İnsan için maddî ve manevî en kıymetli mefhumun hürriyet olduğu söyleniyor; ondan sonra yerli yersiz hürriyet kavgaları yapılıyor. Hürriyeti, fizikî hürriyetin üstünde değerlendirip, zorunluluk ve bilgilenme süreci ile ilgisine de vâkıf olmalıyız ki, gerçek hürriyetimizi bulalım. Hürriyetin özü olan “seçme yapabilme” özelliği de ancak böyle tecelli eder. İnsan, başıboş hürriyete değil insanî hakikatinin hürriyetine koşmalıdır. İnsanın özü şuur ve hürriyettir ve bu ruhî hayattadır.
Hürriyet ve Zorunluluk
İnsan hem zorunluluklar içindedir (âlemde yerini kendi tayin etmedi) hem de “seçme-yapabilme” özelliği içinde hürdür. Şuurlu bir insan, zorunluluğun da farkına vararak mesuliyetini yüklenir, aksiyon sahasını serbestçe kullanır. Dünyaya gelişi, dünyadan göçüşü ve dünyada birçok kısıt içinde oluşu gibi zaruretleri ve “kuşatan” hakikatini düşünürsek, insanın asıl hürriyeti bu zorunluluğu idrak içinde hür iradesi ile yapıp ettikleridir. Eşyaya tahakkümümüz malum, eşyayı kendimize döndürüyoruz. Kendimize tahakkümümüz için ise, kendimizi idrak, kendi zorunluluğumuzu idrak ve ondan sonra serbestçe davranışa geçmemiz söz konusudur.
“Kuşatan” hakikatini yani zorunluluğu kabul ederken “kuşatılan” olarak kukla olmadığımızı, ruh ve nefs kutuplarından istediğimizi gerçekleştirmeye yatkın olduğumuzu belirtiyoruz. Elverir ki doğru tercihte bulunalım. Kâfir, Allah’ın indirdiğini kabul etmezken, zıddından O’na tâbi ve gerçekleştirici oluyor...
Hürriyet mevzuunun en girift tarafı hürriyet ve zorunluluk ilişkisidir... Determinizmin sebep-sonuç ilişkisi hürriyeti tahdid ediyor. Çevre ile insanı ayırmak da olmuyor, bir değiliz ama ilişkimiz kaçınılmaz... Özgürlük alanının baş aktörünü akıl yapmak da çözüm olmuyor. Materyalizmin tarihî maddecilik şeklindeki kaderciliği de insanın hürriyetini maddeye indirgiyor.
Hürriyetin, bir vazife ve mükellefiyet yüklemeyen tabiat ve fizik kanunlarının dışında bulunuşu, özünün şuur oluşu, ruhta izlenmesi ve Mutlak Fikrin tatbikinde hakikatini bulup insanın aksiyon geçişi... Ve, zorunluluğun şuuruna varmada bilginin rolü...
Hürriyet hususunda aklı tek rehber alanlar var ama aklın sınırlılığını akıl da kabul ediyor. Aklın üst hâli diyebileceğimiz şuur’da hürriyet alanımızı buluruz. Şuur ve irade… İnsandaki “memnunluk” ve “pişmanlık” duyguları da hürriyetin varlığına delildir. Hürriyeti maddî ve fizikî açıklamalar dışında tutmak zarurî. Ama şuur ve irademizin seçim yapmadaki rolü ne kadar? Yine “kuşatan” hakikati karşımıza çıkıyor. Seçeneklerden birini seçiyor ama seçeneklere varırken tam hür müyüz? Meşhur soru: “İstemekte serbestim ama istemeyi istemekte serbest miyim?”… İşin giriftleştiği nokta...
“Hürriyete inanmaktan başka çaremiz yoktur. Yoksa insan olma değerimiz kalmıyor” deniyor. Yine peşin fikre geliyoruz... Sartre belki bunun için diyor: “Hürriyete mahkumuz!”
Esseyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, “Allah herkese ezeldeki istihkakını vermiştir. Bu bakımdan, hepimizin razı olması gerekir!” diyor. İBDA Mimarı “İman ve Tefekkür” isimli eserinde bu sözün yorumunda, “bu sözü söyleyebilecek olan insanî hakikati yerine koyabilmiş kimsedir” diyor ve bu çetrefilli mevzuyu şöyle izah ediyor: “Hürriyetle, içinde bulunulan şartlar ve ölçüler bakımından zorunluluk, şuurumuzun hürriyetle irade arasındaki gerginliğinde, tercihimizi nasıl kullandığımızdır asıl mesele. Mesela, şuur olarak bulunması gereken, ‘Allah neylerse güzel eyler’ diyebiliyor muyuz?”
Hem hürriyet, hem kadere rızanın hakikati bir noktada buluşmaktadır. Şöyle ki, hem gayret ediyoruz ve tercihlerde bulunuyoruz, hem de “Allah neylerse güzel eyler!” diyoruz, diyebilmeliyiz!
Özetle söylersek: Hürriyet zorunluluğun şuuruna varıştır.
Hürriyet ve Bilgilenme
Hürriyet ile bilgilenme süreci eşanlamlıdır. Şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesi değişiyor. Hakikatin seviyesinin her değişiminde, şuur seviyesi de değişir. Bütün bunları her safhada içine alabilici, herkesin hürriyetini izleyeceği “Mutlak Fikir” gerekliliği ortaya çıkıyor. Yoksa “iyi-kötü” idraki bile olmaz, tam bir keşmekeş olurdu. Üstad’ın, “Peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı” tesbitinin hakikatini bu noktada görüyoruz. Aslında, İslâm’a aykırı yollar, zıddından bile olsa bir medeniyet kurmalarını İslâm’a borçludur. Çünkü “iyi-kötü” idraki de İslâm’a nisbetle oluyor, her ne kadar onlar bu kavramların yerlerini değiştirseler bile evvel emirde, ilk dil ilk insanla vardı ve ilk insan ilk peygamber idi. Ve Kuran’da buyrulduğu üzere, “Allah, Âdeme isimleri öğretti.”
Dil ve özgürlük… İnsan düşünebildiği kadar ve idrak edebildiği kavramlar kadar özgür. İnsanın dilini boz, onu esir ettin demektir. Aslında Batı’nın kendi fikir ve kavramlarını dayatarak yaptığı budur. Batı üçüncü dünya ülkelerinin kültürlerini bozmuş ve bunu da demokrasi ihracı adına ustalıkla yapmıştır. Batı kendi içinde çok kültürlülüğü yaşatmaz, ırkçı davranır ve dışındakilere özgürlük tanımazken kültürel sömürgeleştirmeyi fizikî sömürgeleştirme için kullanmıştır. İçine yuvarlandığımız Batı çıkmazında çabalarken bile onun verileriyle düşünmek zorunda kalmamız içler acısıdır. “Kültür emperyalizmi” davası ve bundan kurtuluş için yegâne sistem çapında fikriyat olan BD-İBDA İslâm’a Muhatap Anlayış zarureti. Sadece, iyi niyetli çabalarla bir yere varılmaz, doğru fikir ve yöntemi de bilmek zorundayız.
Hürriyet, zorunluluğun şuuruna varıştır ve bunu “bilgi” ile yapar... Bilginin bilen’e var olması. Bilginin meydana gelebilmesi için “bilen-bilinen-ışık unsuru” üçlüsünün gerekliliği... Varlık ve bilgi ilişkisi ve bilgi teorisindeki yorumlar. Son tahlilde nisbet noktasının zaruretinin görülmesi, “ışık unsuru”nun denetleyiciliği... Ve “ışık unsuru” olarak İslâm’a muhatap anlayışın zarureti… Bilgilenme (vasıta tatbik fikri) ile hürriyet alanına girmemiz, kendinden zuhurumuz.
Hürriyet bilgilenmeye muhtaç ve onunla genişlerken bilgi’nin de açıklanmasına muhtaç. “Varlık bildirebilmeyle mümkün” mevzuuna tekrar geldik. Yoksa “bilen-bilinen-bilgi”yi birleştiremeyiz, bilakis Batı felsefesinde görüldüğü üzere mütemadiyen dağıtırız.
