Tarihçe
İran’ın Suriye politikasını ele alırken klasik uluslararası ilişki biçimleri ve kavramları etrafında incelemelerde bulunmak oldukça zordur. İran-Suriye ilişkileri 1979 molla devriminden sonra stratejik hesaplar, ekonomik çıkarlar, güç dengeleri gibi unsurların yanında şia dini motivasyonlu ideolojik ve duygusal bir eşiğe geçmiştir. Esasen yeni rejim, şia dinini, pragmatik bir araç olarak, özellikle dış politika stratejisine uydurmuştur, desek daha yerinde olacaktır. Varoluşunu şia dini ve ABD-İsrail karşıtlığı üzerine kuran İran rejimi, halkını konsolide etmek ve imperyal ideallerine ulaşmak için yine bunları araç olarak kullanmıştır. Kendi inançları (İsna Aşeriyye) dışında/kâfir olarak gördüğü Nusayri Esed rejimiyle güçlü ilişkiler geliştirmek adına bu görüşte değişikliğe gitmiştir. Esed rejiminin Baasçı (Sosyalist Arap Milliyetçisi) olması da İran’ın Suriye politikasında herhangi bir değişikliğe gitmesine sebep olmamıştır. Molla devrimiyle birlikte sözde dinî bir rejim kuran İran, bölgede etkinliğini arttırmaya başlamıştır. Temel tezi halkların yanında olmak, mazlumları savunmak gibi argümanlar olan İran, daha çok devlet dışı aktörlerle ilişkiler geliştirmiştir. Bu süreçte devlet olarak tek müttefiği Suriye olmuştur.
1976’da başlayan Lübnan iç savaşına Suriye direkt dahil olmuş ve Lübnan’ı işgale girişmiştir. İran’ın destek vermesiyle 1982 yılında Lübnan’da, İran-Suriye ortaklığıyla Hizbullah örgütü kurulmuştur. Yine aynı dönemlerde, Müslüman Kardeşler ve diğer İslamcı grupların 1970’lerin sonlarından itibaren başlattıkları silahlı eylemler 1982’de Hama şehri merkezli toplu bir isyana dönüşmüştür. Bu isyanın bastırılmasında İran, Esed rejimine istihbarat başta olmak üzere lojistik ve askeri destek vermiştir. Hama katliamı olarak tarihe geçecek bu cürüm neticesinde Hama şehri tanklar ve uçaklarla bombalanıp tahrip edilmiştir. Ağır silahlarla şehre giren rejim milisleri 40 bine yakın Müslümanı katletmiş, binlerce Müslümanı hapsedip korkunç işkencelerden geçirmiştir.
Tüm bunların dışında İran-Suriye yakınlaşmasının temel dinamiği olarak büyük şeytan Amerika (!), küçük şeytan İsrail (!) ve Irak düşmanlıklarını sayabiliriz. Nitekim iki ülke ilişkilerinin önemli bir pekişme noktası Irak-İran savaşı dönemi olmuştur. Irak’ta Baas’ın iktidarda olmasına rağmen Suriye Baas rejimi Irak-İran savaşı döneminde İran’a açık destek vermiştir. Bu dönemden itibaren İran, Suriye’de askeri, ekonomik ve bürokratik varlığını genişletmeye ve tahkim etmeye devam etmiştir. 2000’li yıllarda Beşar Esed’in nisbeten liberal politikaları ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya açılma girişimleri İran üzerinde baskı oluşmasına sebep olmuştur. Böylece Türkiye ile İran arasında Suriye üzerinde nüfuz kurma mücadelesi verilen bir süreç doğmuştu.
İran’ın Suriye ve Emperyal Siyaseti
İran, Suriye’yi kendisi için ABD-İsrail tehdidine karşı ileri bir savunma hattı olarak görmüştür. Suriye’yi Şii Hilalinin önemli bir parçası kabul etmiş, Direniş Ekseni’nin altın halkası olarak nitelemiştir. İran için Suriye’nin diğer bir önemi, İran-Hizbullah arasında bir köprü vazifesi görmesidir. İran’ın tüm bu argümanlarına karşın Amerika’nın Orta Doğu’da İran’a alan açması şaşılacak bir durum olmuştur. Yine dünyanın herhangi bir yerinde, sözgelimi Orta Asya’nın steplerinde bir otağda, yahut Sahra’nın orta yerinde bir vahada kurulacak İslam devletine karşı Amerika’nın tavrının ne olacağı belliyken İran’ın İslâm devleti olduğu iddiasına mukabil tutumu hayret vericidir. Açıkça görülmektedir ki ABD, İslam Ümmetinin Ehli Sünnet ve’l Cemaat ana omurgasına karşı azınlık olan şii İran’ı güçlendirme stratejisi izlenmiştir.
