Sözün başı; Batı emperyalizminin her zaman söylene geldiği üzere Ortadoğu merkezli topyekûn İslâm coğrafyasında estirdiği terör, yürüttüğü işgal politikaları ve en küçük teferruata kadar kültür imhacılığının gayesi, bölgenin sadece yer altı ve yerüstü ekonomik kaynakları değil, yüzyıllar sonra kazandığı dünya iktidarını İslâm’a, Ehli Sünnet Ve’l Cemaatin devletleştiği Müslümanlara kaptırma korkusudur. Bunun için de şimdilerde ‘Ortadoğu Araştırmaları Disiplini’ adını alan Oryantalizm (şarkiyatçılık) aracılığı ile bölgeyi, inançları, inançlar ve kavimler arasındaki farklılıkları, sorunları araştırıp öğrendiler. Öyle ki bölge insanlarının etnik köken tarihlerine, inanç ve akide yapılarına dâir eserler bile yazarak ‘kaynak eser’ hükmünde zihinlere aktardılar. Çalışmalar ‘bilimsel’di. Kisve ve anlayış ‘ilmî araştırma’ idi. Ama bununla birlikte geliştirilen zihniyet ve oluşturulan fikirler ile zihinler yeni bir düşünce için dizayn ediliyordu.
Batılılar üç yüz yıllık geçmiş içerisinde bu görüşlerini hem geliştirdiler hem de kendilerine taraftar-işbirlikçi bulmak için tüm güçleri ile çalıştılar. Farklı coğrafyalarda hırsları ve sorunları olan liderleri, toplulukları ile beraber ekonomik ve askerî olarak ‘ihyâ’ etmek sûretiyle ön plana çıkardılar. Kimlerle nereye kadar işbirliği yapacaklarını, hangi konularda ne kadar taviz verebileceklerini, kimlerin kimlerle tarihî sorunları olduğunu ve yine aynı tarihte kimlerin batı ile daha yakın bir işbirliği sergilediğini gözden geçirdiler. Bundan sonrası sadece bunu kullanabilmek ve hayata geçirebilmekle ilgili idi. Carneige, Rockefeller, Rothschild ve Ford kuruluşları bunu finanse ettiler. Rand Corporation, Savunma Analizleri Enstitüsü, Deniz Harp Analizleri Merkezi, Beşer Yaratıcılığı Araştırma Bürosu vs. önemli ‘oryantalist’ merkezlerden bir kaçıdır. Vehhabiler, Selefiler, Mezhepsizler, Fetullah, Efgani, Abduh, yeni yetme mutezileler, şeriatsız tarikatlar, tarikate düşman sözde şeriatçılar, demokrat Müslümanlar, muhafazakârlar, ılımanlar, modernistler, reformacılar, şia ile ehlisünnet arasında sözde uzlaşmacılık altında “hak ile batılı karıştırma” girişimleri, dinler arası diyalogla “dinleri birleştirme” girişimleri, Hıristiyanlara kâfir demeyen güruh, batıyı büsbütün taklit ederek cinayetlerin en büyüğünü işleyen binlerce yıllık kültür birikimin katilleri kemalistler falan hep bu yapının derinleştirdiği, geliştirdiği ve Müslümanların içine bir fitne olarak serpiştirdiği unsurlardır.
Batı bunları yaparken, aynı coğrafyaya karşı İran da benzer bir hamle yapıyor ve Batı ile paralel bir şekilde kendi mezhepçi dünya görüşünü, takiyyeci politik tavırların arkasına saklayarak bir takım lobiler ve medya aracılığı ile yaymaya çalışıyordu. İran lobiciliği Batı tarafından fiilen olmasa da fikren desteklendiği için, herhangi bir mukavemet ve tepki görmüyordu. Nihayetinde paylaşılmak ve paramparça edilmek istenen coğrafya Ehli Sünnet coğrafya idi. Bu çerçevede İran hem Şiî yayılmacılığını gerçekleştiriyor hem de Şiîleri tek bir bayrak ve ses altında toplamaya gayret ediyordu. Şiî İran’ın ezeli rakibi “Ehli Sünnet” akidesine sahib olan bir devletti. Yoksa ne Batı ne de İsrail İran’ın umurunda değildi. İran tarihi bunun en canlı misalleri ile doludur ki, bir kaçını geçen hafta yazmıştık. Ancak yeri gelmişken Yavuz Sultan Selim’le ilgili bir anekdotu da burada aktaralım:
“Yavuz Sultan Selim Han… Günümüz Safevîlerinin yoğun karalama propagandasına maruz kalan büyük dâvâ adamı, aksiyon sanatçısı ve İslâm birliği dâvâsının remz şahsiyeti. Batıcılığa karşı zaferden zafere koşarken, ilk zuhurlarından itibaren İslâm devletlerini arkadan hançerlemeye odaklanmış Şiî- Safevî terörünü ve fitnesini temizleyen Türk Beyi.
