1989 yılında Türkiye'de, Haydar isimli bir inşaat işçisi, İstanbul'da iş çıkışında yanlışlıkla bir güvenlik operasyonuna dahil edilir ve zorla gözaltına alınır. Haydar, suçsuz olmasına rağmen sorgulanır ve fiziksel şiddete maruz kalır. Bu olay, bireysel çaresizliği ve devlet mekanizmasının acımasızlığını gözler önüne serer.

1989 yılının soğuk bir akşam vakti, karayel isminin hakkını veriyordu. Saat 10’u biraz geçmiş, işlerinden evlerine aceleyle dönmek isteyen insanlar, nefeslerini kesen bu rüzgârın hıncından kurtulmak ve bir an evvel kendilerini sıcak evlerine atabilmek için yollardaydı. Ülkenin içinden geçtiği siyasi hava, karayelin getirdiği kışa sen karayelsen ben de benim, diyebilirdi.

Durakta bekleyen altı kişi içinde Haydar da vardı. Artık dazlak haline gelmiş kafasını soğuklardan korumak için kasket takıyordu. Erken ihtiyarlamış yuvarlak çehreli yüzüne bu kasket yakışmıştı. İnşaatlarda çalışıyordu. Eli yatkındı. Tokat’tan İstanbul’a göç etti edeli bu işi yapıyordu. Henüz kendi evi yoktu, ama başkalarının evlerini yapıyordu. Kıyıda köşede bir arsa bakıyor, kısmet olursa o da “Ya nasib!” diyerek göç eden birçokları gibi, kör bir karanlıkta evininin temellerini atmayı düşünüyordu. Geçim derdinden başını kaldırıp da on senedir yaşamaya çalıştığı İstanbul’u henüz doğru düzgün gezememişti. İşinde gücünde, ailesinin başındaydı.

Durağın önünde önce beyaz bir araba hemen arkasından da bir minibüs durdu. Arabanın ön kapısı açıldı, pos bıyıklı gözaltları yorgunluktan mı dertten mi bilinmez, morlaşmış, Haydar gibi, kasketli bir adam indi. Duraktakileri hızlı bir bakışla süzerken minibüsün kapısı da açıldı. Minibüsten inen genç adam kasketli adama “Hangisi amirim?” dedi. Adam can sıkıntısı ile bir karar veriyormuş gibi yüzünü buruşturup pofladı. Elindeki telsizin anteni ile Haydar’ı işaret etti. Minibüsten bir adam daha indi ve Haydar’ı kollarından tuttukları gibi yaka paça minibüse doğru sürüklediler. Haydar neredeyse ayakları yerden kesilerek kendini minibüsün içinde buldu. Korkudan ağzını bile açamamıştı. İki kişinin oturduğu bir koltuğa zorla sığıştırılınca nihayet:

 “Gardaşlar, bir yanlışlık olacak, ben evime gidiyorum.” diyebildi. Ön taraftan sunturlu bir küfür kopup geldi, ateş gibi Haydar’ın kulaklarını yaktı. “Senin gardaşına da, ötesine de berisine de…” dedi, aynı ses. “Eğ başını eğ! Ulan biriniz şubeden önce başını kaldırır, vay onun hâline, sabaha kadar tabanlarını okşarım.” Garib fantezileri olan bir adamdı anlaşılan, fakat Haydar şu ân bunu düşünemeyecek durumdaydı. Kendisini minibüse karga tulumba götürenlerden biri arkadan “Çok ses etme, bir suçun yoksa anlaşılır zaten, sabaha bırakılırsın.” dedi.

Ve birden on sene önceki hadiseler aklına gelince kalbi atmıyormuş gibi, nefesi tutuldu. Nereye götürüyorlar beni, diye düşündü. O da onlardan biri mi olacaktı; bir gece ansızın kaybolan ve bir daha kendisinden haber alınamayanlardan. Minibüsten atlamak fikri geçti aklından, ama çok süratli gidiyorlardı. Akıbeti feci bir ölüm olabilirdi. En azından bir mezarım olur, diye düşündü. Kafasında beliren ilk hayal mezarı başında ağlayan ailesi oldu. Minibüsün çelik kafesi daraldı daraldı ve onun bütün bedenini hapsetti. Kimsenin kımıldamadan oturması için bir şey söylemesine gerek yoktu. Bütün ümidleri karanlığın içinde donmuştu. Kaskatı bir şekilde oturduğu yerde kaldı.

