Hikaye, bir kişinin hastaneye gitme sürecinde yaşadığı gözlemleri ve içsel düşüncelerini anlatıyor. Yazar, otobüste kadınların futbol konuşmalarına ve toplumun genel durumuna dair gözlemler yapar. Hastanede sıra beklerken karşılaştığı yaşlı bir adam ve plastik şişe toplayan gençle ilgili izlenimlerini paylaşır.

Gideceği yer yakındı. Ama, geç kalmak korkusu ile otobüsü tercih ettim. Otobüste yedi sekiz kişiydik. Hava bazı yörelerde sıklat denen kapalı, bunaltan, esmeyen, ağırlıktaydı. Ön taraftaki iki kadının konuşmaları altın günü havasında, kendilerinden başka kimse yokmuş rahatlığındaydı.

Onlara kulak misafiri olduğum için değil, seslerinin otobüsün her köşesinden rahatça duyulabildiği için dinlemek zorunda kalıyordum ve enteresan şekilde konuşmaları alâkamı da çekmişti. Zira anladığım kadarı ile bir önceki akşam oynanan futbol maçından bahsediyorlardı.

“Deli misin, kızım, dedi biri diğerine, o hakemin taraf tuttuğunu herkes bilir. Haftaya görürsün, bizim takım X’in anasını ağlatacak.”

Futbol dedikleri melanetten nefret etmek için bir sebeb daha sunuyorlardı bana. Kadınlar da futbol konuşmaya ve bunu erkek ağzı ile yapmaya başlamışlardı demek. Bu ülkede sporla en az alakalı oyun futboldur, diyebilirim. Tartışmam bile. Tamamen bir sektör hâline gelmiş ve futbolculardan ziyade takımın taraftarlarını birer ürün, nesne hâline getirmiş olan bir oyundur, denilebilir.

Onları duymamaya çalışarak başımı camdan tarafa çevirdim. Sesleri vır vır seviyesine inmişti. Hiç istemeyerek hastaneye gidiyordum. Küçük veya büyük hiç fark etmez, herhangi bir sebebden hastane yüzü görmek istemeyenlerdenim. İnsanın içini bir kasvet basıyor orada. İster istemez feci manzaralarla karşılaşıyor, tuhaf hastalıklar, hikâyeler duyuyorsunuz.

Hafiften bir yağmur başlamıştı. Durağıma gelmiştim. Otobüsten indiğimde insanların bazıları yağmurdan sakınmak için koşturuyor, bazıları ise aldırış etmeden yürüyorlardı. Bu yaz günü hemen kesiliveren yağmurlardan olacağını temenni ediyorlardı belki de. Yüzlerine baktım, insanlar bezginler miydi, hayır, aksine arsızca mutlulardı.

Göz kliniği üçüncü kattaydı. Sıramı beklemek için banklardan birine oturdum. Hemen yanımda bardak dibi gözlükleri ile ihtiyar bir adam oturuyordu. Bir elindeki kâğıda bir de hastaların isimlerinin yazdığı ekrana bakıyordu. Elindeki kâğıdın doktor veya yazdıracağı ilacın ismi olması gerektiğini düşündüm, fakat dikkatle bakınca yanıldığımı anladım. Elinde bir elektrik faturası vardı. Kendimi ona soru sormamak için zor tuttum. Ne diyebilirdim ki?

“Amcacığım, yanlış gelmişsin, burası hastane, elektrik faturasını caddenin karşısında yatıracaksın!”

Demedim tabii. Bazı zamanlarda susmak en iyisidir. İnsanlardan kimisi kendilerine sıkıntı veren şeyi başka şeylerle oyalanarak izale etmeye çalışır ve onun sıkıntısından uzaklaşmaya çalışırlar. Herhalde yaşlı adam da kendisine dert olan fatura ile şu sıkıcı muayene sırası arasında kendini sıkışmış hissediyordu.

“Buldum!” dedi.

Hiçbir şey söylememiştim. Fakat kendisi herhalde bakışlarımdan işkillenmiş olacak ki, izah etmek zorunda hissetmişti. Hemen yanında oturuyor olsam da, o gözlüklerle beni görebileceğini zannetmezdim.

“Hastaneye girişte yerde buldum. İsmine bakıyorum, belki ekran da çıkar ismi.”

“Danışmaya verseydiniz, belki düşürdüğünü fark edecek ve gelip danışmadan soracaktır.”

“Onunla mı uğraşacağım!” dedi kesin bir dille. Dilim tutuldu. Pek iyiliksever bir insanmış! Bir cevab vermek gafletinde bulunmadım tabii. Kendisini başımla tasdik ettim. Pekiyi yapmışsınız, diyebilirdim.