Yakın Tarihte Hürriyet İlanları ve Darbeler
Tanzimat’la beraber tepeden inme hürriyetler devri başladı. İngiliz zorlamasıyla ilan edilen 1839 Tanzimat Fermanı. Sanki ondan önce hak ve hürriyetler yok idi, hukuk yok idi. Aslında Tanzimat, Batılılaşma hareketinden başka bir şey değil. 1856 Islahat Fermanı, 1878 ve 1908 Kanunî Esasi’si… Ve Batıdan gelen gemilerden çıkacak meta zannedilen hürriyet. Nizam bozulmuş bir kere ve lafta hürriyetle hepten bozulmakta. Çağdaşlaşma-Batılılaşma ile her şey alt üst oluyor. Bağımsızlığın sembolü olan Abdülhamid Han’ın devrilişi ve İttihat Terakki devri. Kargaşa artmış, fakirlik artmış ve girilen savaş ile imparatorluk çökmüştür. Ve cumhurdan habersiz kurulan “cumhuriyet” ile Kemalizm’in tek parti diktatörlüğü. Meclis hâkimiyeti esaslı 1921 Anayasasını yapan I. Meclis tasfiye edilir. Kukla II. Meclis 1924 Anayasasını yapar. Halk sinmiş, Anadolu fakirleşmiştir. Şapka giymeyenlere darağaçları kurulmuş, dine savaş açılmıştır. Kemalizm’den başka hiçbir şeye özgürlük tanınmamıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında ise ABD’nin demokrasi ihracı gereği, San Francisco diktesi ile çok partili sisteme geçiş. Demokrat Partinin ılıman dönemi, 1960 Askeri darbesiyle kesilir ve yeni bir Anayasa yapılır. Özgürlükler, 1971 Muhtırası’na ve daha sonra 1980 Askerî Darbesi’ne muhatap olur. Ve yine yeni bir Anayasa… Hürriyetler yine askıya alınır. Anayasalarda hürriyetlere o kadar sınırlama konur ki, asıl olan hürriyetler değil sınırlamalar olur. “Aslolan özgürlükler, istisna olan sınırlamalar” denmesine rağmen, devamlı aksi olur. Daha sonra ANAP iktidarı ve sonra koalisyonlar. 28 Şubat 1997 postmodern darbesi ile yine Müslüman halka savaş açılır. 2002 yılından günümüze Ak Parti iktidarı ile rejim aynı kalır fakat askerî vesayet zayıflatılır ve hâlâ tartışılan: Özgürlükler nasıl olacak, rejim nasıl olacak, Anayasa nasıl olacak? Dikiş tutmayan ve istikrara kavuşmayan rejim ve anayasalar…
Yürümeyen parlamenter rejim ve altı doldurulamayan Başkanlık sistemi tartışmaları ve her ikisine de benzemeyen fakat gerçek çözümü ifade eden bu topraklardan çıkmış bizim anayasa teklifimiz olan Başyücelik Devlet modelimiz. Bütün bu karanlık tablo içinde artık günü gelmiş olandır.
Hak ve Görev
İslâm’a göre insan kendisine, çevresine ve Yaratıcısına karşı görevlerle yükümlüdür. Hak ise görevin karşılığıdır.
İnsana doğuştan haklar da yüklediler. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nin 1 nolu maddesi: “İnsanlar, haklar bakımından özgür ve eşit doğarlar ve yaşarlar.”
1789 Fransız Burjuva devrimi, kralın sultasına isyanla başlayıp Batı için öncü bir devrim olurken, hakların kökeni ve kaynağını Allah dışı bir telakkiye göre insan doğasında görür. Sosyalizm ise hakların kaynağını toplumda görür ve “hak ve ödev” birlikteliğini savunur. Hakların yanında hemen ödevleri zikrederler. İlkede birleşip yöntemde ayrıldıklarını da söyleyebiliriz.
