Çağımızda savaşın topyekûn oluşu algı operasyonlarından, her türlü manipülasyonlara, ilim ve teknikten, siyaset, sanat ve ekonomiye kadar her sahayı önemli kılmaktadır. İlim ve tekniğin askerî ve iktisadî alanları besleyici olması ise bu sahalara devletlerin ve büyük şirketlerin özel ilgi göstermesine yol açmaktadır. Neticede her türlü silahla mücadele çağındayız. Kitle iletişim ve ulaşım araçları da buna zemin hazırlamaktadır.
Uluslararası büyük şirketlerin aracı rolünü medya oynarken, para ve sermaye hareketleri de böyle bir manipülasyon aracı olmaktadır. Ekonomik ambargo ile ülkelerin dize getirilmeye çalışılması malum. Ayrıca borç vererek veya benzeri enstrümanlarla bağımlı ekonomiye mahkum edilen ülkelerin güdülmeleri de kolaylaşmaktadır.
15 Temmuz 2016 darbesini atlatan ülkemizi tökezletmek için fırsatlar kollandığı siyasî, iktisadî vs. manipülasyonlar yapıldığı bilinmektedir. Amerika’nın ve uluslararası sermayenin 15 Temmuz’da Türkiye’de büyük şok yaşadığı kesin. CIA bunun şokunu henüz atlatamadı ve bu başarısızlığın orada ne gibi hesaplaşmalara yol açtığı bizce yeterince bilinmiyor. Fetö onlar için yıllardır yatırım yaptıkları büyük bir proje idi ve bu projenin başarısızlığı, Ortadoğu ve İslâm ülkelerinde zincirleme yenilgilere yol açar. Zaten Suriye denkleminde ABD’nin ikinci plana düşmesi de bunun göstergesi sayılabilir.
Her şeyi dış güçlere bağlamak istemiyoruz. Bir ülkenin rejimi-nizamı yerinde ise ona krizlerle ve iç karışıklıklarla müdahale edilemez. Dışarıdan saldırı ise açık bir savaş ilanı olur ve herkes kozlarını paylaşır.
Doların yükselmesi, Türkiye’nin kredi notunun düşürülmesi, ekonomik durgunluk vs. kaygı ile izleniyor. Ama her şeyden önce bizim dış ticaret açığımız var. Katma değerli büyüme yapamıyoruz. İthalata dayalı büyümemiz var. Enerjide dışa bağımlıyız. Kendimize ait bir markamız yok. Ve iddialı olduğumuz bir sahada tanınmışlığımız yok. Yani dünya piyasalarına hangi malımızla gireceğiz ve hangi markamızla rekabet edeceğiz? Yapısal ekonomik sorunlarımız var. İçerde de bir sömürü çarkı var.
Sermaye karşıtı değiliz ama sermaye belli ellerde temerküz ediyor. Gelir dağılımındaki bu uçurum niye devam ediyor? 15 Temmuz’da ülkeyi kurtaran orta halli vatandaş idi. Fakat bölüşümdeki bu adaletsizliğin kaynağına inilemiyor. Çünkü karma ekonomi adı altında kapitalist sömürü sistemi işliyor. Öyle ki bu sisteme dokunursan krizle, borsa ile, döviz ve faiz ile seni tehdit ediyorlar. Hükümetin zaten ciddi manada bir planı yok ve sermayeyi de ürkütmek istemiyor. Böylece aynı sistemin yaşaması için neredeyse bizleri duacı kılıyorlar. Çünkü topyekûn değişim cesaret ve kadro işi. Şikayet etmekle çözüm-sistem üretmek aynı şey değil. Bunu TÜSİAD gibi büyük sermaye de biliyor ve köşelerinde ellerini ovuşturuyor. Zira hükümetin kendilerine mahkum olduğunun bilincindeler.
Enflasyonun iki nedeni var: Talep ve maliyet. Maliyet enflasyonunun önemli sebebi de faizlerin yükselmesi. Faizler yükselirse üretim fiyatlarına yansımakta yani enflasyona neden olmaktadır. Faizlerin yüksek olması yatırımları azaltacağından işsizlik de artmaktadır. Zaten işsizlik sorunu var, katlayarak büyüyecektir. Faizci sistem iliklerimize kadar işlemiş ve sömürü çarkının en büyük melaneti faiz olmuştur. Bankalar, tefeci gibi çalışıyorlar ve durgunluk anında da kredileri geri çağırıyorlar. Bankacılığın parayı nazım rolü keyiflerine ve kârlarına göre değil, ekonominin halk yararına işleyişine göre olmalı. Bankacılık sistemi de bu şekilde kurulmalı. Bankalara yağ çekerek bu iş olmuyor.
Bence Tayyip Erdoğan’ın faizleri enflasyonu sebebi gören politikası doğru. Dövizin yükselmesine karşı “dövizleri bozun!” çağrısı da manipülasyonlara karşı bir tepki olarak, bir toplumsal direniş olarak öngörülmüş. Fakat tek başına çözüm olmayabilir. Çünkü her şeyde olduğu gibi iktisatta da denge önemlidir. Dövize bağlı ekonomin varsa, dışarıdan paranın gelmesi için faizleri artırmak zorunda da kalabilirsin.
Aslında işin hesabı çok basit; işi ekonomik kavramlara boğmaya gerek yok. Giren-çıkan arasındaki fark, yani artı ile eksi arasındaki fark, ekonomik durumu verir. Ne üretiyorsun, ne tüketiyorsun?
