Hikaye, şehirlerin modernleşme süreciyle kimlik ve kültür kaybına uğradığını eleştiriyor. Eskiden mahalle kültürüyle aidiyet duygusu yaşatan şehirlerin, günümüzde prestij kaygılarıyla yapay bir şekilde restore edildiği vurgulanıyor. Yazar, şehirlerin ruhunu koruyacak bir anlayışın eksikliğini dile getiriyor.

Şehir deyince bir düzenin meydana getirdiği hayatı, kültürü ve kanunu anlıyoruz. Elbette içinde Kim, Hüsrev, Hayri İrdal yahut Miftah Barutlu gibi kişilerin yaşadığı ve meseleleriyle bir yumak olan bir şehir, insanı, tabiatı ve düzensizliğiyle meseleler doğurmaya gebedir, hele ki insanı bir ân kendi başına bıraktığınızda güzel ve iyinin peşinde koşmak yerine hemen menfaati neyi emrediyorsa onu yapar.

Şehir, Anadolu’da hüviyetini ve şahsiyetini kaybedeli çok oldu. Bir kimliğe ait olunamayınca her şeye ait veya hiçbir şeye ait olmayan bir şey çıktı ortaya. Bir kimlik meselesiyle beraber şahsiyetsizlik örneği hâline geldi. Önceleri insanlar imkânları ölçüsünde gecekondular yahut betonarme evler yapıyor, ama mutlaka bir bahçe içine kondurdukları evlerinde kendileri bir güzellik arıyorlardı. Şimdi maddî imkânların en iyisi olsa da gecekonduların oluşturdukları garabeti tersinden ve dikine “en güzel” şekilde yaşatmayı bilen dünyaca ünlü müteahhitlerimiz var. Bu eskisi yenisinin alternatifi demek değil. Ancak eskisi içinde bir takım güzellikleri de barındırıyordu. Koca bir köşkün yanı başına yapılmış bir kondu en azında kendisi mimarî ve bediî olarak bir şey olmasa da “mahalle” havasına katkıda bulunan bir parça, bir azaydı.

Evvelden kapınızdan dışarı adım attığınızda içinde kendine has bir hava barındıran ve sizi aidiyet duygusuyla saran “sokak”lar vardı. Belki birçok şeyi eksikti, ama “sokak”tı. O, kötü örülmüş duvarlarıyla gecekonduların ve geçmişin hasbelkader ayakta kalmış ahşab evlerin oluşturduğu derme çatma manzaranın daha sevimli geldiğini itiraf etmek gerekir. Hele ki bugünün “mimarî” örneği olarak karşımızda duran şekilsizlik abidelerinin yanında insanların en azından bahçe gibi bir dünyayı hayal edebildiklerini düşünürsek aradaki mesafenin kötüye doğru açıldığını anlarız. Eskinin bu derme çatma yapıları dağınık bir manzara teşkil ederlerdi, ancak yeni emsalleri gördükçe “Bırakın dağınık kalsın” dememek gerçekten zor geliyor.

Üsküdar’da veya hâlâ sağlam kalmış İstanbul semtlerinde dolaştığımda gördüğüm şey, buraya, bu şehre ait olmayan bir dokudur. Yabancı kalan acaba onlar mı, yoksa yeni yapılan evler ve binalar mı? Elbette, gerçek bir düşünce sahibi olan herkes cevabı hakkaniyetle verecektir. Değişimin de mukadder olduğunu biliyoruz, fakat değişim demek şahsiyetsizlik demek değildir. Bu, başka bir zamanın ve asrın kokusunu taşıyan binalar, evler arasında dolaşırken sanki cansız bir varlık değil de şahsiyet sahibi birer canlı ile karşılaşmış gibi olurum; her ân konuşacak ve bir şeyler söyleyeceklermiş gibi. Gerçekten, biraz düşünülecek olursa manevî olarak canlı saydığımız bu ev ve binaların maddî olarak da canlı olduğunu hemen kabul ederiz. Çünkü onları var eden, arkasında ve temelindeki fikir ve beden gücüdür, yani bizden birer parçadır.

