Kâzım Karabekir 1933 yılında Milliyet gazetesindeki “Millîci” takma adlı bir yazarın şahsına sataşması üzerine verdiği cevaplarda İstiklal Savaşı’nın gerçekte nasıl cereyan ettiğini belgeleriyle ortaya koymaya başlamış, ancak gazetenin yayınını aniden kesmesi üzerine pes etmeyip söyleyeceklerini İstiklal Harbinin Esasları adıyla aynı yıl kitap halinde bastırmak istemişti. Ne var ki, bu girişimi de hedefine ulaşamamış ve daha matbaada iken polis marifetiyle baskın yapılarak kitaplara el konulmuş ve Topkapı surlarının dışında bir kireç ocağında cayır cayır yakılmış, sonra da külleri oracıkta açılan çukura “defnedilmiştir”.
Atatürk’ün ölümünden sonra, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, küskün paşaları kendi yanına çekerek iktidarını güçlendirmek istemiş ve 1939 yılında Kâzım Karabekir’i ara seçimlerde milletvekili seçtirmişti (yemin töreni: 9 Ocak 1939).
İşte 3 Nisan 1939 tarihli Tan gazetesinde çıkan aşağıda tam metnini bulacağınız röportajı, devletlûlarca içeriği itibariyle son derece sert ve resmi tarihe aykırı bulunmuş olmalı ki, ertesi günü bıçak gibi kesilecektir.
Kitaplarında bulunmayan aşağıdaki söyleşi, o tarihten beri ilk defa yayınlanmaktadır.
Uzun bir ayrılıktan sonra tekrar siyasi hayata avdet eden (dönen) İstanbul mebusu General Kâzım Karabekir Ankara’da Yenişehir’deki evinde kendisini ziyaret ettiğim zaman söze şöyle başladı:
Memlekette menfi (olumsuz) propaganda ile olduğu kadar “modern hurafe” ile de mücadele şerefli bir vazifedir. Bu mücadelede başlıca vazifenin matbuata (basına) düştüğü kanaatindeyim.
Sayın General mihnetli (eziyetli) geçen uzun yılların yıpratamadığı kadar dinç, sıhhatli ve zinde görünüyor. Fakat saçlarındaki aklar siyah telleri gizleyecek kadar çoğalmış. Çok selis (akıcı) bir ifade ile ve dinleyicilerini peşinden sürükleyebilen bir hatip kudretiyle konuşuyor.
İstiklal Harbi’ndeki büyük hizmetlerinizi milletin mühim bir ekseriyeti öğrenmek fırsatını bulamadı. Karilerin [okuyucuların] da, matbuatın [basının] da bu hususta tenevvür etmek [aydınlanmak] ihtiyacında olduklarını kabul edersiniz değil mi?
General; “Evet”, dedi. “Bütün bunlar sırası geldikçe ortaya konulacaktır. Fakat muhakkak ki bu hakikatlerin içinde efkâr-ı umumiyeye [kamuoyuna] arzı çok gecikmiş olanlar da vardır ve bu gecikmeler dimağlarda bir nevi hurafe yaratmıştır. Şahsen benim 15 sene menkup [gözden düşmüş] vaziyette kaldığımı biliyorsunuz. Bu menkubiyet müddeti bilhassa çoluğum çocuğum için pek acı geçti. Buna rağmen ben bildiğim yoldan şaşmadım. Her zaman için hakikatin müdafii [savunucusu] olarak kaldım.
Fakat ne yazık ki bu on beş sene içinde kıymetli fikirlerle ortaya çıkarak hayatlarını istihkar edercesine [küçümsercesine] çalışan ve memlekete büyük hizmetler ifa eden bazı vatan çocuklarının bir kenarda nasıl unutuldukları, kimsenin gözünden kaçmamıştır. Onların bütün hizmetleri yalnız kökünden inkâr edilmekle kalmamış, belki onlara türlü isnatlar da yapılarak her biri dipdiri mezara gömülmek istenmiştir. Bu suretle memleket bunların olgun ve dolgun başlarından istifadesiz bırakılmıştır. Bütün bunlarda modern hurafenin büyük tesiri olmuştur.
Bu itibarladır ki, matbuatın [basının] bu işteki mühim rolüne peşinen işaret ettim. Re’s-i kâra [tepedekilere] yaranmak için uluorta fikirler neşrinden evvel hadiseleri olduğu gibi tespit ederek yeni nesle aynen anlatmamız gerektir. Aksi halde birçok kahramanları sefil olarak göstermek ve birçok kalpazanları, nâ-ehilleri [ehil olmayanları] de layık olmadıkları vasıflarla tavsif etmek gafletine düşebiliriz.
Matbuat sayfaları bir tiyatro sahnesine benzetilmemelidir; yani matbuat liderleri temsil edilecek herhangi bir tarihi piyes gibi rolleri istedikleri kimselere verememelidir.
General Kâzım Karabekir, bir ara hatıralarını toplamak ister gibi durumsadı [duraksadı]. Bu fırsattan istifade ederek beni kabul ettiği salona şöyle bir göz attım. Heyet-i umumiyesiyle [genel olarak] sade bir şekilde, fakat itinalı döşenmiş; bir tarafta, sayın General’in harp hatıraları ile dolu olan birkaç camekânlı dolap var. Odanın bir cephesinde de şu levha göze çarpıyor:
“Cihan yıkılsa Türk yılmaz.”