İran bu stratejinin açtığı alanı, yumuşak gücü (devrim güzellemesi ve takiyye retoriği) ile vurucu gücü (Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs Gücü) üzerinden Orta Doğu ve Afrika’da genişleme ve misyonerlik faaliyetleriyle doldurmaya çalışmıştır. Amerika’nın Afganistan’ı işgali esnasında Amerika’ya yardım etmiş, yine Amerika’nın Irak’ı işgali esnasında Şiilerin direnişlerini engellemek suretiyle büyük şeytan dediği ABD’nin yanında saf tutmuştur. Lübnan’da kurduğu Hizbullah oluşumunu model kabul edip Türkiye’de Hizbullah (günümüz Hüda-Par), Afganistan’da Fatımiyyun, Pakistan’da Zeynebiyyun, Irak’ta başta Ketaib Hizbullah ve Nucebba Hareketi, Yemen’de Husiler, Nijerya’da Hizbullah, Bahreyn, Sudan ve diğer ülkelerde farklı isimlerle paramiliter örgütler kurmuştur. Yine başta bu ülkeler olmak üzere Orta Asya Türki Cumhuriyetlerden, Afrika ülkelerine dek geniş bir yelpazede kamu diplomasisi ve misyonerlik çalışmalarıyla toplumun farklı tabakaları ile irtibat kurmuş ve şiileştirme çalışmalarına devam etmiştir. Gelinen noktada İran, Suriye’nin başkenti Şam’ı, Yemen’in başkenti San’a’yı, Irak’ın başkenti Bağdat’ı işgal etmiştir. Lübnan’da paralel devlet haline getirdiği Hizbullah üzerinden tüm ülkeyi kontrol altına almada önemli adımlar atmıştır. Bu bölgelerde “hizmet” adı altında onlarca üniversite, yüzlerce eğitim kurumu, binlerce hüseyniye açmıştır. Yine ayni ve nakdi yardımlarla fakir ülkelerde misyonerlik çalışmalarını devam ettirmektedir.
Arap Baharı ve Suriye Devrimi Süreci
İran, Aralık 2010’da başlayan Arap Baharı gösterilerine başlangıçta özgürlük hareketleri deyip destek vermiştir. Batı’ya yakın diktatörlerin devrilmesini, halkların zaferi, İslam’ın zaferi olarak değerlendirmiştir. Aynı halkların aynı taleplerle Suriye’de başlattıkları protesto gösterilerine ise şiddetle karşı çıkmış ve bu hareketleri İran’a karşı Batı’nın bir komplosu olarak nitelemiştir. Daha önceden Suriye’de konuşlu bulunan İran askerleri, Rejim askerleri eşliğinde sivil halka ateş açmış ve protesto gösterilerini zorla dağıtmaya çalışmıştır. İranlı yetkililer yaptıkları açıklamalarda Şam’ın düşmesini Tahran’ın düşmesi olarak gördüklerini belirtmişlerdir. Yani bu olayları bir varoluş savaşına çeviren yine İran olmuştur. Kendince, onlarca yıldır yaptığı yatırımlarını, Hizbullah’la coğrafi bağını, direniş ekseninin ileri hattını ve şii hilalinin önemli bir parçasını kaybetmek istemeyen İran, bu savaşın önemli bir aktörü olmuştur. İran Suriye’de hiçbir zaman askeri varlığını kabul etmemiş, danışman desteği ile sahada olduğunu iddia etmiştir. 2012 yılında İranlı muvazzaf ve emekli komutanların öncülüğünde Suriye Ulusal Savunma Güçleri Birliği (NDF) kurulmuştur. Bu, dağınık hareket eden şebbiha gruplarından bir Hizbullah kurma girişimiydi. Olayların ilk gününden itibaren sahada Esed’in emrinde olan Lübnan Hizbullah’ı 2013 yılında resmi olarak savaşa dahil olmuştur. Daha sonra İran, Türkiye, Irak, Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerden getirilen lejyoner gruplar İranlı komutanların emrinde Suriye Ordusuyla koordineli ve uyumlu olarak savaşa dahil olmuşlardır. İran emrindeki bu örgütlerin temel motivasyonu, türbe bekçiliği, tekfirci teröristlerle mücadele ve ABD/İsrail’e karşı savaşmak iddiaları olmuştur. Bu grupların bünyesinde savaşan militanların maaşları dahil tüm giderleri İran tarafından karşılanmaktadır. Esed rejimini askeri olduğu kadar ekonomik olarak da ayakta tutmaya çalışan İran bu savaş için yıllık ortalama 35 milyar dolar harcama yapmıştır.
