif ne varsa yağmalarken, Şii milisler de girdikleri şehirleri, mahalleleri, marketleri, evleri en küçük ev eşyasına kadar yağmaladılar. Ama medyası ve sahte aydınları ile ucuz emperyalistler ve bonjur madamcı tiplerin hepsi kördü, hepsi aldığı mamanın, efendisinin vereceği kemiğin derdindeydi. Böyle zamanlarda İBDA’dan başka açık ve net FİKİR ve AKSİYON yüzü ile görünen neredeyse hiç yoktu. Elbette bu dik duruş milletin şuuruna iyi bir alternatif ve özgüven aşılıyordu. Sadece bu sebeb bile ABD-İsrail ve İran şeytani koalisyonun hedefi olmak için yeter sebepti. Bu çerçevede TARAF OLMAYANIN BERTARAF OLACAĞI günün şafağına geldik.
Kumandan’ın esrar perdesi hala aralanamayan 6 ciltlik Tilki Günlüğü adlı eserinden mühim bir tevafuk; zihnimize ikrâm ettiği tedailer ile hem şehidimiz hem de katilleri hakkında değişik bir idrak atmosferine giriyoruz. 4.Cilt, sayfa 342. Başlık; “AYNI DÖŞEKTE YATANLAR, Levha: 25 Mart 1989”
Ünsal’ın şehid olduğu hafta THE WEEK adlı dünyaca ünlü bir dergi, İran ile ABD’yi AYNI YATAKTA gösteren bir resmi kapak yaptı. Oldukça dikkat çekici bu kapak-resim başta Ortadoğu olmak üzere İRAN, İSRAİL ve ABD’nin nasıl bir kirli ilişkiler yumağı içerisinde olduğunu göstermesi açısından oldukça mühimdi. Ama daha önemlisi şehidimizin katillerini de işaret etmesi bakımından ilginçti.
ŞEHİDLİK NİMETİ
Şehidlik yalnız Allah yolunda canını feda edene mahsus bir makam ve İslâm'da Peygamberlikten sonra en büyük mertebe. Bu sebepledir ki, şehidlerin bütün günah ve kusurları Allah tarafından affedilmektedir. Diğer taraftan Müslümanları, düşmanlarına üstün kılan en mühim esaslardan biri “Ölürsem şehidim, kalırsam gazi!..” inancıdır. Bu hâl, ayeti kerimede “iki güzelden biri” şeklinde ifade edilmiştir. (Tevbe, 9/52) Yani, mü’min için savaşta iki güzel neticeden biri vardır: Ya gazi olacak, ya da şehit.
Halid b. Velid’in İran komutanına söylediği şu sözler, şehitlik kavramının Müslümanlara neler kazandırdığını gösteren güzel bir misaldir: “Sizin, hayat ve şarabı sevdiğiniz kadar, ölümü seven bir orduyla size geldim.” (Abdürabbih, s. 387)
Bediüzzaman diyor ki: Cihad, merteb-i şehadetin merdivenidir. Selçuklu Sultanı Alparslan, Malazgirt harbinden önce şöyle dua etmiştir: “Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor; azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ya Rabbi! Niyetim halistir; bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” Sonra atına binerek askerlerine dönerek der ki: “Biz ne kadar az olursak olalım onlar (Bizanslılar) ne kadar çok olursa olsunlar, bütün Müslümanların minberlerde bizler için duâ ettikleri şu saatte kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer oluruz veya şehit olarak cennet’e gideriz. Ayrılmak isteyen ayrılsın. Bu gün burada Sultan yoktur. Bende ancak sizlerden biriyim
“Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır.”
Fatih Sultan Mehmet Han diyor ki: “Bu zahmet din yolunadır. Zira bizim elimizde İslâm kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize gazi demek yalan olur.”
Ebu Dücane Hazretleri, saadet asrında şöyle demişti: “Biz, ne Medine hurmalıkları, ne de cahiliye damarı için harb ettik. Biz, Allah ve Resulü’nün dinini tebliğ yolunda cihad etmekteyiz. Bu uğurda akan kanların, alınan yaraların, kaybedilen canların hiçbiri boşuna değildir.”
Şaire Hz. Hansâ’ının Kadisiye savaşında dört oğluna söylediği söz: “Din düşmanlarına ilk hücum eden sizler olmalısınız. Sizlerin arkada değil, daima en ön safta çarpıştığınızı görmeliyim. Çünkü bu harp, eski savaşlarımız gibi adi, basit çıkarlar uğruna yapılan çapulculuk ve yağmacılık hareketi değildir. Kısaca bu cihadda emir Allah’tan, kumanda da Resûlullah efendimizdendir. Başka söze ne hacet?”
Yine Kadisiye Savaşı’nda dört oğlunu şehit veren anne şöyle diyor: “Ya Rabbi! Bana emanet ettiğin dört kahramanı, yine senin dinin uğrunda feda etmiş bulunuyorum. Artık beni şehit anaları defterine kaydet! Benim için şehit anası olmak kâfi ikramdır. Bunu bana nasip eyle.”
Sahabe-i Kiram’dan Hubeyb (r.a.) şehit edilmeye götürülürken söylediği şiirin sonunu şöyle bağlıyor: “Mü’min öldürüleyim de, dünya umurumda değil. Yolum Allah’a gitsin de, şekli önemli değil.”
Seyyidü’ş-Şüheda Hz. Hamza, Uhud Savaşı öncesinde yapılan istişarede, savaşın Medine’de mi yoksa Medine dışında mı yapılması gerektiği hususunda Efendimize (s.a.v.) şöyle hitap etti: “Sana Kitap’ı gönderene yemin ederim. Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek yemeyeceğim.” “Hz. Hamza Efendimiz Cuma günü oruçluydu, Cumartesi günü Uhud’da müşriklerle karşılaştığı zaman da oruçlu bulunuyordu.” (Vakıdî, Megazî, s.165)
Ve Mus’ab bin Umeyr’in şehadeti. Uhud savaşında Müşrik ordusundan İbn-i Kâmia adında biri Peygamberimize saldırırken, Mus'ab bin Umeyr onun karşısına çıktı. Bu müşrik, bir kılıç darbesiyle Mus'ab bin Umeyr'in sağ kolunu kesti. Mus'ab bunun üzerine sancağı derhâl sol eline aldı.
Mus'ab o esnâda; “Muhammed (AS) ancak Resûldür. Ondan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir” meâlindeki Al-i İmrân Sûresinin 144. âyet-i kerîmesini okuyordu. İkinci bir darbe ile sol kolu da kesilince, sancağı kesik kollarıyla tutup göğsüne bastırdı ve yine aynı âyet-i kerîmeyi okudu. Bu hâliyle kendini Peygamberimize siper yapan Mus'ab bin Umeyr'in üzerine hücum eden İbn-i Kâmia, vücûduna bir mızrak sapladı ve Mus'ab bin Umeyr yere yıkılıp şehit oldu.
NİHAÎ SÖZÜMÜZ: YALNIZ İSLÂM İÇİN CAN VERENLER ŞEHİDDİR…
Baran Dergisi 430. Sayı