İslâm’ın görüşü ise, insan, insan olma memuriyeti ile yükümlüdür. Bu memuriyeti (Allah’ın halifesi-eşrefi mahlûkat) yerine getirdiği oranda hak sahibidir de. İnsan her şeyden önce ahlâkî bir varlık, hayvandan farkı bu… İnsan, insan olma vazifesini yerine getirebildiği kadar insan oluyor ve ondan sonra hak kazanıyor. Nasıl ki ehliyetsiz bir insanın bizi yönetmesi veya tedavisi kabul edilemezse, normal şartlarda devlet gemisine kaptanlığı tasavvur dahi olunamaz.
İnsanın eşit ve özgür doğduğu ifadeleri biraz lafta kalıyor. İnsanın eşitliği çevresiyle mukayese ile anlaşılır ancak. Özgürlüğü yaşadığı çevredeki özgürlük alanı ile ve kendini ifadesiyle ilgili. Batının yaşadığı Ortaçağ karanlığında (İslâm için bu söz konusu değil) ferd hürriyeti bildirileri ve bu uğurdaki çabaları ileri bir aşama ama zihniyet zaafları da taşıyor. Biz çalışmalarımızda hiçbir zaman ucuz bir Batı eleştirisi yapmak istemeyiz. Dışımızdakileri de olduğu gibi ortaya koyarak kritikederiz. İmam-ı Gazalî’den ve diğer büyüklerden öğrendiğimiz budur. İslâm’ın batıl da olsa kişinin hakkını tanıma anlayışı budur. Düşmanın da olsa hakkını teslim edeceksin. Bu İslâm’ın Müslümanlara kazandırdığı kendine güvenin ifadesidir aynı zamanda.
Bütün büyük düşünür ve sanat adamları üstün vazife fikriyle harekete geçmiştir, misyon adamı olarak. En küçük ferdde dahi insanın nefsini aşan-aşkın olan böyle bir veçheye bakan misyon vardır. İnsanın insan olduğunun manevî zevk ve heyecanının ulvî duygusu. Ve bunun kaynağı ile birlikte işaretlenmesi…
İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun İslâm’a Muhatap Anlayış eserinden insanın yeryüzüne perçinlenmesinin hikmeti:
“Bizi yeryüzüne bağlayan ancak vazife fikridir; Allah’ın halifesi olarak eşya ve hadiseyi zaptetme, zamanı bütünleme memuriyeti… Bir Müslüman için yaşamak bir mecburiyettir.
Ve bize hürriyetimizi verecek tek kanun tanırız; Allah’a Resûlü’nün gösterdiği yoldan bağlılığın ölçüleri!”
“İnsan Hakları” Kavramı
Batı her şeyi markalaştırıp tekeline almakta çok mahirdir. Nerede bir değer görse kavramlaştırıp tekeline alır ve insanları kendi kalıplarıyla düşünmeye zorlar. İlk Batı-Doğu kavramlaştırmasını yapan da Batıdır ve onlarca Doğu barbardır. İsrail zulmüne karşı Filistinliler eyleme geçince “terör” kavramını da icad ederler. Soykırım kavramını da Hitler’in Yahudilere yaptıklarından sonra hukukî bir statüye kavuşturur. Ama Bosna, Çeçenistan, Irak, Afganistan görmezden gelinir. Bütün bunlar tek yönlü Batı bakışını yansıtır. Keza “insan hakları” kavramı da Batı icadı olup, bireyin doğasına ve rasyonalitesine bağlanan seküler bir anlayışı ifade eder. Yaratıcıyı kabul etmemek adına insanı putlaştırmanın bir çeşididir. İnsanı bir bütün olarak gören ve fıtratını nazar-ı dikkate alan bir anlayış değildir. Bireyin doğasını, tabiî hukuk, evrensel akıl, millet-halk şeklinde değiştirdiler ama sonuç değişmedi. İnsan bir türlü aradığı özgürlükler alanını bulamadı, Yaratıcısından soyutlandı, materyalizmin kucağında kendine güvensizliğin ve gözlerinde korkunun esiri oldu. Özgürce(!) cehenneme giden yollarda koşar oldu. Ondan sonra insan hakları bilmem kaçıncı bildirileri yayımlandı, insan hakları mahkemeleri oluşturuldu, birbirlerine ve bilhassa üçüncü dünya ülkelerine insan hakları raporları yayımlandı, dersleri verildi.
