2011 yılının başlarında başlayan küçük çaplı sokak gösterileri rejimin ve İranlı milislerin kanlı saldırıları sonrası 15 Mart tarihinde lokal silahlı hareketlere dönüştü. Zaman içerisinde nispeten kurumsal yapıya bürünen bazı yerel yapılar, belli ideolojiler etrafında birleşti. Bazı muhalif yapılarsa uluslararası örgütler ve küresel güçler himayesinde faaliyetlerine devam etti. Devrim süreciyle alakalı daha önce yazdığımızdan, burada devrimden öğrendiklerimize kısaca değinmeyi uygun gördük.
Öncelikle savaşın insani kaybı bilançosu: 117 bini sivil olmak üzere 387 bin insan hayatını kaybetmiş, çoğunun öldüğü tahmin edilen 205 bin insan kayıp durumdadır. Esed’in zindanlarında işkence ile hayatını kaybeden insan sayısı 14 binin üzerinde iken, halihazırda rejim zindanlarında 130 binden fazla insan olduğu raporlara yansımaktadır. 6.5 milyon insan ülke dışına, 4 milyondan fazla insan da ülke içerisinde göç etmek zorunda kalmıştır. Vakıa, raporlara yansıyan bunlar olsa da gerçekte sayılar bunlardan çok daha fazladır.
Suriye’de olanlar bize neler öğretti:
1- Ortadoğu halkları nazarında meşruiyet kazanmış ve hızla yayılmakta olan İran Rafıziliğinin böylesine büyük bir olayın dışında gerçek yüzünün ortaya çıkarılması mümkün değildi. Lübnan Hizbullahı’nın 2006 yılındaki İsrail savaşıyla edindiği PR bu savaş vesilesiyle yerle bir oldu.
2- Müslüman Sünni halkın ne kadar büyük bir potansiyele sahip olduğu ve ortaya bir irade konulduğunda en yıkılmaz görünen tağuti rejimlerin bile kâğıttan duvarlara dönüştükleri.
3- Devrimler ne kadar barışçıl protesto gösterileri ile yapılmaya çalışılsa da, tağutların izalesinde bunun yeterli olmayacağı ve silahlı mücadeleye geçişin kaçınılmaz olduğu.
4- BM ve diğer uluslararası örgütlerin ne kadar iki yüzlü oldukları ve daha büyük bir çıkar elde etmedikleri sürece Müslümanlara bir hayırlarının dokunmayacağı.
5- Rusya, İran ve Baas rejiminin Müslümanlara karşı katliam, tehcir ve işkencelerinin hangi boyutlara varabileceği ve İnsan Hakları Örgütlerinin işlenen bu suçlar karşısında seyirci kalmakla yetinmeleri.
6- İslami cemaatlerin dayanışma içerisine girdiklerinde eylemlerine bereket gelişi; tefrika ve iç çekişmeler nedeniyle ise büyük hayırlardan mahrum olmaları.
7- Mazlumların en büyük destekçilerinin gene örgütlü çalışan İslami cemaatler ve STK’lar olduğu, diğerlerinin ise işin reklam boyutunda kaldıkları.
8- Suriye Devriminin iniş ve çıkışlarıyla birlikte 10 yıl boyunca devam etmesi, diğer Müslüman halklar için bir umut ve model olmuştur.
9- Uzun yıllar boyunca diktatör rejimler altında ezilen halkların kanıksadıkları zillet psikolojisinden kurtulmalarının zaman aldığı, hatta bazen nesillerin değişmesinin gerektiği.
10- Düşman güçleri ne kadar derin planlamalar yapsalar ve stratejiler belirseler de, nihayetinde Allah’ın dilediğinden başkasının olmadığı ve olmayacağı.
11- Örgütlü ve teşkilatlı yapıların başarılı olmalarının yanında dağınık olanlarınsa –velev ki hak üzre olsunlar- nasıl hezimete uğradıklarına şahid olunması.
12- Türkiye’nin sürecin başında kendilerine (AB/D) güvenip politik tutum içerisine girmesi sonrası nasıl yalnız bırakıldığını, Türkiye’nin gerçekte Müslüman halklardan başka dostunun olmadığının anlaşılması.
13- Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinin nasıl büyük bir potansiyel taşıdığını görmekle beraber bazı sivil toplum kuruluşlarının iç siyaseti öncelemesiyle Müslüman kardeşlerini görmezden gelmelerinin şaşkınlığa sebep oluşu.
14- Muhacir duruma düşen mazlum halklara karşı uluslararası kurum ve kuruluşların hatta devletlerin nasıl baştan savma politikası yürüttüklerini.
15- Savaşlarda savaşanlardan çok savaştan kaçanların ölmesi ise tarihe bir ibret olarak düştü.
16- Küresel oyunlara karşı oyun kurucu olunmaması durumunda hangi muameleye maruz kalınacağının fark edilmesi.
17- Savaşların salt kıtal olmadığı, saha kadar siyasete de hâkim olmak gerektiği. Savaşın hangi girdilerinin olduğunu ve nasıl ağır çıktılarıyla karşılaşılabileceğini.
Allah’tan niyazımız bizlere zaferle bağışlaması ve gayretlerimizi kabul etmesidir.
Baran Dergisi 740.Sayı