Bilindiği gibi, Şah İsmail, İran'da kısa bir zamanda Safevî Devletini kurmuş ve doğuda hem Osmanlı Devleti için hem de Âlem-i İslâm'ın birlik ve beraberliği için, siyasî ve dinî açıdan tehlike arzeder hâle gelmişti. Şehzâde Selim, bu iki yönlü tehlikeyi henüz Trabzon Sancakbeyi iken fark etmiş ve babasını İstanbul'da ikaz dahi etmişti. Fakat II. Bayezid, tedbir alamamanın yanında, Şiîlerin tahrikiyle çıkarılan Şahkulu isyanını da önleyememişti. Anadolu'yu Şiîleştirme hedefini güden ve her geçen gün bu hedefine daha da yaklaşan Şah İsmail, bir türlü durdurulamıyordu.
Nihâyet Yavuz Sultân Selim padişah olunca, şuurlu âlim İbn-i Kemal'in de yerinde ikazlarıyla, hem İslâm birliğini bozan ve hem de Doğudaki Sünnî Kürt ve Türk aşiretlerini rahatsız eden Safevî tehlikesini bertaraf etmeye azmetti. Çünkü olan biteni yakından takib eden Yavuz Sultan Selim, Şiîleşmiş Türkmenlerin de içinde bulunduğu Safevî artıklarının temizlenmesi ve imha edilmesini, Anadolu’nun güvenliğini sağlama almak ve yarın Batı’ya düzenlenecek herhangi bir akında arkadan vurulmamak için gerekli görüyordu. İktidar hırsıyla kudurmuş Safevîler, Şiî halka şirin görünmek ve samimiyetlerini isbat etmek için, her biri Safevîlerden daha samimi Kerbelâ üzüntüsü ve Ehlibeyt muhabbeti içinde olan Sünnî halkı "Kerbelâ" ve "Sıffîn" aşkına boğazlamaya, Şahkulu gibi eşkıya liderlerinin başkanlığında, Anadolu'da Şiî-Safevî terörü estirmeye başlamışlardı.
İşte Yavuz Sultan Selim, bu tehlikeli gidişe dur demek için, kendinden sonra geleceklerin İslâm bayrağını Viyana önlerine kadar güvenle taşımalarını sağlayacak olan adımı atarak, Çaldıran Seferi'ne çıktı. Allah'ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi sayesinde, Şah İsmail'in Anadolu üzerindeki siyasî ve mutaassıb Şiî emellerine son verildi. Bu mühim zaferin kazanılmasında tamamen Sünnî olan ve gazada Yavuz Selim'in yanında yer alan Sünnî Kürt aşiretlerinin büyük rolü vardır.”
Benzer durum Kanuni döneminde de yaşanmış Şiî ihanet cephesi yine gereken cevabı almıştı.