Kadın Mevzuu ve Bazı Meseleler
Kadının İslâm öncesinde ve İslâm sonrası Batıda ne gibi muameleye maruz kaldığı malumdur. Çağımızda kadın mevzuu ise ayaklara düşmüş, özgürlük adı altında kadın istismarı vasıtası olmuştur. Psikolojik sorunlar, aile sorunları, boşanmalar vesaire... İslâm’ın kadına bakışı onu muhafaza altına alma istikametindedir. Kadın veya başka herhangi bir mevzu İslâm’ın yumuşak karnı değildir ve açıklanamayan ve izaha kavuşmayan husus İslâm’da yoktur. Biz özgürlükleri incelediğimiz bu çalışmada hiçbir mahcup tavır göstermeden, idrakimiz ve bilgimiz elverdiği kadar mevzuyu dillendireceğiz. İslâm, insan tabiatına ve onun mutluluğuna yönelik uygulamalar getirmiştir. Kasıtlı olarak İslâm düşmanlarının abarttığı gibi sınırlamalar fazla olmayıp bir fıkıh kuralı olarak şu ilkeyi verelim: “Aslolan mübahlardır, yasaklar ise tek tek gösterilmiştir.” Dinde asıl ve esas, “ibâha” mübahlık, yani müsaade ve serbestliktir. Her işe günah ve yasak damgası vuranlar ise kaba softa ve ham yobazdırlar… Hürriyetçi geçinen fakat keşmekeş içinde kalan ve hürriyetlere acımasızca sınırlamalar getiren İslâm dışı rejimlere nazaran İslâm’ın sınırlamaları insana ve topluma en uygun olandır. Dediğimiz gibi aslolan mübahlardır ve istisna olan sınırlamalarda birçok hikmet vardır. Dünyanın birçok ülkesindeki rejim bunalımlarından, insan ve toplum problemlerinden bunu anlayabiliriz.
İslâm güç sahibi erkeğe en büyük sorumluluğu verir ve ona sınırlama getirirken kadına da tabiatına uygun sınırlama getirmesi çok normaldir. İslâm’ın bazı yasaklarındaki hikmetleri anlamayanlar mevcut rejimlerdeki suç oranlarına ve istatistiklere baksınlar. Bol keseden özgürlük dağıtanların daha sonra nice özgürlükleri askıya aldığını da gördük.
Kadının mirastan yarım pay alması aile müessesesi ile ilgilidir. Erkeğin kadına bakması tabiî iken kadının erkeğe bakması gayritabiidir. Bunu herkes kabul eder. Mirasta da bu gözetilmiştir. Erkeğe nafaka ve mehir yükümlülüğü olduğu için mirasta kadınla eşit pay alması, hukukî eşitliğe ve adalete aykırıdır; çünkü eşit konumda değiller. Erkeğin külfeti sadece hanımın nafaka ve mehrinden ibaret değildir. Erkeğin askerlik, belli dereceye kadar muhtaç akrabasının nafakasını temin, kaza tazminatı (diyet) ödemesine katılma gibi kadın için söz konusu olmayan malî yükümlülükleri vardır. İşin manevî boyutu da var. Çocukların eğitimi ve yetiştirilmesi, şahsiyet ve otoriteye bağlı sorumluluklar, ailenin birlik ve düzeni için de erkeğin mirastaki payı önemlidir.
İslâm’ın emir ve hikmetleri, her şeyi metalaştırıcı, aile ve cemiyet düzenini tahrib edici seküler bir anlayışla idrak edilemez. İslâm’ın aileye verdiği düzen ve ehemmiyet anlaşıldıktan sonra sınırlamalarının mânâsı anlaşılabilir ancak. İslâm’ın uygulamalarında bir adaletsizlik söz konusu değildir, akıl ve hikmet söz konusudur. Aile ve cemiyet yararı söz konusudur. Kadının duygusallığı ve zapt aletinin zayıflığı meydanda iken bir erkeğe karşın iki kadının şahitliğine başvurmak kadına yönelik bir uygulama değil, birbirlerine hatırlatması ve adaletin tecellisine yönelik bir uygulamadır. Kadını ticaret ve reklam metaı hâline getiren kapitalist anlayışın bu yoldan İslâm’ı eleştirmesi cahilcedir ve adalet ilkelerinin tecellisine de aykırıdır. Keza kadının imamlık ve hâkimlik yapmadaki zaafı da aynı minvaldedir.