Reuters’in 6 Haziran 2015 tarihli haberine göre; İran lideri Hamaney’in Putin’i arayıp rejimin düşeceğini söylemesi üzerine Putin’in “Müdahalede bulunacağız Kasım Süleymani’yi Moskova’ya gönder.” dediği iddia edilmiş, Rusya-İran-Esad konsorsiyumunun operasyonunu tasarlayan kişinin Süleymani olduğu söylenmiştir. Bu da gösteriyor ki Suriye Baas Ordusu, İran Kudüs Gücü, Lübnan Hizbullah’ı ve emirlerindeki yüzbinlerce şii paramiliter milise rağmen muhaliflere –belli zaferler elde etmiş olsalar da- karşı koyamamışlardır. Rusya savaşın başından beri rejimi lojistik, ekonomik ve diplomatik olarak desteklemişse de bu görüşme sonrası (30 Eylül 2015’te) fiili olarak savaşa dahil olmuştur. Bu ittifak sahada kısa sürede Rus hava gücü eşliğinde muhaliflere karşı önemli başarılar elde etmiştir. İttifakın en büyük başarısı iç savaşın kırılma noktasını oluşturan Halep Operasyonu olmuştur. Rusların, eski mühimmatlarını yok etme ve yeni teknolojilerini deneme operasyonuna dönen savaşta, Halep adeta yok edilmiş, muhalifler şehirden çıkarılmıştır. İran bu süreçte Irak’ta Haşdi Şaabi’yi organize ederek Amerika ile ittifak kurup Musul operasyonuna katılmıştır. Her iki operasyonda da geçtiğimiz kış Amerika tarafından öldürülen Kudüs Gücü Genel Komutanı Kasım Süleymani İran adına sahada görev almıştır. Varoluşunu hayali Amerika düşmanlığı üzerine kurgulayan İran’ın, Irakta Amerika’yla, Suriye’de Rusya’yla ittifak kurup Müslümanlarla savaşması ikiyüzlü takiyyeci siyasetini ortaya çıkarmaktadır.
Suriye Devrimi süresince rejimin hamiliğini üstlenen İran nükleer anlaşma henüz yapılmadığından uluslararası Cenevre Görüşmelerinin ilk iki toplantısına davet edilmemiştir. Cenevre 3 ve sonrasındaki görüşmelerde İran, Esed rejiminin masadaki temsilciğini/sözcülüğünü yapmıştır. Görüşmelerde Rusya daha akılcı ve stratejik davranırken, İran saldırgan ve anlaşmaya yanaşmayan tutum sergilemiştir. Öyle ki Tahran’da tüm dünyaya canlı olarak verilen barış görüşmeleri esnasında İran’ın bu tutumu net olarak görülmüştür. Daha sonra Türkiye ile Rusya Soçi’de bir araya gelmiştir. Netice alınan görüşmelerin çoğu bu iki ülke arasında yapılmıştır. 2016 yılında Halep’te kuşatmada kalan siviller ve muhaliflerin tahliyesi için Rusya ile anlaşmaya varılmışsa da İran anlaşmaya yanaşmamıştır. Anlaşma gereği siviller tahliye edilirken İranlı komutanlar ve emirlerindeki militanlar sivil araçlara ve halka ateş açmıştır. Neticede Rusya İranlı milislere müdahale etmek durumunda kalmıştır. Son 300 günlük savaşların başlamasında İran önemli bir rol oynamıştır. Türkiye’nin hava ve kara unsurlarıyla bu savaşa dahil olmasıyla Rusya-İran-Esed ittifakının ilerleyişi durdurulmuştur. İran halihazırda Esed rejimine verdiği krediler ve yaptığı yardımlar karşılığında ülkenin doğal kaynakları üzerinde onlarca yıllık imtiyaz hakkı elde etmiştir. Aynı zamanda İran, Suriye’de demografik yapıyı, işgal ettiği Müslümanların topraklarına şii milisleri yerleştirmek suretiyle değiştirmektedir. Bu strateji Türkiye’nin Kudüs, Mekke ve Medine ile kara bağını koparmak, Sunni Arap halklarıyla arasına set çekmek olarak okunmaktadır. Doğrusu İdlib dışında başka kapı da kalmamıştır Türkiye’nin bu bölgelere açılması için.
Dr. Abdulkadir Şen’in “Tüm Yönleriyle Suriye Devrimi” kitabını tavsiye edilir. Şen’in İran üzerine başka kıymetli çalışmaları da bulunmaktadır.
Baran Dergisi 735.Sayı