Şİİ LOBİLERİ VE ABD’CİLİK
Şiî lobileri ve Şiîleşmiş sünnilerin hezeyanları baştan beri söylemeye çalıştığımız Ehli Sünnete dönük tahrifat çalışmalarının ‘misyonerlik’ ayağını teşkil etmektedir. Bunlar sözde ABD-İsrail karşıtı ve güya ‘radikal’ bir çizgide İslâm talebi imajı çizerken, bir yandan da Şiî emeller doğrultusunda tıpkı batılı yoldaşları oryantalistler ve Yahudi dostları sosyal bilimciler gibi ‘dini içeriden tahrif etmeye, yumuşatmaya’ ‘kitlelerin belli bir disiplin çerçevesinde düşünmemesini sağlamaya’, ‘belli bir dünya görüşü ve lider etrafında örgütlenmesini’ engellemeye çalışmaktadırlar. Ülkemizde yürütülen en acımasız propaganda ‘Ehli Beyt Mektebi’ adı altında yürütülen Şiîleştirme çalışmasıdır. Hakikatte Ehli Beyt, Ehli Sünnet’in ta kendisi iken, sanki Ehli Beyt farklı Ehli Sünnet farklı imiş gibi propaganda yapan Şiî güruh, korkunç bir şekilde tarihî ve ilmî cinayetlere imza atmaktadır. Mevcut Caferilik, Nusayrilik, Alevilik ve diğer Şiî mezheplerin Ehli Beyt ile bir ilgileri olmadığı gibi, Ehli Beyt ismini kendi sapık görüşleri ve siyasî emelleri için maske olarak kullanmak dışında bir değer vermiyorlar. Bu Şiîleşmiş kişilerin başında Mustafa İslâmoğlu ve avanesi, Atasoy Müftüoğlu ve avanesi, Hatemi Ailesi ve avanesi gelmektedir. Bunların içlerinden bazıları Cumhurbaşkanı ve Başbakanlık makamına danışman olacak kadar ileri noktalara gelmişlerdir. Hatta durum o kadar kritik noktadadır ki, Anadolu ajansı ve basın danışmanlığı gibi alanlara kadar bu lobiciler sızmıştır. Ve daha şiddetlisini söyleyelim: İran, Van’da Üniversite açacak. Bunun resmi hazırlıkları tamamlanmış durumda. Birçok ilahiyat fakültesinde Doç. ve Prof. Seviyesinde lobiciler henüz yazımızın dışındadır.
Diğer taraftan Şiî ve Alevi kesimde vardır. Selahaddin Özgündüz gibi Şiî ahuntlar, Avukat Sinan Kılıç’ın yaptığı Caferilik İnancını Tanıtma, Araştırma ve Eğitim Derneği gibi dernekler, TGB içine çöreklenmiş ve zaman zaman üniversite gençliğini ‘tur’ bahanesi ile İran’a taşıyan Şiî misyonerler ve bazı gazete köşelerini tutmuş ismi bizde saklı aydın müsveddeleri ki, işleri güçleri Şiî terör çetelerinin Irak ve Suriye’deki katliamlarını ve yağmalarını masum göstermeye çalışmak...
Bu lobiler sadece Türkiye’de ittifak arayışında Şiîleştirme faaliyetinde değiller. Irak Kürdistanı’nda Barzani ile Yemen’de Husiler, Lübnan’da Hizbullah ile örgütlü olarak lobi faaliyetleri yürütmektedirler. Bu lobi faaliyetlerinin iki amacı vardır; ya Şiîleştirmek yahut Şia’ya hoşgörü ile bakılmasını sağlamak. İçlerine girdikleri grupları çalışmaz hâle getirmek için o gruplar içerisinde birbirleri ile problemleri olanları öğrenir, oları birbirine düşürmeye çalışır ve kendisi de sureti haktan görünmek için grup liderini haddinden fazla yüceltir. Hatta davayı öylesine sert bir üslupla savunur ki, ona bakanlar aslında bu kişinin davanın içini boşalttığını fark etmezler bile. Grupları birbirine düşürdükten, yahut iş yapamaz hale getirdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi çekip giderler. Şiî lobileri Batı ile bu noktada hiç bir zaman ayrı düşmediler, ayrı düşünmediler. Her ikisinin de ortak hedefi Ehli Sünnet’ti.