Saatime ve ekrana arasında mekik dokuyan gözlerim yine sulanmaya başlamıştı. Gözlerimi ovuşturdum. Niçin ismim ekranda çıkmıyordu? Saatinden evvel gelmiştim. Bir on dakika daha geçirdikten sonra dayanamadım ve hemşire masasına giderek saati gelmesine rağmen ismimin ekran görünmediğini söyledim. Vereceği “bir aksilik olmuş” cevabına karşı onu terslemek için hazırlanmıştım. İsmimi sordu, bir yanlışlık olmaması için kimlik numaramı da aldı. Hüsrana uğradım, boğazımda hazır bekleyen azarlama kelimeleri gerisin geri ciğerlerime doluştular. Bir saat erken geldiğimi söylediğinde kendime küfür etmemek için dilimi zor tuttum.

Hastaneden çıkarken geçirmem gereken bir saatin sıkıntısını düşünüyordum. Kapıda acele acele içeri koşturan bir kadın bana çarptı ve sanki ona çarpan benmişim gibi, bana ters ters baktı. Basit bir “Affedersiniz veya kusura bakmayın!” demek zor bir şey değildi. İnsanlar bunun yerine üste çıkabilmek için bütün kabahati size yıkmaya çalışırlar.

“Teşekkür ederim!” dedim, eli bağrına gitti ve kızgın bakışları bir ân şaşaladı ve bönleşen suratı ile onu baş başa bırakarak arkamı dönüp gittim. Aptal insanlarla tartışmak insanı sıkletten de seviyeden de düşürüyor. Bu gibi şeyler için hiç yorulmaya gelmez. Hiç tadım yoktu zaten, bir de onunla uğraşmak istemedim.

Yağmur usta bir sanatkârın ince ince önündeki eşyayı işleyişi gibi, bir sicimden daha ince zerreler hâlinde yağmaya, mekân üzerine yayılmış her eşyaya bir fısıltı gibi derinden tesir etmeye devam ediyordu. Hastanenin duvarı önünde beyaz önlükleri ile hemşire, hastabakıcı ve doktorlar sigara ve çay molalarındaydılar. Kimsenin yağmura aldırış ettiği yoktu. İnsanlar bundan haz mı duyuyorlardı acaba?

Hastanenin bahçesi genişti. Büfeden bir su alarak ağaçlardan birinin altındaki banklardan birine oturdum. Yağmur serinletmek yerine sadece havadaki nemin artmasına yardımcı olmuştu.  Hava daha da ağır bir hâle gelmişti. Hemen yanıma acaib yüz hatlarına sahib kısa boylu bir adam oturdu. Yine başımı boş sohbeti ile şişirecek biri daha, diye düşündüm. Eli ayağı sinirlice kımıldanıp duruyordu.

Şişedeki son yudumu da içtim, şişenin kapağını kapattım. Hemen sol tarafımdan kirden neredeyse kapkara olmuş bir parmak uzandı ve elimdeki şişeyi işaret etti. Ben hâlâ parmağa bakıyor ve elimdeki şişe ile arasında bir bağ kurmaya çalışıyordum. Gözlerinde ellerine tezat bir masumiyet ve temizlik vardı. Nerede ise “seni bir dertten kurtarıyorum” gülümseyişiyle bana bakıyordu.

“Abi, onu atacak mısın?” dedi ışıl ışıl yanan gözleriyle parmağın sahibi. Belli ki vatandaşımız değildi, fakat az da olsa dilimizi öğrenmişti. Benim için bir çöptü şişe, ya onun için? Sorusuna cevab vermek yerine şişeyi ona uzattım. Delikanlı şişeyi aldı ve arkasını dönüp uzaklaştı. Ben gözlerimle delikanlıyı takib ederken, yanımdaki “cık, cık…” ederek bir şeyler söyledi. Delikanlı şişeyi sırtındaki çuvala atmak yerine kapağını açıp içindeki son birkaç damlayı da yere boşaltmıştı.

“Yazık bunlara.” dedi yanımdaki. Fakat ona bakmadım bile. Allah bilir ya, muayenem olmasaydı delikanlıyı takib ederdim. Belki her gün binlercesini topladığı bu plastik şişelerden benimkisine niçin ayrı muamelede bulunmuştu. Hava ağır, hava sıcaktı. Her nefeste kendini hissettiriyordu. O ân aklıma çocuğun susamış olabileceği ve nisbeten temiz olan benden aldığı şişeyi yıkayarak kendisine bir suluk gibi kullanmak isteyebileceği geldi. Utandım. Hemen ona bir su alabilirdim. Ama bunu ona sormaya da utandım. Belki su alabilecek parası da vardı, fakat zaten kazandığı birkaç lirayı da suya harcamak istemiyor olabilirdi.

Yağmur yağıyordu hâlâ ve yanımdaki konuşuyordu. Rahatsız olmuştum, fakat kalkıp başka bir yere de oturmak istemiyordum. İnsanlar teklifsizlikle patavatsızlık arasındaki farkı anlayamıyorlar. Olabilir, sohbet havasında ve belki can sıkıntısını atmak istiyordu, fakat konuşarak benim de canımı sıkabilirdi.

“İnsanlar ne hâllerde görüyorsun ya!” dedi.

