Miftah, nadir bir kitap arayan ve mezatlara tutkuyla bağlanan bir koleksiyoncudur. Değerli bir kitap bulup satın alır ancak eve dönerken saldırıya uğrayarak kitabı çaldırır. Hikaye, dostluk, ihanet ve maddi-manevi değerler arasındaki çatışmayı işliyor.

Sert esen rüzgârla beraber inceden bir kar yağıyordu. Koynundan içeri giren kar tanelerini engellemek için paltosunun yakasını eliyle bitiştirip tuttu. Diğer elinde bir poşet içinde üç kitap tutuyordu. Poşeti göğsüne sıkı sıkıya bastırmıştı. Bir şey olur endişesiyle poşeti kabanının içine soktu ve yine eliyle paltosunun üstünden sıkıca bastırdı. Caddeden karşıya geçmeden evvel her iki tarafa da baktı. Bir taksi çevirebilirim ümidindeydi. Yolu uzun sayılmazdı fakat kar aman vermiyordu.

Miftah Barutlu, bir ay önce Mahir onu bu mezad yerine getirdiğinden beri hiçbir mezadı kaçırmıyordu. Adeta amansız bir müptela olmuştu. Bu mezadlarda bir şey almasa dahi bundan gizli bir zevk duyuyordu. Neredeyse gazetedeki işini ihmal edecek kadar kitaplar hakkında araştırma yapıyor ve kendi aradığı kitapla beraber, ender bulunan kitapların peşine düşüyordu. Nadir kitapları almasa dahi onlar hakkında her şeyi öğreniyor ve en çok talep gören kitapları takip ediyordu.

Kendi aradığı kitap bir şairin okuduğu zaman ağladığını ve bu kitap yüzünden meşhur bir şiirini yazdığını söylediği kitaptı. Şair kitabını kaybettiğini bir mülakatta anlatmıştı. Aynı mülakatta yıllardır bu kitabı bir şekilde yine bulabileceğini düşündüğünü söylüyordu. Kitapla alakalı verdiği detay ise Miftah’ın hiç unutmayacağı şekilde aklına kazınmıştı. Şair, gazeteciye “Bana o kadar tesir etmişti ki, seven, fakat bunu son şansında da sevdiğine söyleyemeyen ve arkasından sadece hazin bir şekilde seyretmek zorunda kalan o sahnede gayri ihtiyari, kitabı o kadar sıkmışım ki, kitabın yetmiş ikinci sayfasını buruşturmuş, hatta orta yerinden bir miktar da yırtmıştım. Niye illa o kitab diyecek olursanız; benim o kitabın sayfalarında gözyaşlarım var…” demişti. Miftah, o gün bugündür ara sıra bu kitabı bulmak için eski kitap satan sahafları gezerdi. Şairi severdi. Belki kitabı bulursa ona hediye edebilirdi. Kitaba maddi değil, manevi bir değer atfediyordu.

Fakat mezadları takib etmeye başladığından beri bu fikrinden vazgeçmiş gibiydi. Hatta unutmuştu. Sadece o kitaba sahib olmak istiyordu. Sadece kendisinde olmalıydı bu kitab. Hangi tozlu rafta yahut unutulmuş bir köşedeyse elbet bir gün ortaya çıkacaktı. Ama şu talihsiz başına da böyle bir kuşun konacağından şübhe duyuyordu.

Açlığını yeni hissetti. Yüzüne çarpan her kar tanesinde bir kamçı darbesi yemiş gibi biraz daha bu hissi artıyordu. Kendisini gürül gürül yanan bir soba karşısında yeni ele geçirdiği hazinenin sayfalarını karıştırırken hayal etti. Ünlü bir şairin kitabı satıcı tarafından mezaddakilere arz edildiğinde o da fiyat vermişti ve herkesin “Hurdacı” diye hitap ettiği yaşı geçkin bir adamla biraz çekiştikten sonra fiyat çok yükselmeden son teklifi verdiği için kitab kendisinin olmuştu. Hurdacı ona “İnşallah kıymetini bilirsin, o şairin bende bütün kitablarının baskıları var.” dedi. Elden ele kendisine uzatılan kitabı alıp sayfalarını karıştırdığında künye sayfasından sonraki sayfada şairin hem imzası hem de ithafı vardı. Heyecandan kulaklarına kadar kızarmıştı. Hemen yanındaki Mahir de bunu gördü ve aydınlanan gözlerle Miftah’a baktı. Mahir, Miftah’ın bileğinden tutmuş ve hafif sarsarak onu sessizce tebrik etmişti. Miftah bir ân ne yapacağını bilemedi. Elinde küçük bir servet tutuyordu. Daha mezadın başında yaşanan bu hadiseden sonra Miftah heyecandan ne yapacağını bilemedi. Mahir bir süre sonra “Bir yere gitmem lazım.” diyerek ayrılmıştı. Ve o yine mezadın sonuna kadar kalmıştı.

