Baş ve işaret parmakları gergin bir şekilde açık ve diğer parmakların yumruk biçiminde belirişi; İbda işareti. Tedaileri ile ‘minare ve kubbe’ birlikteliğini hatırlatan bu durum silah tiplemesi ile aynı zamanda gücü ve kuvveti de hatırlatmakta. Aynı parmakların -‘baş ve işaret” parmaklarının- birleşince kalem tutan ele, birleşmeden mülhem “doğuran fikir-fikir doğuran EL” e dönmesi ise zarif bir incelik idraki tüttürmekte… FİKİR ve AKSİYON…
Ehlinin veya icad edenin muradı nedir bilinmez lâkin gözümüze hitap eden haliyle ‘b ve d’ harflerinin sembolik duruşu ile İbda’yı teklif eden EL hikmeti ‘GÖREN GÖZ’ vasıtasıyla zihinlere kazınmakta. Her şeyiyle orijinal, her ifadesiyle Müslüman ve yerli, her tutuşu ve yükseltilişi ile de müminlere müjde ve zafer, kâfirlere korku ve endişe veren bu işaret İbda’nın zuhurundan itibaren Kumandanımızın başta İbdacı Gençlik olmak üzere topyekûn İslâm âlemine hediye ettiği, ikram ettiği ZAFER İŞARETİ’dir. İşaret parmağının TEVHİD’e vurgusu ve baş ve diğer parmakların sımsıkı İŞARET parmağı etrafında toplanışı Allah Resulü ve Ashabı Kiramı tedai eden topluluk hakikatini göstermesi, İbda’ya has zafer işaretinin mânâda ne kadar derin tedâilere sahip olduğunu göstermesi açısından mühimdir.
İbda tarihinin mümtaz şahsiyetlerinden fikirde ve aksiyonda önemli bir büyüğümüz Kâzım Albayrak, İbda işaretini şöyle mânâlandırmaktadır: “İşaret ve başparmak açık ve diğer parmaklar yumruk şeklindeki İbda’nın işaretinde, işaret parmağı, Kelime-i Şahadet, şehidlik şuuru, Allahın varlığı ve birliğine şehadet ve ayrıca Büyük Doğu davasına şehadet mânâlarına gelir. Başparmak ise, her türlü buluşa açık olan üretken bir fikir olarak İbda fikriyatını ifade eder. Yumruk şekli ise, aksiyona ve cemiyet kavgasına ve devletleşmeye delâlet” (barandergisi.net)
İbda işareti korkaklara mahsus yahut eğlencelik bir işaret değildir. Sedasında sayısız mânâ saklar ve EL’in sırrı gereği işareti yapana müthiş bir özgüven ve cesaret verir. Sadece bu değil elbette, daha ötesinde keyfiyetçilik ve şahsiyetçilik babında ruhen gelişmesine, kimlik ve ideolojik formasyon açısından kendini izah edebilmesine kadar bir çok açıdan fayda sağlar.
İnsanlar, kelimeler, semboller ve şekillerle düşünür. Nihayetinde adı geçen kavramlar mânâya giydirilmiş form hükmündedir. Her kelimenin, her şeklin, her sembolün hem tanımlanabilir hem de derinliğine geniş anlamda tefekkür edilebilir sayısız mânâsı vardır. İnsan zihnini yönlendirmesi açısından da oldukça mühim bir yere sahiptir. Çevremize baktığımızda bunun izlerini rahatlıkla görebiliriz. Mensubu olduğumuz dinin sembolik ifadeleri ve telkin vasıtası olarak kullanılan seçkin kelimeler hayatımızın her alanında mevcuttur. Aynı şekilde farklı din ve inanç sahiplerinin de kullandığı semboller kendi coğrafyalarında yaşamlarının her sahasına nüfuz etmiş durumdadır. Bunun dışında çeşitli şirketlerde MARKA değeri olarak sembollere müracaat edilir. Bu sembollerin insan zihninde kalıcılığını artırmak için ona çok yüksek bir mânâ ve çekicilik yüklemeyi de ihmal etmezler. Zihinlerde o marka ile sembol (bu sembol bir kelime de olabilir) belirdiğinde aynı anda ‘kalite, kariyer, seçkinlik, itibar’ vs. gibi mânâlar belirsin isterler. Elbette artık verilmek istenen mesaj ne ise ona göre.