Haydar şehirde bir yabancı gibiydi. En karışık dönemlerinde İstanbul’a gelmişti; her gün karışan sokaklar, gece çıkan çatışmalardan dolayı gözü korkmuştu, ailesini bu kör girdaba kurban vermekten korkmuş bir ara geri dönmeyi de düşünmüştü. Fakat memleketin her yeri aynıydı. Sonra ben kime ne yaptım ki, kim bana musallat olacak, diye düşünüp korka çekine kalmaya karar vermişti. Nihayet o dönemleri de solmuş bir fotoğraf gibi geride bırakmıştı. Yine de her güne yeni bir hadise yaşanmadan uyanılmıyordu memlekette. Daha geçen sene başbakana suikast düzenlenmişti. Şimdi kendisini o eski günlerin ortasında sıkışıp kalmış gibi hissetti.

Minibüs bu soğuk kış gecesinden daha karanlık bir yerde durdu. Haydar aklında bin bir şübhe ile boğuşurken onları buraya getirenler indiler ve kendi aralarında konuşmaya başladılar. Kumru kadar ürkek bir ses “Abi seni niye aldılar, biliyor musun?” dedi fısıltıyla. Haydar bu soruya ne cevab vereceğini bilemedi. Oysa genç adam soru sormuyor, bir şeyin izahını yapmak için mevzu açmaya çalışıyordu.

“Haydi, bakalım herkes tek tek insin. Sallanmayın!” diye emreden sesle bu kısacık sohbet de mecburen son bulmuş oldu.

Gözaltına alınanların hepsi, nereye gittiği belli olmayan uzun ve sonu karanlıkla biten bir duvarın önünde sıraya dizildiler. Yüzleri duvar dönüktü. Aynı ses yine karşı konulamaz şekilde emretti:

“Yüzler duvardan başka yere dönmeyecek, gözler ayakuçlarında!”

Uzaktan gelen zayıf ışık bu karanlıkta onlara ayakkabılarını bile zor seçtiriyordu. Haydar kuru kuru yutkundu. Hemen sağ tarafındaki adam huzursuz bir şekilde kımıldanınca polislerden biri onun kafasını duvara vurdu. Adamın burnundan kan boşaldı. Haydar aynı şeyin kendi başına da gelmesinden korkarak başını iyice yere doğru eğdi. En azından burnum kırılmasın, diye düşündü.

“Kafasını kaldıran ondan beter olur!”

Tıknaz kupkuru dal gibi bir gölge peyda oldu arkalarında. Elinde bir copla rastgele, duvara dönük yüzlerin bacaklarına vurmaya başladı. Hiç acele etmiyordu. Sanki mal pazarında kurbanlıkların ne kadar etli olduğunu, sağlıklı olup olmadığını anlamaya çalışan müşteriler gibiydi. Güreş öncesi peşrev gibi bir şeydi bu. Sıranın uzağında bir yerde meydan gibi bir boşlukta kendilerini buraya getirenlerle binada onları karşılayanlar arasında konuşmalar geçiyordu.

“Tam yirmi bir kişi efendim. Hepsini adreslerinden aldık.” Amirin efendim, diye hitab ettiği kimse gidince polisler kendi aralarında konuşmaya başladılar. “Şu, dedi bir ses, onu ayrı koyun da başı ağrımasın, sabah erkenden salarsınız.” dedi.

Haydar bu sözleri zor da olsa işitebildi. “İnşallah benden bahsediyorlardır.” dedi içinden. Gözaltındakileri sıranın en başından teker teker alıp götürüyorlardı. Bir takım kapılar açılıp kapanıyor, arada bir “Acele et sabaha kadar seni bekleyecek halimiz yok lan!” şeklinde bir takım bağırış sesleri geliyordu.