Birileri bizi sert ifadelerle tenkid edebilir. Kapanmış yaraları açmaya yeltenebilirler. Onlara cevabımız ‘bizim kimseye bir şey dediğimiz yok. Ama adam bizim evi karıştırıyor, bizim yurdumuzda binlerce cinayet işliyor, zihinleri iğfal için inanılmaz para harcıyor. Ama siz bizden susmamızı istiyorsunuz. Yani bu tecavüze razı olmamızı istiyorsunuz. Yoksa bu tecavüzde siz de suç ortağı mısınız ki böyle konuşuyorsunuz?’ Elbette İran Şiî Cumhuriyetinin, iç ve dış politikalarının “İslâmîliğini” sorgulamak zaruri bir sonuçtur. İran’ın yanlışlığı yahut ihaneti ABD’nin, Siyonist İsrail’in ve küresel zalimlerin elini güçlendirmekten ve İslâmcıları çatıştırmak için olumlu bir ortam sunmaktan başka ne işe yaramıştır? İslâm coğrafyasındaki iç çatışmaların her ne kadar birinci müsebbibi Batı ve İsrail ise de, İran’ın da onlardan geri kalmadığı hali hazırda görünür planda ve itirazı kabil olmayacak şekilde ortadadır.
Hatırlanırsa ABD’nin Irak’ı işgalinde ABD askerlerine erketelik yapan Şiî askerler, Saddam’ın devrilmesi için öncü kuvvet olmuştu. Irak’ta, ABD ve Şiî kuvvetlerine karşı mücadele eden Iraklı Müslümanları terörist olarak gören ABD-Şiî ittifakı, her daim sürdü. Bu işbirliğini misallendirecek olursak mesele daha iyi anlaşılır sanırım:
Al-Arabiyya’nın “Amerikan ve İngiliz askerlerini hedef alan silahlı operasyonları nasıl değerlendiriyorsunuz? Direniş ya da şiddet olarak mı, yoksa terör olarak mı değerlendiriyorsunuz?” sorusuna bakın Şiî lider İyad Cemaladdin nasıl cevap veriyor: “Şahsen ben bunları şüphesiz, terör eylemleri olarak değerlendiriyorum. Hiç şüphe yok. Biraz insaf sahibi olanlar, zerre hakikat kaygısı duyanlar Amerika’nın yardımlarını göz ardı edemez ve Amerikan askerleri hakkındaki gerçeği itiraf edeceklerdir. Diktatör Saddam rejimine muhalif olanlar sadece Amerikan güçleri sayesinde devrildiler. (…) Amerikan güçleri seçimlerle Necef’teki Şiî mercilerin desteğiyle seçilmiş Irak hükümetinin muvafakatiyle ülkede bulunmaktadır. ABD güçlerini desteklemekteyiz.”
Bir başka misal; tarih 2011-2012. Afganlı mültecilere yönelik olarak sistematik bir baskı politikası uygulayan İran, bu mültecileri aynı zamanda bölge ülkeleri ve Afganistan için siyasî-kültürel baskı unsuru olarak kullanmaktadır. İran’ın cezaevlerinde binlerce Afganlı tutuklu bulunmakta ve bunlar arasından çeşitli iddialarla dönem dönem basına duyurulan veya duyurulmayan idamlar gerçekleştirilmektedir. Hatırlanırsa 2011 yılında Afganistan’ın muhtelif şehirlerinde sokaklara dökülen binlerce Afganlı, İran rejiminin soydaşlarına yönelik idam ve baskılarını kınayan gösteriler düzenlemişlerdi.
Ve son misal; tarih birkaç ay öncesi. Ağustos ayının sonları ve Eylül aylarının başında Şiî İran rejimi, çeşitli bahanelerle 40 Müslümanı idam etti. İran Ulusal Direniş Konseyi Sekreterliğinin yayınlamış olduğu habere göre Şiî ideolojisini bir tabu haline getiren Şiî devleti, 2 hafta içerisinde 40 Müslüman siyasî mahkûmu idam etti. 1 Eylül'de, Karadj'ta içinde Ghezel Hessar Cezaevi'nde 10 tutuklu topluca idam edildi. İdam edilme sebebi olarak da, mahkûmların cezaevi koşulları nedeniyle başlatmış olduğu isyan sebeb gösterildi.
İRAN'IN YİYİCİ EFENDİLERİ
1980’lerde Humeyni’nin sağ kolu olan Rafsancani. İran’ın dış politikası üzerinde en etkili isim. Üniversite yıllarında kardeşiyle birlikte özel ders vererek geçinen Rafsancani, şimdilerde devasa bir servet sahibi. İran’ın en büyük petrol işleme fabrikasına, bir büyük otomobil üretim tesisine ve İran’ın en iyi özel havayolu şirketine sahip. Sadece Rafsancani değil elbette, devrimde uzaktan yakından kim görev aldıysa, Humeyni’nin şoförü bile.