Kadın üzerinden İslâmî bir sistemi eleştirmeye kalkmak ucuz bir taktik olmakta ve Batı modernizminin hem şımarıklığını hem de acziyetini ifade etmektedir. Keza, İslâm’da istisna sadedinde ve şartları ağırlaşmış olarak tanınan dört kadınla evlilik meselesinin de propaganda malzemesi yapılması aynı ucuz ve çirkin taktiktir. Hâlbuki fikir haysiyetine yakışır tavır, sistem eleştirisi yapmaktır. Böyle bir çapları olmadığından bu tavırları karşıtlarımızın basitliğini gösterir. Ayrıca Allah katındaki din olan İslâm’ın ve onun mensupları olan Müslümanların kimseye karşı savunma diline başvurmaya ihtiyacı yoktur. “Çağdaş” tekerlemecilerin Çağlarüstü Mutlak Fikre söyleyecek sözleri olamayacağı gibi, iman kavramına da yabancı (imansız) oldukları için böyle inkârcılıktan hiçbir zaman geri duramazlar. Çoğu kere gerilerinden düşündüklerini söyleyebiliriz. Fikir ve sistem konuşulmadığı zaman böyle hicvetmek zorunda kalıyoruz, kusura bakmayın!..
Bu iddialardan biri de İslâm’da mürtedin hükmüdür. Nedense bu konuyu da “insan hakları”na aykırı bulurlar. “İnsan hakları” kavramını seküler ve materyalist bir temelde kullandıklarını ve son yüzyıl icad ettikleri bu kavramın aslının asırlar önce İslâm’da olduğunu hatırlattıktan sonra mürtedin İslâm’ın iç meselesi olduğu ve ihanetle özdeşleşerek bu kişinin canavarlaşması sürecini ifade ettiğini, İslâm cemiyetine karşı muharip vaziyette bulunduğunu, devrimizin imanı da imansızlığı da sabit olmayan kişilerin bu kapsamda olamayacağını belirtelim. Dönekliği dâim olana ve bilinemezci (agnostik) olana mürted denemez. Zaten inançsız-ateist olana karışılmıyor, gayrimüslim statüsünde güvenceye kavuşuyor. Dışımızdakilerin yalandan din ve vicdan özgürlüğünden bahsetmeleri gibi değil, Allah’ın Kur’an’da kefaletiyle, inançta kul serbest bırakılıyor. İslâm fıkhında mürted kadına ceza yoktur. Bu bilgiyi ilave edelim. Eleştirenler buna ne diyecek?
Başka bir istismar mevzu: İslâm düzeninde devletin vazifesi ferdlerin zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak ve başını sokacağı bir dam altını temin etmektir. Ondan sonra hırsızlık yapan olursa da mala kastedenin cana da kastedeceği ve cemiyet nizamı için önemli olan güveni sarsacağı dikkate alınarak suçu sabit olduktan sonra şeriatın kestiği parmak acımaz. Şu hususu belirtelim ki, hem ahlâkî hem maddî emniyetli bir nizam tesis edildikten sonra bu suça bu ceza verilir. Yoksa günümüzün maddî ve manevî keşmekeşinde kişiler suçlanıp böyle bir cezalandırma yoluna gidilmez. İslâmî rejim tüm kuralları ile müesseseleşmeden, devlet ve toplum üzerlerine düşen ödevlerini yerine getirmeden ferdlere ceza vermek ve günah keçisi yapmak yoluna gidilemez. İslâm’da ne zalim olunur, ne mazlum!..
İslâm hukukunda bedenî cezaların acı ve sert olduğu bizzat ayet ve hadislerde zikredilmiştir. Fakat aynen acı ilaç gibi neticesi fayda sağlamıştır. Bu hususta fazla söze bile hacet yoktur. Sadece hangi sistemin suçları önlemede daha etkin olduğu üzerinde durmak bile İslâm hukukundaki cezaların hikmetini anlamaya yeter. Cinayet ve hırsızlığın had safhaya ulaştığı, toplumun alkol ve uyuşturucu müptelası olduğu pornografi, pedofili, homoseksüellik gibi sapkınlıkların alıp başını gittiği Batı ve ABD toplumlarına bakmak bunun için kâfidir.