O sırada, o şekilde beklemek Haydar için hayatındaki en berbat şeydi. Kendisine adım adım yaklaşan bir felaketi bekliyormuş gibiydi. Kalb atışları hızlanmış buz gibi bir koridorda olmalarına rağmen ter içinde kalmıştı. Nihayet sıra kendisine geldi. Kolunda bir polis başı sadece ayakuçlarını görecek kadar yere eğilmiş bilmediği bir yere götürüldü. Bir kapıdan geçtiler. Acele ile üst tarafındaki elbiseler çıkarttırıldı. Ayakkabı bağcıkları alındı. Her şeyi o kadar hızlı yaptırıyorlardı ki, Haydar elbiselerini tekrar giydiğinde atletinin masanın üzerinde kaldığını gördü. Polisler bunu görünce sıkıntı ile yüzlerini buruşturdular, amirleri olan diğerine “Erdem, böyle gidersek biz gece on ikiye kadar bitiremeyiz bunu, haydi beyler hareketlenin, sonra Haydar’a yaklaştı, al şu atletini, hiç sesini çıkarmayacaksın. Sana hiçbir şey olmayacak, sabah serbest bırakılırsın, merak etme, anlaşıldı mı?”

Haydar buna o kadar sevindi ki, niçin alındığını, pekâlâ niçin hemen şimdi bırakılmadığın sormayı bile düşünemedi. Odadan çıkarken ucuz atlattığını, kendi kendine sessiz kalması gerektiğini telkin ediyordu. Artık başını eğmediler. Etrafına ürkek ve kaçamak da olsa meraklı bakışlar attı. Burası nasıl bir yerdi. Ne kadar ruhsuz bir yerdi. Her taraf soğuk denen mefhumun ruhundan yapılmıştı sanki. Yanındaki iki polisle birlikte sıra sıra kapıların yanından geçtiler. Kapıların öyle bir manzarası vardı ki, hiç de hayırlı bir yere açılmadıkları her şeyleri ile belli oluyordu. Burası dar bir koridorla girilen hücrelerin olduğu kısımdı. Polislerden biri kapıyı açtı. Haydar’ın burnuna kötü bir koku çarptı. Genzi yandı. Kendisini bir misafirhaneye buyur ederler gibi sırtını pışpışlayarak içeri ittiler. Kapı arkasından kapandı. İçerisi zifiri karanlıktı. Yerde sert bir şeyin üstüne bastı. Normal bir zamanda merak etmezdi, fakat eğildi ve eliyle yoklayarak cismi eline aldı. Ne olduğunu anlamak için parmakları arasında çevirdi. Birden korkuyla elindekini yere attı. Attığı şey bir dişti. Kuru kuru yutkundu. Kolay kolay bir şeyden korkmazdı, fakat bu farklı bir şeydi. Bütün kaderi sanki elinden alınmış gibiydi. Bütün encamı kendisi gibi basit, sıradan insanların dudakları arasındaymış gibi hissetti. Onlara nasıl itimad edebilirdi. Belki de kendisini hiç bırakmayacaklardı. Bir girdab tarafından yutuluyormuşçasına başı döndü.