Üşüyor, titriyor, fakat hayatında ilk defa ne kadar şanslı olduğunu düşünüyordu. Kaldırıma yığılmış çöp torbaları sebebiyle mecburen yola inmek zorunda kalınca bir su birikintisine bastı. Sol ayağı su içinde kalmıştı. Sinirden güldü. “Ah, sizi görmemişim çok affedersiniz, sayın çukur!” dedi kendi kendine, “Güzel bir hayâl kurmak benim suçum zaten!” Belediyeye güzel bir dilekçe yazdığını hayal etti; dilekçe şöyle başlıyordu: “Yollarımızı yaparken gösterdiğiniz itina için teşekkür ederiz, hiçbir şeyi unutmamışsınız, insanlar sizi her daim hatırlasınlar diye çukurları bile eklemişsiniz, teşekkürler, çok teşekkürler.” Dilekçe çok fazla sayıda “teşekkür” içeriyordu. “Anlarlar herhalde” diye düşündü.

Paltosunun içindeki kitaba biraz daha sıkı sarıldı. İlk defa kendini gerçekten manen zengin hissetti. Elbette mezada katılan diğer kitabçılar gibi, koynunda sakladığı şu küçücük kitabı satacak değildi. Bundan manevi bir zevk duyuyordu. Çok sevdiğiniz birisinden size her zaman onu hatırlatacak küçük, belki maddi hiçbir değeri olmayan bir hatıra kalır; size her zaman onu ve onunla alakalı olan her şeyi hatırlatır, Miftah da şimdi kendini böyle hissediyordu ve bunda haklıydı.

Rüzgâr tam karşısından esmeye başlamıştı. Gözlerini iyice kıstı. Sanki yol iz bilmeden gidiyordu. Az bir yolu kalmıştı. Sol ayağından acayib sesler geliyordu. “Bereket versin evim yakın” diye düşündü. Son bir köşeyi döndü ve durdu. Evinin olduğu sokağın iki başındaki sokak lambalarının ikisi de yanmıyordu. Bir aydınlık caddeye bir de karanlıklar içindeki kendi sokağına baktı. Buraya taşındığından beri su ve elektrik sıkıntısı mevzuunda çok talihliydi. Kesintiler ayın hemen hemen birkaç haftası yapılırdı; böylesi kesintilerin insanların su ve elektriğin değerini bilmeleri için yapıldığını düşünüyordu. Fakat hep hazırlıksız yakalanırdı. Evlerin pencerelerine baktı, neyse ki sadece sokak lambaları yanmıyordu. Evlerin pencerelerinde gördüğü ışık yavaş yavaş azalarak zayıflamaya başladı ve birden her taraf karardı.

Kendine geldiğinde yanağındaki soğukluğu ve sonra başındaki ağrıyı hissetti. Sol tarafı üzerinde yol ortasında yatıyordu ve yanağının değdiği asfalt havadan daha soğuk gibi geldi. Elini başının arkasına attı, o karanlıkta tam seçemese de elindeki yapış yapış şeyin kan olduğunu anladı. Hemen yanı başında bir ses duydu; “İyi misin evladım?” sesin sahibini görmeye çalıştı. Kelimeler ağzından zorla dökülüyormuş gibi, “Ne oldu bana?” diye yüzünü seçemediği adama sordu. Adam ona doğru eğildi. Miftah kendisine bir yardım eli uzandığı için kendini şanslı hissetti. Oysa adam eğilmiş onu koklamaya ve sarhoş olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Miftah’ın elindeki kanı görünce başka bir şey olduğunu anladı ve onun koluna girerek kalkmasına yardım etti.