Mevzu ile ilgisi kadar istifade etmek üzere Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Dil ve Anlayış” adlı eserine müracaat edersek; “Dilin, ses, söz, nakış, mevzu vs. gibi bütün belirişleri ve «ifade» şekilleri, dilin «faal ve aksiyon» mânâsına gelen «özünden gelme»de birdir. O zaman da, müessirden esere ve eserden müessire yönelmeyi ve tümdengelim ve tümevarımı kendine bağlayan bu öz (ki, İslâm mutlak olarak bunun hakikatini verir), hem «ifade» şekillerinin nasıl olması gerektiğini ve hem de bir ifadenin dilin özüne nisbetle değerini verir.” (Dil ve Anlayış, sh. 86)
Diğer taraftan çağımızın büyük psikologlarından “Carl Gustav Jung, psikolojisini sembolleri anlamak üzerine kurmuştur. O, ruhun gücünü imgelerde ve sembollerde bulur. Rüyalara ve hayal gücüne büyük bir önem atfeder. Ve sembollerin bir nesneyi anlamca sınırsızlaştırmak olduğunu söyledikten sonra ekler; “eğer sembol gerçek bir tecrübeden çıkıyorsa ve ruhta yaşanan bir tasavvurun dışlaştırılmışı ise sonsuz bir güce sahiptir. Bir şeyi tanımlayıp sınırlarını belirleyen bir kavramın gücü yoktur. Siz onu sembolik olarak düşündüğünüzde onun anlamını genişletmekte, derinleştirmekte ve zenginleştirmektesiniz.”
Bu çerçevede denilebilir ki; sembol dili, gün boyu kullandığımız konuşma dilinden farklı bir mantığa sahiptir. Bu dilin mantığında önemli olan zaman ve mekân değil yoğunluk, anlam ve tedâilerdir. Verilen mesajlar güç ve kudret göstergesi olabildiği gibi zayıflık belirtisi de olabilir.
Sadece insanların değil devletlerin ve milletlerin de hayatında sembollerin çok önemi vardır. Hatta devletler ve milletler kendini ifade edebilmek için sembollere muhtaçtırlar diyebiliriz. Bayraklar, amblemler, marşlar, kahramanlık özdeyişleri ve milleti birleştiren sloganlar vs. Ve çoğu zaman etrafında toplandıkları bir ve birçok kişiye ait eser ya da kişilerin bilfiil kendisi… Semboller o kadar mühim o kadar önemli. Yaygınlaşması, meşrulaşması ve taşıdığı mânâ ile birlikte bünyeleştirilip benimsenmesi daha önemli.
Bu çerçevede İbda Fikir ve Aksiyon hareketine mahsus semboller, kelimeler sûretini giydikleri mânâyı zihinlere devşirmekle memur oldukları için, hayatın her alanında meşru bir şekilde yer almalı ve geniş kitleler tarafından benimsenmelidir. Bugün BD-İbda, taklit edilen bir fikir hareketi olarak, neredeyse bütün cemaat, dernek, örgüt hatta devletlere bile ilham kaynağı olmuştur. Bu noktada ruhlarda zaten mânâsını bulmuştur diyebileceğimiz bu hareket ‘mânâlar surete bürünmeden görünmez’ hesabı sûrete bürünerek zuhur etmeli ki, bu da birçok yerde semboller vasıtasıyla (İbda dili ile mesele konuşarak) mümkün olur. O hâlde;
Nihai olarak İbda zafer işaretini yapmak;
Ben, pazarlıksız Allah ve Resulü diyen Büyük Doğu-İbda davacısıyım, demektir…
Ben, Kur’an ve sünnet yolunda Ehli Sünnet ve’l Cemaat mensubu İslâm akıncısıyım, demektir…
Ben, Suriye’den Arakan’a, Endülüs’ten Doğu Türkistan’a, Çeçenya’dan Yemen’e kadar akan Müslüman kanının hesabını sormakta kendini mesul tutan ve yine aynı akan kanın ciğerleri parçalayan acısını hissetmekte kendini memur bilen “Ümmeti Muhammed”in -layıksam eğer- ferdiyim, demektir.
Ben, 100 yıla yakınıdır bu ülkede Müslümanların üstüne çöreklenmiş batıcı laik Kemalist zorbaların zulmü, sömürüsü ve ihaneti arasında ekmeğini, emeğini, gençliğini, toprağını ve kültürünü kaybetmiş Anadolu insanını yeniden o mazideki muhteşem temsiline götürecek, bayrağı en yükseğe çıkarak ANADOLUCULUK davasının yılmaz savunucusuyum demektir.
Ve en son olarak İbda zafer işaretini yapmak, Üstadın Gençliğe Hitabesinde belirttiği üzere; “dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik” makamına talibim demektir. Baran Dergisi 432. Sayı