İlk defa o zaman yorgunluğunu hissetti. Bütün gün durmadan çalışmıştı. Her günkü gibi, evine gidecek hanımı onu karşılayacak, sobanın başında çayını içecekti. Belki hanımı sobanın üstüne kestane de koyardı. Çocukları yine sebebsiz birbirleriyle çekişirken hanımı onlara tatlı tatlı çıkışırdı. O sıcaklığı şimdi hissetmeye çalıştı, olmadı. Aklına geldi, “Kimse var mı?” diye hücrenin kör karanlığına seslendi, derin bir sükût cevabladı onu. Gözleri karanlığa alışmaya başlamıştı. Yine de her şeyi seçemiyordu. Kapının altından zayıf bir ışık geliyordu, fakat bir karışlık bir yeri bile aydınlatmıyordu. Ayakları ile yoklaya yoklaya nerede olduğunu, nasıl bir yer olduğunu anlamaya çalıştı hücrenin. Ayağına köşede bir şey değdi. Yumuşaklığından bunun bir yatak olduğunu anladı. Altında bir şey yoktu. Öylece yere serilmişti. Biraz daha yanaşınca, o ağır kokunun kaynağının bu şey olduğunu anladı. Artık ona bir yatak denilebilir miydi? Üzerine oturmak istemedi. Kapının tam karşısındaki duvara sırtını vererek yere çöktü. Çöktü ve birden sıçradı. Büyük bir gürültü ile koridordaki kapılardan biri açıldı. Bağırış çağırışlar arasında birini sürükleyerek götürdüler. Haydar gelen seslerden anladığı kadarıyla götürdükleri kişiyi dövüyorlardı. İyi direniyordu delikanlı. Ne yapacaklardı kim bilir? Kalbine bir ağırlık çöktü ve o ağırlıkla birlikte o da aynı yerine çöktü kaldı. Bütün fikirleri donmuş gibi büzülüp kalmıştı. Aklına ne bir hatıra ne bir hayal ne de en ufak bir fikir geliyordu.

Haydar gerçekten yaptığı bir suç aradı hayatında. Acaba inşaatta bir şey mi yapmıştı, biriyle kavga ettiğini de hatırlamıyordu. Birileri iftira atmış olabilir mi acaba, diye düşündü, ama kimse ile çekişmezdi, kimsenin tavuğuna kış, dememişti. Nihayet, elbette bir şey yapmışımdır, diye uzun uzun düşündü. Birden ateş bastı yüzünü, geçen hafta oğlu Ömer’i muayeneye götürmüştü, SSK’nın bitmez kuyruklarından birinde bekliyorlardı, bir ara sıra karışır gibi olunca boynu bağlı birine “Efendi, senin yerin ora değil, bak bu kadar biçare saatlerdir bekliyor.” demişti. Acaba adam şikâyet etmiş olabilir miydi? Bir süre bu soru kurcaladı aklını. Karanlığın içine gömülmüş olarak bir rüyada gibi, yapmış olabileceği başka başka kabahatler arayıp durdu.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Burnu o pis kokuya alışmıştı, ama hâlâ derin bir nefes alacak olsa koku kendini taptaze hissettiriyordu.

Kapıdan “çat!” diye bir ses geldi. Yüreği yerinden oynadı. Bir takım madeni sesler duydu. Daha o ayağa kalkma fırsatı bulamadan kapı açıldı. Sanki yıllardan beri küçücük bir ışık dahi görmeden kör karanlıklar içindeki bir zindana konulmuş gibi, dışarıdan gelen zayıf ışığa bakamadı. “Kalk!”diye emretti, gücenerek, zoraki konuşan bir ses. Nihayet kapıdakileri seçebildi. Bunlar kendisini buraya getiren polislerin hiçbirine benzemiyordu. Konuşan üç numara tıraşlı, kirli sakallı, kısa bir adamdı. Çok kilolu olmamasına rağmen göbeği, içine sokulduğu kazağı beğenmiyormuşçasına dışarı fırlamak için kendini zor zapt ediyor gibiydi. Diğer adam kapının kirişi üstünde kafası kaybolacak kadar uzun ve iri kıyım biriydi. Nihayet uzun olan adam kelimeleri yayarak, cüssesinin hakkını vermek için her heceyi ezerek:

“Haydi yeğenim, sabaha kadar seni mi bekleyeceğiz.”

Sakin sakin söylenen bu sözler, vaatkâr bir tehdit gibiydi.

Haydar kan oturmuş dizlerinin ağrısına aldırmadan ayağa kalktı. Gayet sâfiyâne bir edayla:

“Sabah oldu mu?”

Kısa boylu olan bir arkadaşının omzuna elini atar gibi, Haydar’ın omzuna elini attı.

“Ne o, acelen mi var, bizim hiç acelemiz yok. Gel hele, biraz konuşalım bakalım.”