Miftah hâlâ başını tutuyordu. Ne olduğunu hatırlamaya çalıştı. Nerede olduğunu bile etrafındaki tanıdık şekilleri görünce anladı. “Tansiyonum mu düştü acaba?” diye düşündü. Böyle bir havada olacak iş değildi. Adam “Gel bakalım.” diyerek onu caddede yanan ışıklardan birinin altına götürdü. Miftah’ın üstü başı berbat olmuştu. Fakat başının durumu daha kötüydü. Adam Miftah’ın ense kökündeki kocaman şişliği görünce bunun düşme sonucu olamayacağını hemen anladı.

“Vay vicdansızlar!” dedi.

“Kim?” dedi. Miftah o vicdansızları görecekmiş gibi etrafa bakarak.

“Sen hele ceplerini bir yokla bakalım evladım, belli ki sana saldırmışlar, kavga falan mı ettin biriyle.”

Miftah kimseyle kavga ettiğini hatırlamıyordu. Ceplerini yokladı, cüzdanı yerindeydi. Hemen telaşla kitabını aramaya başladı ama yoktu. Hemen düştüğü yere gitti, etrafa baktı sağa sola gitti, hiçbir iz yoktu. Adam ona ne aradığını sordu.

“Kitabım…” diyebildi fakat arkasını getiremedi, hâlâ bir köşede kitabı görebilmek ümidiyle etrafa bakıyordu.

“Cüzdanına, parana dokunmadılarsa boş ver, bir kitabdan ne olacak? Yenisini alırsın.” dedi adam. Miftah ona durumu izah etmeyi lüzumsuz buldu. Teşekkür etti ve eliyle ensesini tutarak evine gitti.

Sabah uyandığında önce polisi sonra gazeteyi aradı. Polise de gazeteye de sadece saldırıya uğradığını söylemişti. Çalınan şeyin bir kitab olduğunu nasıl izah edeceğini düşünüyordu. Gazetede ise pek de anlaşamadığı yayın yönetmeni bunu “gazeteciye saldırı” haberi olarak manşetlere taşımak istiyordu. “Haberciyken haber olmak” diyerek içinden gülmüştü Miftah. Adi bir hırsızlık vakası diyerek yayın yönetmenini geçiştirdi. Şu ân derdi biraz dinlenebilmekti. Gece başına hemen buz koymuştu. Şişlik biraz inmişti. Daha önce başına her türlü terslik gelmişti, başka insanların başına gelmeyecek tersliklerdi bunlar fakat hiç soyulduğunu hatırlamıyordu.

Polis geldi. Gazeteci olması hasebiyle itinalı davranmaya çalıştıkları belliydi. Orta yaşlı olan elindeki deftere notlar alırken bir yandan da odanın içindeki eşyayı inceliyordu.

“Demek cüzdanınıza dokunmadılar, niçin dün gece hadisenin hemen ardından aramadınız?”

“Nasıl izah edeceğimi bilemedim.”

“Nedir izah etmeniz gereken şey?”

“Kitabımı çaldılar.”

“…”

“Evet, dün akşam mezadda satın aldığım kitabım paltomun iç cebindeydi, hiçbir şeye dokunmadıkları halde kitabı almışlar.”

“Bir kitab” dedi polis anlamaya çalışarak, “Bir yerde düşürmüş olabilir misiniz, belki size saldıran kişi size gazeteci olduğunuz için saldırmıştır.”

“Düşürdüğümü sanmıyorum, insanların tepkisini çekecek yazılar yazdığımı da sanmıyorum, fakat kitab değerliydi.”

“Bir kitab ne kadar çok para edebilir ki?”

“Çok para, epey çok para.”

Onlara şairden ve imzadan bahsetti, tanımadıkları belliydi. Fakat onları daha çok ilgilendiren şey kitabın ederiydi. Hâlâ sıradan bir kitabın nasıl bu kadar para edebileceğini anlamaya çalışıyorlardı. Fakat polis ona mühim bir şey söyledi; bunu yapan her kimse sadece kitabı almışsa kitabın onda olduğunu biliyor olmalıydı. Ve polis ekledi:

“Her suçlu arkasında bir iz bırakır, bir imza gibi.”