“Ne varmış hâllerinde?”

“Onları buralara mecburen de olsa kabul ediyoruz, kim olduklarına, ne vasıflara ve nasıl bir eğitimleri olduklarına bakmaksızın onlara reva görülen iş bu! Onlar da buna mecbur olduklarını biliyorlar, biraz para biriktirmek için bunlara katlanıyorlar.”

Adam haksız sayılmazdı. Ondan bunu beklemiyordum. “Cık, cık” ettiğinde delikanlı için menfi bir şeyler söylemesini beklemiştim. Benden daha insaflıymış. Epey uzaklaşmış olan delikanlıya tekrar baktım. Şişe hâlâ elindeydi. Saatime baktım. Yarım saat vardı. Sığındığım ağacın altından çıkmak istemiyordum. İçimi de bir kasvet basmıştı. Kalktım ve tekrar içeri girdim. Kendime yine aynı bankın bir köşesinde yer buldum. İhtiyar adam gitmişti. Faturayı ne yapmıştı acaba?

Eski hastaneleri de hatırlıyorum. Devamlı bir gürültü koşuşturmaca, hastabakıcıların numara veya hasta isimlerini mübaşirler gibi bağıra çağıra seslenmeleri, arada bir hemşirelerin hastaları azarlamaları duyulurdu. Şimdi her şeyi kendiniz takib ediyordunuz; yine bir kalabalık yine bir telâşe olmuyor değildi, yine de eskisi kadar karmaşa yoktu. Gözlerimi kapatarak hem sulanmasını engellemeye hem de etrafımdan kendimi bir nebze olsun tecrit etmeye çalıştım. Ara ara ekrana bakıyor ve ismimin görünmesini bekliyordum. Fakat bu kadar değişime rağmen sıra beklerken hissedilen sıkıntı değişmemişti. İnsanların yüzlerinde de bunu görebiliyordum. Fakat hususen kadınlar olmak üzere bazı insanların hastanede olmaktan mutlu olduklarını söyleyebilirim. Hastaneye gelmek onlar için herhangi bir yeri ziyaret etmekten farksız olmalıydı.

Gözlerimde herhangi bir rahatsızlık olmadığını söyledi doktor. En azında onun için bir fevkaladelik yoktu. Ama gözlerim pek öyle demiyordu. Bana bir damla yazdı. Tabii kullanmayacaktım, son birkaç senede aynı şikâyetle gittiğim her doktor aynı damlayı yazıp gönderiyordu. İlk tecrübeden bir fayda elde edemeyince farklı bir neticeyi aynı ilaçla almayı beklemek safdillik olurdu.

Dışarı çıktığımda yağmur düzenini hiç değiştirmemişti. Yağıp yağmamak arasında kararsız kalmış gibiydi. Ben de diğer insanlar gibi aldırış etmeden biraz yürümeye karar verdim. Birkaç sokak ötede yine o delikanlı ile karşılaştım. Kaldırıma oturmuştu. Aynı şişe olup olmadığını bilmiyorum, fakat elindeki şişeden su içiyordu. Kendimde o cesareti bulsam onunla konuşmak isterdim. Kalktı, alnını kirli gömleğinin yeni ile sildikten sonra çuvalını sırtına attı. Yine sokakları adım adım tarayarak yürümeye başladı. Bir meçhulün peşinden gider gibi ardına düştüm. Niyetim neydi, ben de bilmiyorum. Yağan yağmura aldırdığı yoktu. Son kalan birkaç bahçeden birinden olacak güzel bir toprak kokusu geldi. Acaba bu hâldeyken o da bu güzelliklerin farkına varabiliyor muydu? Memleketi her neresi ise oraları hatırlıyor muydu?

Ne kadar yürüdüm bilmiyorum, yorulduğumu hissettim. Fakat o çuvalına attığı her plastik şişe ile yükü ağırlaşsa da aynı ritim ile yürümeye devam ediyordu. Nihayet durdum ve onun uzaklaşmasını seyretmeye başladım.

“Sevdalı mısın, hayırdır?” diyen sesle kendime geldim. Döndüm, baktım, kahvehaneden Ahmet amcaydı seslenen. Yürüye yürüye kendi mahalleme kadar gelmiştim.

“Şaşkın evladım, niye yağmurun altında dikiliyorsun?” dedi tekrar. Ne dediğini anlamak için önce etrafıma sonra üstüme baktım. Sırılsıklam olmuştum.

Yanındaki sandalyeye çöktüm. Bana bir çay ısmarladı.

“Ee, aradığını bulabildin mi?”

Ne dediğini anlamak için kaşlarımı kaldırdım. Bir şeyi merak ettiğim kesindi, ama bir şey aradığım yoktu.

“Bu yağmurda bu kadar ıslanabilmek için bir şey arıyor olman gerekir. Sen bu yağmurun ismini bilmiyorsun anlaşılan.”

Bilmiyordum.

Aylık Dergisi 204. sayı, Eylül 2021