Biz burada “kriminoloji-suç bilimi” çalışması yapmıyoruz. Ama suçların altında yatan ruhî ve psikolojik nedenleri (yaşama sıkıntısı, merak ve kuvvetli duyular) düşününce İslâm’ın neden nefs terbiyesine ehemmiyet verdiği ve kötülüklerin yayılması açısından cemiyetin bozulmasına müsaade etmediği çok daha iyi anlaşılır.
İslâm toplumunda pırıldayan ahlâkî ölçüler vasıtasıyla kişilerin vicdanına aile-okul ve çevre ile hitap edilirken ve kötülükler de günümüzde olduğu gibi alenî yayılmazken recm ve hadlere de başvurmaya ihtiyaç kalmamıştır veya çok istisna olmuştur. İslâm diyarlarını gezen Batılı seyyahların, “yalan ve kötülük nedir bilmezler!” tesbiti de bunu doğrulamaktadır.
İslâm’ın yasakçılığından (içki, zina ve iftira vs.) dem vuranların, bizim onları eleştirdiğimiz hususlarda, “isteyen alır, isteyen almaz!” diye gerekçe yapmalarına nazaran, uyuşturucu maddeleri neden yasakladıklarını sormak zorundayız: Hani isteyen alır, isteyen almaz idi?
Güvene ihanet suçundan bahsettik. İlave edelim: İhanet meşru bir hürriyet değildir ki, o kişilere yapılan muamele hürriyete tecavüz sayılsın!
Demek ki İslâm’ın Müslüman olan-Müslüman olmayan ayrımı da çok tabiî ve haklıdır. Her fikir iddiasından dolayı kendi zıddını dışarıda bırakır. Zaten “küfür tek millettir” ölçüsünce Müslümanlara karşı kâfirler bunu yapmaktadır. Zıd olan birbirini iter. Hak ve hakikat yolunun zıddını reddetmesi ve kendi özgürlük alanını koruması pek tabiîdir.
Netice
İnsanlık temel hak ve özgürlüklerde de İslâm’dan çok şey öğrenmiştir. Dil, din, ırk, renk vb. ayrımcılığın aşılmasında İslâm güzel örnekler sunmuştur. Hayat, adalet, eşitlik, meşru olana itaat, gayrı meşru olana isyan, kamuya katılma, düşünceyi açıklama, inançta baskı yapmama, işkenceden korunma, şeref ve haysiyetin korunması, temel ihtiyaçların karşılanması, özel yaşamın gizliliği (mahremiyet), sosyal güvenlik, ekonomik paylaşım, faiz yasağı ve zekât şartı, çalışma ve mülkiyet hakkı, adil ücret ve tazminat hakları bu meyanda sayılabilir. İslâm’ın devlet bazında koruduğu şu meşhur beş temel hakkı da sayalım: Canın muhafazası, malın muhafazası, dinin muhafazası, aklın muhafazası, neslin muhafazası.
Haklar, özel haklar-kamu hakları olarak ayrıldığı gibi İslâmiyet’te kişi hakkı-Allah hakkı diye bir ayrım vardır. Öyle ki Allah, “Bana kul hakkıyla gelmeyin!” diye buyurarak özel haklara kendisinin bile dokunmayacağını hatırlatır. Onun için mümin olan kişi kul hakkı ile dünyadan göçmek istemez. Çünkü Allah kendi hakkını affedeceğini, fakat kul hakkını affetmeyeceğini buyurmaktadır… Hadiste de temel dokunulmaz haklar olarak, hayat hakkı, mülkiyet hakkı ve manevî kişilik hakkı geçer. İnsan onurunun korunması farz emirlerinden bile öncelik taşır. İslâm, insan onurunu çiğnetmez. “Haya imandandır” ölçüsü bunun için…
Hürriyetten dem vuranların fikir ve eylemi ayrı kıstaslara vurması da çelişkilidir. Onların düzeni yürürken, “fikrini söyle ama onu eyleme geçirme” demek fikre hileli sansürdür. İslâm fıkhında böyle hileli tavırlar yoktur. Çünkü İslâm dini açıktır.