Hâlâ, İstanbul’un eski semtlerini gezerken maziye ait o örnekleri gördükçe başka bir havayı teneffüs etmek, size ait olan bir şeyi hissetmek mümkün. Sizi doyurup besleyen bir ana gibi olan şehir, siz ona ne kadar verirseniz karşılığını aynı derecede hatta fazlasıyla geri ödeyecektir. Bugün İstanbul’un şekvacı olunmayan nesi kaldı acaba diye düşünmeden edemiyoruz. Bir düzeltme yapmak için atılan her adımda, yeni bir probleme sebeb olan düzenlemelere şahid oluyoruz. Bir şehir nedir ve nasıl olmalıdır, etrafında bütün bir fikir  üretmek yerine, montaj sanayimizin tam bir mamul verememesi gibi, yamalı bohçaya dönmüş şehirlerde boş yere, üstümüze olmayan bir giysiyi giymeye çalışıyoruz.

Cumhuriyetle birlikte hızla yıkıma giden ve acuze bir kocakarıya dönen şehirlerimiz, bunu dün atılan adımlara borçlu. Bir fikrin tatbiki ile yabancı kültürün aşısı arasında fark vardır. Bu ikisi birbirine karıştırılıyor. Din, dil ve kültür üzerindeki değişimler bütün dünyamızı alt üst etti ve biz, bu alt üst olan hayatta yaşamaya çalışıyoruz. Yaşamayı Deneme’ye bir de bu gözle bakmalıyız. Ruhumuzu parçalayan bir hayatta var olma, ayakta kalma mücadelesi veren insanlar olarak ferdî veya toplu faaliyetlerimiz ya garabete ya tamamiyle felakete sebeb oluyor. Arada bir hasbelkader yaşanan güzelliklere ise deliler gibi seviniyoruz. İmparatorluğumuzun son dönemlerine dair yazılmış birçok hatırat ve eserler var. Bu eserlerde hemen görülen ilk şey, evden sokağa hayatın hemen her kısmında sağlam ve kimlik haline gelmiş bir yaşayışın olması. Bu kimlik tamamen bu toprakların ve insanlarının dinleri ve dilleriyle oluşturdukları ve üzerinde ‘Yüzde Yüz Halis Anadolu Malı’dır damgası bulunan öz be öz malımızdır. Ve şimdi bir maziden öte uzaklıkta kalmıştır. Yeniden diriltmeye çalışmak ise beyhude çabadır. “Zira iyi insanlar iyi atlara binip gittiler.”

O hâlde bize düşen hep eskinin güzellemesi ve yâd edilmesi arasında kalmak mı olmalıdır? Çâre yıkım geldikten sonra değil, gürültüsü, dumanı, tozu, yani emareleri ortadayken aranmalı. Biz gerçekten kendine ait kimliği olan bir şehirde yaşıyorduk ve Anadolu’daki hemen her şehir de buna sahibdi. Şimdi halihazırda var olanın şehir zannedilmesi sebebiyle ne istediğimizi anlatmakta gerçek mânâda zorlanabiliriz. Bir şehir sadece mimarî hususiyetlerden oluşmaz. Mimarî sizin ona giydirdiğiniz bir giysi, sanat ve damgadır. Şehir, bir bütün olarak her ferdinde farklı idrak edilse ve görünse de en az bir yönünü ferdin iç dünyasına, hayatına perçinler. Evvelden semt semt birbirini tanıyabilen ve bu adam Üsküdarlı’dır, Süleymaniyeli’dir, Çengelköyü’ndendir dedirten bir kültür aşısı vardı. Bünyemiz yabancı aşıyı kabul etmemiş olacak ki, konuşmasından bir İstanbullu’nun “nereli” olduğunu çıkarabilsek de, İstanbul’un neresinden olduğunu anlayabilmemiz mümkün değil. Giden gitti, elbette ne eyvah çekilir, ne ardından el sallanır.

Elimizin altında hazineler çok olsa da onu değerlendirecek adam yok. Gerçi adam arayan adam da yok. Şu ân elde kalan ev, sokak, mahalle ve semtlere bakıyorum: Acaba buralar nasıl kurtulur yahut oraları parçalamak isteyen parsacılardan nasıl kurtarılabilir, korunabilir bunu düşünen var mı? Gösteriş ve prestij için sağda solda yıkılmış yerleri, kötü makyaj kabilinden restore etmekten bahsetmiyorum. Kendi itibarı kadar hiçbir şeye ehemmiyet vermeyen insanlara oralar tahta ve taş parçasından başka bir şey değildir zirâ.

Eğer adam akıllı korunamayacak ve yerine garabetler inşa edilecekse bırakın şehir dağınık kalsın.

Aylık Dergisi 148. Sayı, Ocak 2017