İkram edilen kahvenin son yudumunu da yuvarlarken, General Kâzım Karabekir, bu kısa sükûtu bozdu:
“Maalesef ”, dedi, “son 15 yıllık matbuatımıza bu bakımdan iyi bir numara verebilecek vaziyette değiliz.” Ve bu ithamını, izahsız bırakmış olmamak için hemen ilave etti:
“Matbuatın yakın vakte kadar çok defa sırf re’s-i kârı (devrin yöneticilerini) memnun etmek gayretini güttüğünü söylemeğe mecburuz; ve sırf bu gayretle hadisatı ve birçok tarihî vakayii [olayları] inkâr edecek kadar da ileri de gitmişlerdir. Mesela burada şahsımdan bahsedeceğim:
Altı yıl evvelki [1933] İstiklal Harbi münakaşasını hatırlarsınız, değil mi? Ben o zaman tarihî vesikalar göstererek bazı hadiselerin gösterildikleri şekilde olmadığını ve hakikate tetabuk etmediğini [uymadığını] ifade ettiğim için, matbuatın haksız ve asılsız hücumlarına uğradım.
Neticesi ne oldu? Hakikatleri öldürmeğe koşan gayretlilerin mahcubiyet ve benim de maddi tazyiklere (baskılara) uğramaklığımdan başka bir netice çıkmadı. Ve ben bir müddet daha, o vakte kadar olduğu gibi, bir kenarda nezaret altında (gözaltında) yaşamağa mecbur kaldım. Fakat daha sıkı kayıtlar (kısıtlamalar) olmakla beraber yazılarımı yazmakta yine devam ettim. Hayatımın bütün hesaplarını günü gününe ve hatta saati saatine verebilirim.
Sayın General, biraz durdu. Daha bir şeyler söylemek istediği anlaşılıyordu. Yalnız şu cümle ile iktifa etti:
Hakikatler, hiçbir zaman kaybolamaz. Zaman hakikatlerin müttefikidir.
Maroken koltuğa biraz daha gömülerek elini şakağına götürdü:
“Gazetelerin”, dedi, “İstiklal Harbi haricinde kalan hadiselerde bile hakikati bazen maalesef pek çirkin bir şekilde tahrif ettikleri [çarpıttıkları] oldu. Size bir misal daha vereyim: Bir gazete, bazı hatıralar naklediyordu. 31 Mart te’dibini (isyanın bastırılmasını) hassaten [özellikle adeta bir] masala çevirmişti. Yıldız’ın işgalini Bulgar çetelerine atfediyor ve benden bahsedemiyordu. Halbuki Yıldız’ı işgal eden kuvveti, fırka erkân-ı harbi [tümen kurmay subayı] sıfatiyle bizzat ben idare etmiştim. Bu gazete, hakikati pek acı olarak tahrif etmişti.
Vakit vakit buna mümasil [benzer] tarihî hadiselerin tahrif edildiğini gördükçe “belki bir yanlışlık eseridir” diye ikazı vazife biliyordum. Fakat gazeteler tashih etmeğe de yanaşmıyorlardı.
Yalnız şurasını hemen ilave edeyim ki, sizinle yaptığımız bu görüşmeler, sırf ilmî zaviyeden [açıdan] tetkik edilmelidir. Çünkü mesele şahsî değil, memleket meselesidir. İfade etmek istediğim cihet, bundan sonra olsun şu veya bu gibi hislere kapılarak genç nesil avutulmamalı, hakikatler olduğu gibi ifade edilmelidir. Hurafeler, eski olsun, modern olsun, dimağları öldürmek için ayni tesir kudretindedirler. İlk tahribatı insanların benliğini törpülemektir.
Hadiselerin olduğu gibi tespit edilerek yeni nesle aynen ifadesindeki zarurete işaret ediyorsunuz. Sizce bu nasıl mümkün olabilir?
Muhakkak olan nokta, birtakım şahsiyetlerin memlekete yanlış olarak gösterildikleri ve ifa ettikleri büyük hizmetlerin (üzerinin) bir kalemde çizildiğidir. Hadiseler yalnız bir şahsın dilediği tarzda ifadesiyle ortaya çıkmaz. En ufak vak’ada bile tutulan zabıt varakası [tutanak] yalnız bir kişinin ifadesi değildir. O hadiseyi yapan, gören ve işitenlerin ifadeleriyle hakikat ortaya çıkabilir ve hükümler de buna dayanarak verilir. Yalnız herhangi bir davacının ifadesine göre hüküm vermek hiçbir zaman doğru olmaz.
Bu mütalaa karşısında, şu suali sormak zaruretini duydum:
Nokta-i nazarınıza (Bakış açınıza) göre mekteplerde okutulan tarihlerin, söylenen nutukların ve konferansların, hatta inkılap derslerinin bu bakımdan tashih edilecek kısımları mevcut mudur?
Bu sualime General Kâzım Karabekir şu cevabı verdi:
Evet, vardır, büyük Nutuk’ta da üzerinde ehemmiyetle durulması icab eden haksızlıklar ve yanlışlar mevcuttur.
Mustafa Armağan - Yeni Akit