Bundan 14 asır önce Medine Anayasası ile ve Veda Haccındaki Beyanname ile ve Allah Resûlü’nün kişi hakları hususunda ümmetini uyarması ile insanlık temel hak ve özgürlüklerde harika adımlar atmıştır. Ortaçağ karanlığına gömülmüş Batı ise 2-3 asırdır temel hak ve hürriyetleri tamimleştirme ve tekeline alma gayretine girmiştir.
İslâm, hiç kimsenin kendi hürriyetini tahrip etmeden başkasının hürriyetini tahrip edemeyeceği bir nizam kurmuştur. “Hürriyet başkalarına lâyık görmedikçe sahip olamayacağımız bir şeydir!”… Önce nefsimize tatbik edeceğimiz ve dışımızdakilerle kendimizi eşit göreceğimiz böyle bir hürriyet anlayışı her türlü sorunun çözümü demektir.
İslâmî rejimin hürriyet anlayışını yok etme hürriyeti kabul edilemez. İslâm’ın hürriyetleri karşısında demokratik, oligarşik ve monarşik rejimler, “hürriyeti yok etme hürriyetini” temsil ederler.
Fazilete göre mi, hazza göre mi yaşamalı? Hürriyet anlayışların temelindeki bu ikili ayrımdan sonra, “faziletin hakikati ve kaynağı nedir?” sualinin cevaplanması gerekir. Birbirinden farklı kişilerin vicdanı ve sınırlı anlayışı ile bu sorunu izah edemeyeceğimize göre Allah’ın dini ve Resûlü’nün eteğine tutunma şartı kendiliğinden görülür. Aklî ve naklî delil olarak bedahet ifade eder.
Hürriyet davasını, Türkiye’de müstakil ve haysiyetli bir seviyede ilk ele alan Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Batı sistemine getirdiği ciddi eleştiriler yanında ferd ve toplum inşaında ideolocyasını billurlaştırırken İslâm’ın tasavvuf derinliğinden de hürriyetin hakikatini gösterir.
Bizim anayasa teklifimiz olan Başyücelik Modeli’nin hürriyet anlayışı, Büyük Doğu İdeolocyası’nın şahsiyetçilik prensibinden mülhem ve ferdin hakkını veren bir toplum projesi olarak, Yüceler Kurultayı’nın seçkin ve çilekeş insanlarının yönetimiyle, bir masuma ceza vermektense yüz suçluyu bırakmaktan yana olduğu, sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın esas alındığı, sermayenin urlaşmasına müsaade edilmediği, Hakkın rızası ve halkın menfaati için devlet müdahalesinin olduğu, yönetici sınıfının halka tepeden bakmadığı, fildişi kaldırımlarda, fildişi sokaklarda giden, hiç biri diğerine çarpmayan, herkesin ve her işin maddî ve manevî hakkını tam aldığı, mükemmel ve müesses cemiyettir!.. Bir hayal veya ütopyadan bahsetmiyoruz, iliklerimize kadar hissettiğimiz ve gözü açık rüyasını gördüğümüz, gayet anlaşılır ve uygulanabilir bir modelden bahsediyoruz. Dert sahibi olan ve anlamak isteyenlere!..
Başyücelik sistemi, hem devlet modeli ve anayasa teklifi olarak ve hem de hürriyetler alanı olarak tartışılsın; insanın hakikatine ve hürriyetlerin özüne en uygun rejim olduğu görülecektir. Bedenî hazlara ait mevzulara şartlanmadan hürriyet kavramına en yakın hangi rejim ona bakılsın. Yoksa mutlak hürriyet hiçbir rejimde yoktur. Mevzuyu kuru hürriyet edebiyatından kurtarıp hürriyetin hakikati noktasından ele almak lâzım. Daha gerçekçi, daha şahsiyetçi, daha cemiyetçi olmak için…
Baran Dergisi 476. Sayı