Miftah bu fikri garib buldu ve üzerinde durmadı. Nihayet gitmişlerdi. Miftah’ın aklına Mahir’i arayıp durumdan haberdar etmek geldi. Fakat Mahir’in numarasının kendisinde olmadığını hatırladı. Uykusu geldi ve tekrar yatağına uzandı. Telefonu sessize aldı. Kulaklarını da dışarıdan gelebilecek arsız seslerden korumak için pamukla tıkadı.

Bir hafta kadar izin almıştı. Telefonu cevabsız aramalarla doluydu. İkinci gün de sadece biraz alışveriş yapmak için evden çıktı ve hemen geri döndü. Sokağı ona yabancı geliyordu. Etrafındaki her şeye kendisine düşmanmış gibi bakıyordu. Sanki kendisini soyan kişi hemen bir köşeden çıkacak ve tekrar ona saldıracaktı. Bu fikir kendisine saçma geldi. Hırsız istediğini aldıktan sonra suç mahalline niçin tekrar geri dönsün ki?

Üçüncü gün akşamı mezad vardı, ense kökündeki şişlik inmiş olsa da başında ağrı vardı ve ani hareket ettiği zaman başı dönüyordu mezada gitmedi. İnsanların kitab okudukları için bazen başları belaya girerdi, ne de olsa ülkesi sakıncalı kitablar ülkesiydi. Fakat bu tamamen geride kalmış bir dönemdi ve de satılması her yerde serbest olan, hatta satın aldığınız için insanların sizi tebrik edeceği bir ismin kitabından dolayı başının belaya gireceğini hiç düşünmemişti. Polisin sözleri geldi aklına. Sahi kitabı satın aldığını kimler biliyordu? Elbette mezaddaki herkes. Oradaki yüzleri satıcı dâhil tek tek gözünün önüne getirdi. Mahir’i de unutmadı. İçlerinde delicesine kitaba tutulmuş olanlar, bir kitab için kıyasıya diğerleriyle yarışa girenler varsa da, hiçbiri kendisine bu işi yapabilirmiş gibi gelmedi. Tekrar tekrar yüzleri gözünün önüne getiriyor, hangi kitablara hangi isimlerin alaka gösterdiğini ve kendi kitabını kimlerin isteyebileceğini düşündü. En nihayet kitabı alabilmek için kendisi ile beraber pey veren Hurdacı’da karar kıldı. Fakat bu adam çok zararsız bir tipti. Yine de adamın gözlerinde bir sinsilik hatırlar gibi oldu. Acaba hep böyle miydi, yoksa şu hadise yüzünden mi adamı bu şekilde suçlandırıyordu? Ancak en acayib suçlar en umulmadık insanlar tarafından işlenmiyor muydu? Bu ufak tefek adamı da kafasında elediği halde karşılaştıklarında ağzını mutlaka arayacaktı.

Başına binde bir denk gelebilecek bir hadise yaşanmış, mühim bir şeye sahib olmuştu ve yine başına milyonda bir gelebilecek bir hadise bu mühim şeyi yok etmişti. “Daha kötüsü de olabilirdi.” diye düşündü. Fakat aklına daha kötüsü gelmedi. Zira milyonları yoktu. Polisin haklı olduğuna kani oldu. Zira cüzdanı sapasağlam dururken sadece kitabın alınmış olması kitabın kendisinde olduğunu bilen biri tarafından yapıldığını isbata yeterdi.

Dördüncü gün yani soyulduktan sonraki dördüncü gün de evden dışarı hiç çıkmadı. Kendisini yorgun hissediyordu. Akşam hava kararmak üzereyken kapı zili çaldı. Pek ziyaretçisi olmazdı ve bu yüzden kapı otomatiğine basmak yerine pencereyi açıp aşağıya baktı. Gelen Mahir’di. Hemen kapıyı açtı. Mahir’in merdivenleri çıkmasını kapı önünde bekledi.

“Geldiğin iyi oldu, başıma gelenleri duyunca şaşıracaksın.”

“Biliyorum.”

“Biliyor musun? Sen..”