Rafsancani’nin ağabeyi İran’ın en büyük bakır madeninin sahibi, diğer kardeşi İran televizyonun, kayınbiraderi ise bir dönem Kerman bölge valisi. Kuzeni 400 milyon dolarlık fıstık ihracatını kontrol ederken yeğeni ve küçük oğlu da Petrol bakanlığında Rafsancani’nin.
İhaleler bile Rafsancani ailesine çalışmış. 1 milyar doları aşan meşhur Tahran metrosu ihalesi de Rafsancani’nin büyük oğluna verilmişti.
İran’ın en zenginlerinden biri de Yahudi dönmesi Asgaroladis ailesi. 400 milyon dolar gibi bir servete sahip bu aile İran içinde kripto işleri çok rahatlıkla yürütmektedir.
Bir diğer zengin İranlı, Humeyni’nin şoförü Muhsin Rafiqdost. Şoförlükten başlayıp 11 milyar dolarlık servete sahip olmak gibi mühim bir başarı! sağlamış. Şimdilerde 400 bin kişiye işveren birkaç kurumun başında.
Bir de din-mezhep sömürüsünden elde edilen servetler var ki, dudak uçuklatıyor. Başında İran’ın en sert mollalarından biri olan Ayetullah Vaeztabasi'nin olduğu Razavi Derneği vasıtası ile elde edilen bu servetin kaynağı Şiîlerce kutsal kabul edilen yerlerden topladığı bağışlar. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde yatırım bankaları da kuran derneğin varlığının 15 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Ülkenin en büyük uluslararası havalimanı da Razavi tarafından inşa edildi.
Ve küçük bir not: İran petrolün % 18'ini AB üyesi ülkelere ihraç ediyor
UYDURULMUŞ TARİH VE UYDURULMUŞ BİR DİN: ŞİİLİK
Şiîlik; Sahabe-i Kiram gıybeti yapmanın dışında, sözde Hz. Ali taraftarı görünüp Müslümanlara zulmetmenin dışında hiçbir ilkesi ve ölçüsü olmayan, uydurulmuş bir tarih üzerinden uydurulmuş bir din ihdas ederek Mecusi-Zerdüşti geleneğini sürdüren ve İslâm ordularının yıktığı Pers-Sasani gibi devletlerin Farisi bir milliyetçilik anlayışı ile intikamını almaya çalışan “seküler” dinî bir mezhep…
Her tarafından iki yüzlülük, her tarafından ihanet, her tarafından çelişki, her tarafından efsane-bidat dökülen bir hadiseler ve fikirler yığını İran ve Şiîlik tarihi. Bir kaçını hatırlatacak olursak; Hz. Hüseyin’e gösterdikleri muhabbetin onda birini Hz. Hasan'a göstermezler. Çünkü onların gözünde Hz. Hasan hilafeti Hz. Muaviye’ye teslim etmiştir. Hz. Fatıma’dan öyle bahsederler ki, sanki Hz. Resulullah’ın tek kızı vardır. Oysa Allah Resulü’ün (Hz. Fatıma, Zeynep, Rukiye ve Ümmü Gülsüm) olmak üzere dört kızı vardır. Bilhassa Hz. Osman’a olan nefretleri o kadar fazladır ki, bu doğal olarak Allah Resulü’nün kızlarını ademe mahkûm etmek gibi acem takiyyeciliği ve ihanetini göstermektedir. Bakın bu uydurulmuş tarih ve uydurulmuş din nasıl bir mezhepçi holiganlığa yol açıyor.