Ne üretiyorsun, ne tüketiyorsun meselesi mühim. Katma değerli üretim ve ülke kaynaklarına göre tüketim gerekli. Enerjide dışa bağımlı bir ülkeyiz ve ithalattan daha çok enerjiye döviz gidiyor. Fakat biz tasarruf hesabı da yapmıyoruz. Gezmeyi ve harcamayı seviyoruz, tasarrufu sevmiyoruz. Bu, dünyaya kıymet vermemek değil, dünyaya çok kıymet vermek ve vizyonsuz olmak demektir.
Temel eksikliği, ekonomik, siyasî, hukukî olarak değil, ideal ve misyon olarak niteleyelim. Bu milleti ruh adalesini besleyen, milleti millet yapan değerler. Öyle ki iktisadi kalkınmanın da dinamikleri bunlar. İki dünya savaşından yenik çıkan Almanların sanayi hamlesindeki ruh. İkinci dünya savaşından yenik çıkan Japonların üretim ve markada lider olması, milletin azim ve iradesiyle, motive olmasıyla alakalı. Kısır siyasî çekişmelerden öte bunu düşünmeli. Üretim yapmayı kârlı olmaktan önce zevk duyarak yapmak. Ve rant ekonomisine karşı millî seferberlik şuuru taşımak, tıpkı ibadet şuuru gibi. Bir cıvatayla bile böyle bir inançla sıkmak. Her şeyden önce kaybedilen bu inanç ve boğazımıza kadar batılın çıkarcılık ve maddecilik üzerinde durmalı.
Yeri gelmişken belirtelim, her ne kadar bizim idealimiz olan BD-İBDA Başyücelik sisteminin icablarını karşılamasa bile, statükonun kırılması ve yeni bir sisteme ihtiyacı hissettirmesi açısından Başkanlık sistemi iyi olmuştur. Kargaşa ve koalisyonlardan ziyade sorumluluk sahibi birinin yönetimi iyidir. Seçim ve benzeri hesap sorma mekanizmaları olması şartıyla. Zaten parlamenter sistemde iktidardaki partinin ve onun liderinin dediği oluyor, yasama-yürütme ayrılığı lafta kalıyordu. Şimdi bu gürültüleri dinlemeyeceğiz. Bu açıdan daha iyi olur. Ama sorunun temeline inilmiş değil, bunu da not olarak düşelim.
Siyasî kararlar gibi ekonomik kararların da tek elden ve hızlı olarak alınabilmesi Başkanlık sisteminin artılarından.
Bizde en büyük sorun, Batıcı düşünce kalıplarıyla Batıya karşı koymaktır. Batıdan devşirme normlarla kendimize ait fikir, sanat ve iktisadımızı kuramayız. Gerçek istiklal savaşı veremeyiz. Aynı şekilde ekonomik enstrümanları da onların bakış açısıyla kurup geliştirirsek (kapitalist yoldan sanayi ve kalkınmadan bahsediyorum) yine onlara bağımlı kalırız. Mesela, faiz sarmalından nasıl kurtulacağız? Tekelci sermayelerden ve kapitalist sistemden nasıl kurtulacağız? Kapitalizmin (Batının) kabullerini nas gibi tek doğru kabul etmekten, eğitim, sanat, ilim ve siyasete kadar kurtulmalıyız. Bu da bizim sistemimizi kurmamız (BD-İBDA sistemi bu ihtiyaca cevap) ve bunun etrafında kenetlenmemiz gerekiyor. Aksi takdirde sistem sorunu her zaman kendini gösterecektir. Ne kadar ötelersek öteleyelim, daha büyüyerek önümüze gelecektir.
Türkiye’de her şey sorgulanmak zorunda. Tarihten tutun, eğitime ve siyasete kadar. Öğretilen iktisat bilimi de yanlışlarla dolu. Tıpkı hukuk eğitiminin hukukla alakası olmadığı, kanun öğretiminden ibaret olduğu gibi. Hukuk da Batı sistematiğini tek doğru kabul edip, İslâm hukukunu inkar temelinde. Mevzuumuz ekonomi olduğu için ekonomi biliminin çelişkilerinden kısaca bahsedelim.
Ekonomi’ye bilim deniyor ama teorilerin biri gidiyor, ondan beter öbürü geliyor. Liberalizm, neo-liberalizm, klasik, neo-klasik, post modernizm, globalizm vs. birbirini yalanlaya yalanlaya gidiyor. İnsanlar rasyoneldir deniyor idi, şimdi öyle olmadığı ortaya çıktı. Piyasa sistemi hakikaten en yararlının öne çıkmasını mı sağlıyor? Ekonomik dengeler kendiliğinden mi en iyi biçimde kuruluyor? Serbest rekabet herkesin refahını mı artırıyor? Ekonomi bilimi gerçekten bu krizleri niye önleyemiyor? Bütün bu sorular, öğretilen ekonomi biliminin iflasını beyan ediyor.
Ekonomiyi belirleyen insan davranışları ve insanın psiko-sosyal bir varlık oluşu, ahlakî bir varlık oluşudur. Ekonomi ve ahlâkî sistem ilişkisi zorunludur. Ahlâkî sisteme bağlı alt sistemdir ekonomi. İsterseniz bunları bırakıp günü birlik tartışmalarla oyalanalım, o onu demiş, o bunu yemiş, mevzuları daha ilgi çekiyor, ne de olsa. Fakat hayat ve sosyal realiteler vakıadır; ve ne kadar görmezden gelsek de sorunlar ileride birikerek karşımıza çıkacaktır. Ne ekersek onu biçeriz!
Baran Dergisi 525. Sayı
02.02.2017