 “Dün akşam mezada gelmedin. Ayrıca dün yazın da çıkmadı. Mezadda biri senin saldırıya uğradığını gazeteden okuduğunu söyledi. Gazeteyi aradım, saldırıyı doğruladılar, fakat ne olduğunu söylemediler. Ben de merakımı bugüne bıraktım, nasılsın iyi misin? Sadece paranı mı aldılar?

Karşılıklı oturduklarında Miftah başını kaşıyarak bütün olanları baştan hatırlamaya çalışıyor gibi bir mühlet düşündü.

“Hayır, çalınan şey para değil, kitabdı.”

“Ne! Yani, imzalı…”

“Evet, elime ilk defa bu kadar değerli bir şey geçmişti fakat sevinme payı bile bırakmadı bunu yapan namussuz! Ben de böyle güzel bir günde şansıma soğuk havanın ve ayağımı soktuğum suyla dolu çukurun talihsizlik olduğunu düşünüyordum, meğer dahası varmış.”

“Ama bu nasıl olabilir? Kitabın sende olduğunu kim bilebilir? Tabii ya, kesin mezada katılanlardan biri.”

“Ben de bunu düşünüp duruyorum fakat gözümün önüne getirdiğim kişilerin hiçbiri bunu yapabilecek gibi gelmedi bana.”

“Sana öyle geliyor, sen mezadlara daha yeni katılmaya başladın, orada ne çekişmeler, ne tartışmalar oluyor bir bilsen.”

“Gerçekten birini soyabilecek kadar ileri giderler mi?”

Mahir çenesini kaşıdı. Sanki o da mezaddakilerin simalarında suçluyu arıyor gibiydi.

“Gerçi böyle bir şeyin yaşandığını hiç duymadım. Fakat kıyasıya atışmalar, haram olsun, demeler gördüm. Fakat bu kadar değerli bir şey mevzuken niçin olmasın?” bir süre sigarasına bakarak sustu ve “Herkesin ters bir günü vardır, işlerin zaten yolunda gitmemiştir. Bir de mezadda müthiş bir kitab görürsün, ıssız sessiz bir gecedir, bir de sokağın karanlıklara gömülmüştür, al sana fırsat der şeytan.”

Miftah başını salladı.  Tekrar o kitab mübtelalarını gözünün önüne getirmeye çalıştı.

Miftah dışarıdan yemek siparişi verdi. Sonra çay içtiler. Miftah, Mahir’in sigara ikramını geri çevirmedi ve ilk defa bir sigaradan bu kadar keyif alarak içti. Mahir gittikten bir süre sonra Miftah ufak tefek ihtiyaçlarını görmek için alışverişe çıktı. Bir paket de sigara aldı. Hayatında aldığı ikinci sigara paketi olabilirdi. Eve döndü, aldıklarını mutfağa bıraktı. Sigarayı alarak balkona çıktı, derisini ince ince kesiyorlarmış gibi, yüzüne vuran rüzgâra rağmen oturup sigarasını yaktı. Sigaradan tüten dumanı takip ediyordu. Gecenin karanlığına karışarak kaybolan dumanın esrarından tedailer devşirmeye çalışıyor, soygundaki kayıp parçayı arıyordu. Derin bir nefes aldı bu acı ottan. Ve duman ağzında kalakaldı. Bulmuştu. Kendisine bunu yapanın kim olduğunu tahmin ediyordu.

Her dem taze kalması ve kabuk tutmaması için kaşınan bir yara gibi insanlara karşı her zaman temkinli yaklaşırdı. Ve her ne vesile ile olursa olsun tanıdığı veya yeni tanıştığı insanlara karşı gardı hazırdı. İki yüzlülük değildi bu; sadece insanları tanıyordu. Gardını ne zaman indirse hep başına bir iş gelmişti. Hoş, onun adı Miftah Barutlu’ydu gardını indirmese de başına bir iş gelirdi. Fakat şimdi kendisini suçladı.