“Arkadaşlar, sabaha çıkarsın, demişti, onun için…”

“Vay, vay, vay… Kimmiş o arkadaşlar, sizin örgütün üyeleri mi?”

Haydar boğazına oturan taşın ağırlığından yüzünün ateşten bir meşaleye dönmesini hissetmedi bile… Ve her şey birden karardı. Kapıdan dışarı bir adım atmıştı ki, iri kıyım olan kolundan tuttu diğeri de koyu bir bezi gözlerine bağladı.

Ah, o belirsizlik… En cesur insanı bile karanlıkların girdabında kaybeden belirsizlik. Haydar korkacak biri değildi ya, ama işte bu birden bire kendisini aciz bırakan durum karşısında nutku tutulmuştu. Her ân soğuk, tanımadığı zalim bir şey onu yere serecek gibi hissediyordu. Sağa döndüler, sola döndüler, merdiven indiler merdiven çıktılar, eğ başını, dediler eğdi, biraz daha eğ, kafanı çarpma, dediler daha da eğdi, neredeyse sürünecekti. Yine sağa, yine sola döndüler sanki aynı yerleri dolanıp duruyorlardı. Nihayet bir kapıdan içeri soktular. Otur, dediler. Haydar sanki görecekmiş gibi, göz bandının altından arkasında bir şey aradı oturmak için.

“Hele hergeleye bak!” göğsüne bir yumruk indi, kabasının üstüne düştü. “Sana bir de koltuk mu verelim oturman için, çay da söyleyelim mi?”

“Amirim bu kahve ister.” Soğuk bir ses.

“İster, ister. Bakalım, bizim istediklerimizi verirse, kahveyi de koltuğu da alır.”

Haydar karşısındakilerin yüzlerini göremiyordu, fakat ayakları saydı, yedi kişiydiler. Etrafını çevrelemişlerdi. Bazılarının nefeslerini bile hissediyordu.

“İsmin ne senin?” soruyu soran bir sigara yakmış dumanını Haydar’ın suratına üflemişti. Ne kadar iğrense de onun da canı sigara çekti, hem de hayatında hiç sigara içmediği hâlde.

“Haydar.”

“Haydar… Eee Haydar, anlat bakkalım.”

Ne anlatacaktı, nerden başlamalıydı.

“Durakta bekliyordum. Bir minibüs durdu, bir şey demeden beni aldılar.”

“Kiminle buluşacaktın?”

“Kimseyle, ben eve gidiyordum.”

“Örgüt evine mi?”

“Ne!? Örgüt mörgüt bilmem ben, inşaatta çalışıyorum.”

Bir sessizlik oldu.

Kapı açıldı. Amirim, diyen sese doğru ayaklar hareket etti. Kapı önünde fısıldaşmalar oldu. Haydar da kulak kesildi. Bir şey duyamadı, sonra sertçe “Nasıl yok?” dendiğini duydu. Biraz daha sessizlik oldu. “Hiç istihbarat yok, amirim. Tek kelime adı geçmiyor.” dedi yeni gelen. Amir sesini daha da kısarak “Bunun yaşı diğerlerinden daha ileri, liderleri falan olmasın?” tekrar sessizlik oldu. “Valla, nöbet devredilirken bir şeyler demişler bunun için ama neydi, bilmiyorum.” Kapı sertçe kapandı.

“Haydaaar!” diye gürledi amirin sesi. Gelip tam önünde yuvarlak topuklu iki kundura durdu. “Sen ne malın gözüymüşsün, senin için işin başı, diyorlar.” Amir yemlemeye çalışıyordu. Karşısında bir muamma olduğunu anlamıştı aslında, fakat şansını deniyordu.

Haydar nihayet mevzuu anladılar diyerek sevindi:

“Evet, amirim ben ustabaşıyım, Allah razı olsun, patron iki senedir inşaatlarda beni koyar işçilerin başına.”

Yine bir sessizlik oldu. Aniden sağ omzuna bir yumruk indi Haydar’ın. Çok sert bir yumruk değildi. Kendine gelmesi için birinin uyarılması gibiydi.