“Fatıma’nın katili Ömer’e lanet olsun!” Bu slogan 7 Haziran 2008, Cumartesi günü Belucistan’ın başkenti Zahidan’daki Şiî devrimci topluluğunun attığı slogandı. Topluluk genel seçimlerdekine benzer bir şekilde yürüyüş yaptı. Bu yürüyüşler İran rejimince desteklenen Şiî fanatikler tarafından düzenlendi. Göstericiler bu sloganı birçok araca ve kartona çoktan yazmışlardı ve Belucistan’ın Müslüman yoğunluklu Zahidan şehrinde yaptıkları yürüyüşte bu sloganı atıyorlardı. Şiî bağnazlar tarihî bir gerçeklik uydurdular ve Hz. Peygamber (sav)’in kızı Fatıma’nın ikinci halife olan Hz. Ömer tarafından öldürüldüğünü iddia ettiler. Fatıma’nın herhangi biri tarafından katledildiğine dair herhangi bir belge mevcut değil. Tüm tarihî gerçekler göstermektedir ki, kendisi doğal sebeblerle vefat etti ve eşi Hz. Ali onu özel bir yere defnetti. Hz. Ömer, İslâm’ın ikinci halifesi olup liderliği Fars İmparatorluğu’nun çöküşüne neden olmuştu. Göstericiler, İslâm karşıtı sloganlarını daha da artırarak Müslüman toplumu provoke etmeyi, böylece Zahidan’daki Müslüman Belucların külliyen bastırılıp sindirilmesi için güvenlik güçlerinin eline koz vermek istediler. Beluc halkı göstericilerin “Ömer’e lanet, Ömer’e lanet, Fatıma’nın Katili!” sloganlarını artırdıklarını ve bağırdıklarını gördükleri an karşı tepki vermeye başladılar. Göstericiler Zahidan’daki Ehl-i Sünnet kesiminin karşı koymasıyla yüzleşince güvenlik güçleri göstericileri durdurmak yerine İran’ın Müslüman Beluc vatandaşlarına müdahale edip ateş açmaya başladılar. Birkaç Beluc bu saldırılarda öldü ve onlarcası yaralandı. Gösteri sonrasında yüzlerce Müslüman tutuklandı.
İran İslâm Cumhuriyeti sistematik olarak ta devrimin başlangıcından beri bir Şiî-Sünni iç savaşı çıkartmak için kışkırtmalarda bulundu. Birçok Cami tahrip edildi ve birçokları kapatıldı. Birçok Müslüman âlim ve Ehl-i Sünnetin önde gelen uleması bir dizi cinayetlerle öldürüldü, bunların birçoğu asılıp infaz edildi.”
Anayasasında Sünniliğe yer vermeyen, Tahran’da tek bir Sünni camisinin yapımına izin vermeyen, bakanlıklar, askeri, diplomasi, bürokrasi ve üst düzey önemli devlet makamların hiçbirinde Sünni vatandaşlara yer vermeyen Mezhepçi İran Şia Cumhuriyeti, Müslümanların üstünden hiçbir zaman kılıcını kaldırmadı, zulmünü bitirmedi. 13 Mart 2009’da iki önemli âlimi idam ettiği, 600 kapasiteli Ebu Hanife Camisi ve Okulunu 2008 yaz mevsiminde yerle bir ettiği gibi Şiî İran Devleti, Belucistan, Ahvaz ve Zahidan bölgesinde de Ehli Sünnet kesimlerini, önde gelen Sünni âlimleri sindirmeye, tutuklamaya, faili meçhul şekilde yok etmeye veya idam etmeye devam ediyor.
Bu arada hatırlatalım; Tahran’da 1 milyondan fazla Sünni yaşıyor; ancak bunların dini ibadetlerini yerine getirmek için bir tane bile camileri bulunmuyor. İranlı Sünnilerin Cuma namazlarını kamuya açık yerlerde kılmalarının önünde engeller bulunuyor. Ehli Sünnet’in dini akidesi sürekli bir şekilde televizyonda, medyada, konferanslarda ve kamu açıklamalarında saldırıya uğruyor.
Ve son sözümüz; Daha adil ve daha güçlü bir devlet için Ehli Sünnet ve’l cemaat. Bu çerçevede Büyük Doğu-İbda ve Başyücelik Devleti.
Yararlanılan Kaynaklar
• İran, Hamid Ahmedi, Küre yay.
• Modern İran Tarihi, Ervand Abrahamıan, İş Bankası Yay.
• Mecusilerin Dönüşü, Guraba Yay.
• http://irananaliz.wordpress.com/
• Şia tarihi, Gulam Hasan Muharremi, Kevser yay.
• Petrol, Suat Parlar, Anka yay.