Tahmin ediyor fakat emin olmak istiyordu. Bir sonraki mezada gitti, mutlaka onunla yüzleşmesi gerektiğini düşünüyordu. Erken gelmişti. İhtiyarlar kapının önünde öbeklenmiş sigara içip sohbet ediyorlardı. Onlara yanaştı ve tek bir soru sordu. Cevabını ve geçmiş olsun dileklerini aldıktan sonra kapıdan içeri baktı birkaç kişi koltuklara kurulmuş sessizce mezadın başlama saatini bekliyorlardı. Miftah da kaldırımda bir köşeye, sakin bir köşeye geçip beklemeye başladı. İçinde içeri giremeyecek kadar büyük bir hararet vardı. Bir ân geri dönüp bu yüzleşmeyi ertelemek fikri geldi geçti. Yaşanacak tatsızlık umurunda değildi. Tatsızlık neydi ki, hayatında değişmez bir eşya gibiydi. Fakat bu defa farklı olacak gibi hissediyordu.

Dalmıştı. Verilen selamla kendine geldi. Mahir ona sigara uzattı. Sigarayı aldı, dudaklarına koydu, ama yakmadı.

“Nasıl oldun, daha iyi misin?”

“Çok şükür, galiba bunu kimin yaptığını biliyorum.”

“Sahi mi, kim?”

“Göstereceğim, mezad başlasın.”

“Galiba başlıyor, gel içeri geçelim.”

Miftah, Mahir’deki rahatlığı görünce bunu yapma isteği arasında yaşadığı gelgitlerden kurtuldu. İçeri geçtiler, mezad her zamanki rutini ile başlayıp devam etti. Miftah ilk geldiği günkü heyecanı aradı. Hiçbir kitaba veya evraka pey vermedi. Bir saat kadar sonra Mahir ona işaret etti. Dışarı sigara içmeye çıktılar.

“Hani bana kitabı çalanı gösterecektin?”

“Görmedin mi tam yanımda oturuyordu.”

Mahir soyguncuyu görecekmiş gibi içeri baktı.

“Niçin yaptın?”

Mahir boynu tutulmuş gibi kalakaldı. Gözlerini yavaşça içerden aldı fakat hemen Miftah’a bakamadı. İnkâr etmeyi de yersiz görüyor gibiydi. Sigarasından bir nefes aldıktan sonra itirafını savuruyormuş gibi bütün dumanı Miftah’ın yüzüne doğru üfledi. Ona sanki suçlu Miftah’mış gibi baktı. Hâlâ tek bir kelime etmemişti. Nihayet soğuk ve suçluluk duymayan bir sesle;

“İyi bir paraya sattım. Piyasa da satabileceğin fiyattan daha iyisine. İstersen parasını sana verebilirim.”

“Giden arkadaşlığı da geri verebilir misin?”

Mahir o zaman kuru kuru yutkundu. Sigarasını nefret ettiği bir şeymiş gibi yere attı. Başı önüne düştü.

“Senin için çok bir şey olmadığını düşündüm. Ne de olsa vaziyetin iyi. Uzun zamandır böyle bir fırsat geçmemişti elime. Ben de o kitaba pey vermeyi düşünmüştüm. Üstelik fiyatı çok da yükselmemişti. Tevafuk işte sen de bilemezdin imzalı çıkacağını. Okuldan bu yana hiçbir işim yolunda gitmedi. Habire borç alıyor sonra onları kapatmaya çalışıyordum.” Eliyle başındaki işleri savıyormuş gibi bir işaret yaptı. “Böyle geldi, böyle gidecek galiba.” Soluklanıp bir süre durdu. Derin bir iç geçirdi ve:

“Nasıl anladın?”

“Sokak lambaları, onları sen karartmadın fakat kafamdaki lambayı sen yaktın. Lambaların yanmadığını sadece o gece orada olanlar bilebilirdi.”

Miftah arkasını dönüp yürümeye başladı.

“Polise haber verecek misin?” Mahir bunu korktuğundan değil de başına böyle bir şey gelecekse hazırlıklı olmak için sormuştu.

Miftah yarı dönüp ona baktı. Bakışlarında acıma vardı. Kimseye itimad etmediğini sanırdı. Asıl kimseye itimad etmeyenler Mahir gibi kimselerdi; itimad etmez ihanet de ederlerdi. Hiçbir şey söylemeden Mahir’i sorusunun muammasıyla boğuşması için bırakıp gitti.

Miftah mezadlara gitmeye devam ediyordu. Orada kurduğu dostluklarla yeni yerler de keşfetti. Fakat Mahir’i bir daha hiç görmedi.

Aylık Dergisi 196. Sayı, Ocak 2021