“Sen şu işi bize baştan anlat bakalım.”

Onlar sordular, Haydar anlattı. Daha evveline giderek sordular. Tokat’taki komşularına kadar anlattı. Çocukluğundan bile hatıralar anlattı. Her iki taraf da yorulmuştu. Ama sormaktan vazgeçmiyorlardı. Arada bir ikaz yumrukları, birkaç tekme de gelmiyor değildi. Bunlardan biri Haydar’ın alnının sağ tarafında bir yara da açtı.

Saatlerce süren bu sorgulama Haydar’a günler gibi geldi. Neredeyse oturduğu yerde uyuyacaktı. O kadar dalmıştı ki, ne konuştuğundan ne de sorulan sorulardan haberi vardı artık. O dalgınlık içinde bütün odadakilerin tek tek dışarı çıktıklarını ve tek başına orada kaldığını bile anlamamıştı.

Dışarıdan bağırış çağırışlar gelince kendine geldi. Tanıdık sesler bağırarak birbirlerine hesab soruyorlardı. Sesler kesildi ve yine odaya kalabalık bir ayak ordusu girdi. Birden gözündeki gözbağı açıldı. Dün gece kendisini buraya getiren polisleri görünce korktu. Ona hiçbir şey olmayacağını vaad edenler bunlardı. Vaadinif tutmayandan korkulurdu. Yerden kaldırdılar, bir sandalyeye oturttular hemen.

“Haydar! Aslanım sen demedin mi arkadaşlara beni sabah bırakacaklar, ben burada misafirim bu gece. Biz seninle ne konuştuk dün gece?”

Haydar sadece karşısındakinin gözlerine baktı. Hiçbir şey demedi sadece onun gözlerinin arkasındaki insanı görmek ve onu gözleri ile ezmek istedi.

Amir epey nasihat etti Haydar’a, biraz da tehdit etti. Onun koluna girip kapıya kadar götürdü. Bu gecenin aslında hiç yaşanmadığını, kimseye bahsetmemesi gerektiğini üstüne basa basa anlattı.

Arkasından kapı kapandığı hâlde, Haydar arkasına bakamadan kafasını omuzları arasına gömmüş olarak uzun bir süre yürüdü. Nihayet hayli uzaklaştıktan sonra heyula gibi yükselen binaya dönüp bakabildi. “Neydi bütün bunlar?” diye kendi kendine sordu. Bir vartayı atlatmıştı, ama o binanın, o hücrenin karanlığının bir daha çıkmamak üzere içine yerleştiğini hissetti.

Haydar dün gece bürokrasinin sıcak nefesini hissetmişti.

Bütün olan biten şuydu; emniyet belli bir örgüte yönelik olmak üzere operasyona çıkmıştı. adreslerinde veya baskın yerlerinde alınması gereken herkes alınmış, vasıtalara konulmuş emniyete dönüyorlardı. Operasyonun başındaki memur merkeze telsizden şu anonsu geçmişti:

“Evet, efendim. Tam yirmi bir kişi. Elimizle koymuş gibi bulduk, derdest ettik, getiriyoruz. Hayır, efendim. Hiçbir mesele yaşanmadı.”

Gayet sade, üstlerine verilen bir rapordu bu. Hiçbir problem yoktu. Fakat bir kusuru vardı. Seyir halindeyken bütün ekipler telsizden bir sayım yapmışlardı, minibüs ve diğer arabalardaki zanlılar sayıldığında yirmi kişinin gözaltına alındığı anlaşılmıştı. Evet, küçücük bir kusur, bir tanecik, bir kelimecik.

Amirlerinin paçaları tutuşmuştu. Şimdi bunu nasıl düzeltmeliydi? Tabii ki, en basit çözüm emniyete gittiklerinde; “Efendim, yanlış saymışız” demekten ibaretti.

Hayır, gecenin bu vakti böyle bir baş ağrısı ile uğraşamazlardı. Hemen yirmi birinci kişiyi bulmalılardı…

Aylık Dergisi 197. Sayı, Şubat 2021